Kapitalizmin Yükselen Pazarı: Organik Tarım
“…Kapitalist tarımdaki her gelişme, yalnız emekçiyi soyma sanatında değil, toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman içinde toprağın verimliliğinin artmasındaki her ilerleme, aynı zamanda bu sonsuz verimlilik kaynağının mahvedilmesine doğru bir ilerlemedir” (Marx, Kapital – I, Sol Yayınları, s. 482).
Kapitalizm, 20. yüzyıl boyunca toprağı soyma sanatında büyük ilerleme kaydetti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gıda üretiminin metalaşması, başlangıçta, insanlık açısından büyük bir ilerleme addedilmişti. Kitlesel üretim, gıdaların ucuzlamasını ve daha geniş kitleleri besleyebilmesini mümkün hale getirmişti. Ancak bu gelişmenin, ne pahasına sağlandığı yüzyıl bitmeden açığa çıkacaktı. Tarımın endüstrileşmesi, birkaç on yıl içinde, ekosistemin bozulması, üretim sürecinde kullanılan kimyasalların insan sağlığını tehdit eder hale gelmesinin sonucu artan hastalıklar, toprağın verimsizleşmesi, doğanın kirlenmesi gibi sonuçları ortaya çıkarmıştı. Genetiği değiştirilmiş tohumlardan üretilen gıdalar, büyük miktarlarda kullanılan sentetik gübreler, doğayı ve insanı zehirleyen böcek ilaçları konvansiyonel tarım açısından gıda güvenliği sorunsalını gündeme taşıdı. Doğa ile uyum içinde bir tarımsal üretim arayışının sonucu organik tarım olacak; kitleler konvansiyonel tarım ürünlerinin zararları açığa çıktıkça organik tarım ürünlerine doğru yönelecekti. Son 10 yılda organik ürünlere yönelik tüketici talebi büyük bir artış göstermiş durumda. Daha önce yerel düzeyde, küçük çiftliklerde, aile işi şeklinde yürütülen organik tarıma yönelik ilgi artışı bu üretimin profilini de büyük oranda değiştirdi. Üretim sürecindeki değişim, üreticilerdeki değişimle el ele ilerledi. Birçok büyük şirket giderek daha büyük bir pazara tekabül eden organik tarımsal üretime katılıyor. Bu büyük şirketler, organik tarımsal üretimin kurallarını yeniden belirlemek; organik ürünlerin standartlarını gevşetmek hedefindeler. Bu şekilde organik ürünler daha ucuza üretilebilecek ve de daha geniş kitlelere satış imkanıyla daha çok kar elde edilebilecekler. Kısacası, büyük şirketlerin elinde toprağı soyma sanatında kendi yöntemlerini oluşturan organik tarım, endüstriyel tarımın bir türevine dönüştü.
Tarımın Endüstrileşmesi – Gıdanın Metalaşması
1940’lara kadar tarımsal üretim, büyük oranda, yerel tüketime yönelik, at ve büyük baş hayvanların temel enerji kaynağı olarak iş gördüğü, organik gübre kullanılan geçimlik tarım şeklinde işlemekteydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlamak üzere 1950’den 1970’lere kadarki dönemde insanlık, yaklaşık 10 bin önce tarımsal üretime geçişinden sonra üretimdeki belki en büyük dönüşüme tanıklık edecekti. Endüstriyel tarıma geçiş ve gıdanın metalaşmasına denk düşen (Birinci) “Gıda devrimi” (yeşil devrim de deniliyor ama bakmayın siz bu isme; olsa olsa kadavra yeşili olur) olarak adlandırılan bu süreç tarımsal verimliliği, ulaşım imkanlarını artıran bir dizi gelişmenin ürünü oldu. Beslenme ihtiyacını gidermekten çok kar etmeyi dert edinen tarımsal faaliyet en çok üretimi en ucuz şekilde gerçekleştirmeye odaklanmıştı; bunun yolu da tarımsal verimliliğinin muazzam artışından geçmekteydi.
İkinci Dünya Savaşı’nda savaş teknolojisinin bir parçası olarak gelişen kimya endüstrisi; elde edilen ürün miktarını artıracak sentetik gübrenin ve yetiştirilen ürün miktarıyla kalitesine büyük zararlar veren böcek tehlikesini ortadan kaldıran böcek öldürücü ilaçların geliştirilmesine ön ayak oldu; nitrojen bombası modifiye edilerek nitrat gübrelerine, sinir gazı değiştirilerek böcek öldürücü ilaçlara dönüştürüldü. Savaş teknolojilerinin tarımsal devrime bir diğer katkısı da daha geniş alanları ekmeye imkan veren makineleşmenin gelişmesi yönünde olmuş; tank fabrikaları traktör fabrikalarına çevrilmişti. 1939 yılında çok etkili ve zehirli bir pestisit olan DDT’nin bulunması da önemli bir gelişmedir. Tarımsal üretimin artması için gerekli olan bir diğer adım ise tohumların verimlilik düzeylerine müdahaledir; yüksek verimli hibrit tohumlar bu ihtiyaca yanıt olacaktı.
“Gıda Devrimi” tarımsal üretimde büyük bir artışa yol açtı ancak kimi sorunları da beraberinde getirdi. Endüstriyel tarım, bir bölgede toprak ve iklim özellikleri temelinde en iyi yetişen – elbette karlı- bir tarımsal ürün ekimine (monokültür tarımına) dayanır. Ekilen ürünün her yıl topraktan aldığı besinlerin yenilenmesi için geçimlik tarımda olduğu gibi nadasa bırakma, azot yönünden zengin bitkilerle nöbetleşe ekim gibi tarımsal üretimde dalgalanma ve düşüşlere yol açan yöntemleri kullanmayan endüstriyel tarım, ürün için gerekli besini sentetik gübre kullanımı yoluyla sağlar. Durmaksızın toprağın sömürülmesine tekabül eden bu tarımsal faaliyet sürekli artan miktarda sentetik gübre kullanımı gerektirir; gübre kullanımındaki devamlı artış toprakta besin kaybını zamanla telafi edemez. Bu durum, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu verimliliğin sürekli artışına imkan vermediği gibi doğal dengeyi bozarak ekolojik sorunlara da yol açar. “Gıdadevrimi”ndeki tıkanma biyoloji alanındaki bir buluşla, GDO’lar (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) aracılığıyla aşılacak; tarımsal ürünlerin genetiğindeki değişim yoluyla böceklere ve yabani otlara daha dayanıklı, raf ömrü daha uzun, tarıma uygun olmayan alanlarda bile yetişebilecek ürünler elde etmek mümkün olacaktı. Bu gelişme, ikinci “gıda devrimi” olarak görülecekti.
“GıdaDevrim”leri yoluyla tarımın endüstrileşmesinin sonuçları olarak toprağın yoğun şekilde sömürülmesi, sentetik gübre ve böcek öldürücü ilaçların kullanımıyla doğanın kirletilmesi ve ekolojik dengenin bozulmasının etkileri zaman içinde kendisini çok daha açıklıkla göstermeye başladı. Gıdanın metalaşması süreci sadece doğayı tehdit etmiyor, onun bir parçası olan insanın sağlığı açısından da büyük bir tehlike oluşturuyordu. 1960’lardan başlayarak çevre bilinci toplumsal olarak gelişmeye başladı; çevreci hareketler yükselen toplumsal muhalefetin bir bileşeni olarak ortaya çıktı. Bu dönem, çevrenin korunması yönünde mücadelelere ev sahipliği yaptığı gibi endüstrileşmiş tarıma alternatif uygulamalara doğru bir yönelim de yarattı. Hem doğanın korunması hem de tüketilen gıdaların güvenliği adına artan duyarlılık organik tarıma yönelik talebi büyüterek kapitalizm açısından organik tarımın bir pazar alanı haline gelişinin kapısını açacaktı.
Organik Tarımın Gelişim ve Dönüşümü
Organik tarımın ortaya çıkış felsefesi, konvansiyonel tarımın aksine, tarımsal üretim sırasında kimyasal ilaç, sentetik gübre, GDO’lu tohumlar ve benzeri tekniklerden uzak durarak toprak, ekosistem ve insan arasında uyumlu bir ilişki kurulmasına dayanır. Bu bağlamda küçük üretici bazında, yerel tüketime yönelmiş, doğaya saygılı bir üretim ile organik tarım, sürdürülebilir bir tarım modeli olarak organik tarım faaliyetleri başladı. Ancak konvansiyonel tarım ürünlerinin güvenliği ve kalitesi konusunda giderek daha çok kaygı ve rahatsızlıklara sahip olan kitlelerin organik ürünlere artan talebi organik tarımın dinamiklerini kökten değiştirdi. Daha geniş bir kitleye hitap eder hale organik tarım, giderek daha çok sayıda büyük şirketin ilgisini çekmeye başlamış, organik ürün pazarı büyüdükçe üretimin ticari yönü daha çok öne çıktı.
Organik tarımın daha çok büyük şirketler eliyle yürütülmesinin can alıcı sonuçları oldu; daha geniş bir kitleye hitap etmek isteyen şirketler organik standartlarını gevşeterek daha kitlesel ve ucuza ürün elde etme derdine düştü. Özellikle ABD’de endüstriyel tarım lobisi, ulusal organik standartlarını düşürmek için yaptığı baskılar sonucunda organik üretimde (sanayi atıklarıyla kirletilmiş) toksik kanalizasyon pisliğini gübre olarak kullanma ile daha hızlı gelişmeleri için konvansiyonel tarımda olduğu gibi ürünleri radyasyona tutma hakkını elde ettiler.
Konvansiyonel tarımda nasıl verimlilik artışı üretim sürecinde kullanılan kimyasallar aracılığıyla olmuşsa yerel tüketime hitap etmenin sınırlarını aşan ve dolayısıyla daha uzun bir raf ömrüne ihtiyaç duyan; daha geniş kitlelere hitap ettikçe daha kitlesel üretime yönelen organik tarımda da bitkisel içerikli olsa da zararlı yanları bulunan ilaçların kullanımı arttı.
Organik pazarın çapının büyümesi, büyük şirketleri bu sektörün aktörleri haline getirirken kar elde etmeye endekslenmiş organik üretimin yaşadığı dönüşüm, İkinci Dünya Savaşı sonrasında endüstriyel tarımın ortaya çıkışı sürecindeki gelişmelerin ağır çekimi gibidir. Konvansiyonel tarımdan organiğe doğru kaçış arttıkça daha çok üretim için daha çok (şimdilik bitkisel) ilaç kullanımı, raf ömrünü uzatan katkı maddelerinin listesinin uzaması gibi gelişmeler organik tarımın giderek konvansiyonel tarımın yeni bir biçimine dönüşmesini beraberinde getirmektedir.
İnsanlar kapitalizmin toprağı soyma sanatındaki ilerlemelerinin doğa ve kendileri üzerindeki yıkımının farkına vardıkça bu durumda bir düzelme istemeye devam edecektir. Nasıl insanlar kapitalizm altında yaşasa da güvenli-kaliteli gıda arayışında olmaya devam edecekse kapitalizm de bu kaygıları bile fırsata dönüştürmenin yollarını arayıp bulmayı sürdürecektir.
bolsevik.org
Marksist Bakış