Kapital 150 Yaşında – Güneş Gümüş
İlk cildinin yayınlanmasının üzerinden 150 yıl geçti ama Kapital hala canlı tartışmaların odağı olmaya devam ediyor. Dünya üzerinde bu düzeyde toplumsal bir etki yaratabilen bir düşünür daha bulmak mümkün değil. Tarih boyunca en çok satılan ikinci kitabın Komünist Manifesto olması (ki birincinin İncil olduğunu belirtelim) da bu durumun bir göstergesi. Zamana yenilmeden süren bu etki ve popülarite, Marksizmin gerçeği açıklama gücünden geliyor. Marks ve Engels, kapitalist sistemi yaşadıkları dönemki eğilimlerinden yola çıkarak başarılı şekilde analiz ettikleri, çelişkilerini ortaya koydukları ve bu çürümüş düzeni değiştirmenin yolunu gösterdikleri için hala güncel, hala etkili.
Özellikle – kapitalizmin 4 büyük krizinden biri kabul edilen – 2008 krizinden sonra Kapital’e yönelik ilgi arttı; Marks’ın kapitalizme dair analizlerindeki haklılığı burjuva ideologlarca bile dile getirildi. Ekonomist dergisi 2017 Mayıs’ında yayınladığı bir yazıda Marks’ın bugün daha geçerli hale geldiğini; yoksulluğun artması, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, finansın artan gücü gibi temellerde doğrulandığı söylüyordu. Hatta yazının “Marks’ın bir sonraki kurbanı olmaktan kendinizi korumanın en iyi yolu, onu ciddiye almaya başlamaktır” diyerek kapitalizmin vahşiliğini azaltacak çeşitli adımlar atmadan olmaz demeye getiriyorlardı. Türkiye’den bu söylemi, ülkenin en büyük sermaye grubunun başındaki isim Ali Koç’tan da duymuştuk: “Gelir eşitsizliği başta olmak üzere bu sorunları liderler ya da iş dünyası gönüllü olarak düzeltemezse birilerinin bunu zorla düzeltmeye çalışacağından emin olabiliriz. Bu eşitsizliğe, vicdan sızlatan tabloya karşı biz kayıtsız kaldığımız takdirde başkaları başka şekilde bunu ele alacak ve bu tür sosyal patlamaların çok daha fazlasını görme tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğiz.”
Sermaye Dediğin Kan ve Gözyaşı
Sermayenin uzun vadeli çıkarlarını korumak için bazı ödünler vermek gerektiğini savunan Warren Buffet, Ali Koç gibi isimlerin “insancıl kapitalizm” üzerine sahte söylemlerinin aksine Kapital, sermayenin gerçek yüzünü de gözler önüne serer. Sermayedarı zekasıyla, girişimciliğiyle, risk almasıyla, yaratıcılığıyla sahip olduğu zenginliğin meşru sahibi olarak bizlere yutturmaya çalışan kapitalist düzene inat Marks, sermayenin, geçmiş kuşak emekçilerin gasp edilmiş emeklerinin bir cisimleşmesinden başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Kaldı ki kapitalist gelişimin gereksinim duyduğu ilk sermaye birikiminin kaynağı her coğrafyada yağmadan başka bir şey değildir; yağmalananlar değişse de. Marks’ın ele aldığı İngiltere’deki ilkel birikim, sömürgeleştirilen dünya halklarının köleleştirilmesi ve kaynaklarının yağmalanmasına, ve emekçilerin topraklarından koparılarak mülksüzleştirilmesine ve işçi sınıfının yoğun sömürüsüne dayanmaktadır aslen. Türkiye’ye bakarsanız bu kaynağı, gayri Müslimlerin malları ve sermayesine zorbaca el konulmasında; köylülerin vergilerle soyup soğan çevrilmesinde, emekçilerin bütün hakları yok sayılarak sömürülmesinde bulursunuz. Marks boşuna, “Eğer para… ‘dünyaya, bir yanağında doğuştan kan lekesiyle geliyor’sa , sermaye tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak geliyor.” dememiştir.
Bilimsel Sosyalizmin Anahtarı Kapitalizmin Analizinde
Marks, “Modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildi” derken haklıydı; ancak modern toplumda sınıf mücadelesinin nesnel dinamiklerini ortaya koyabilen ondan başkası da değildir. Marks, kapitalist sistemin işleyiş dinamiklerini açığa çıkarmak için emekdeğer teorisini kabul ederek yola çıksa da bu teorinin çelişkilerini aşarak kapitalizmin doğasını anlamamızı sağlayacak artı-değer teorisini geliştirecektir. “Radikal olmak, şeyleri kökünden kavramaktır” diyen Marks açısından bu katkılar, kapitalizmin işleyiş dinamiklerini anlamak açısından olmazsa olmazdır. Artı-değer kavramı, kapitalist sistemde sömürünün kaynağını ortaya koyarak sınıf mücadelesinin harekete geçirici dinamiğine ışık tutup sosyalizmin bilimsel bir nitelik kazanmasına temel hazırlamıştır. Artı-değer teorisi, kapitalizm içindeki hangi çelişkilerin toplumsal dönüşüm için fırsat yarattığının ve gelecek bir toplum için temellerin nasıl bugünden hazırlandığının da açığa kavuşmasına imkan verir. Ernest Mandel, artı-değer kavramının keşfinin önemini şöyle açıklar: “Marx’ın kendisi burjuva sınıfının tüm kesimlerinin karlarının, faizlerinin ve rantlarının genel toplamını temsil eden artık-değer kavramının keşfini kendisinin temel teorik keşfi saymıştır. Bu kavram hem sınıf mücadelesinin kökenlerini ve muhtevasını hem de kapitalist toplumun dinamiklerini açıklayarak toplumun tarihsel bilimi ve kapitalist ekonominin bilimini birbirine bağlar” (Mandel, Marx’ın Kapitali, s.67).
Marks’ın, kapitalizm analizi için çıkış noktası üretim ve de kapitalist üretimin kalbinde yer alan meta olacaktır. “Genelleşmiş meta ekonomisi” olan kapitalizmi önceki toplumlardan ayıran sadece meta üretiminin çapı değildi; bütün bir ilişki değişmişti. Daha önceki toplumlarda üretim, kullanım değeri merkezlidir; üretilenlerin anlık tüketimi ya da egemen sınıfların arzuları için yapılır. Satılmak üzere üretilen ürünler olsa da bu mübadelede para sadece yeni ürünlere ulaşmak için aracı roldedir. Oysa ki kapitalizm bütün bir üretim amacının değişmesi demektir. Kapitalistin amacı kendi ihtiyaçları ya da lükslerini karşılamak değil para kazanmaktır. Marks’ın sözleriyle “…artı-değer üretimi ya da artıemeğin sızdırılması… kapitalist üretimin özgül amacı ve varoluş nedenidir.”
Sınıf Mücadelesi Sürmeye Mecbur!
Artı-değerin kaynağını ortaya koyarken Marks, bütün metalar gibi emek-gücünün de iki yönlü bir karakteri – kullanım ve değişim değeri – olmasından yola çıkar. Emek-gücünün değişim değeri, üretilmesi için toplumsal olarak gerekli emek-zamanıdır (“Toplumsal olarak gerekli emek zamanı, bir malı, normal üretim koşulları altında, o sıradaki ortalama hüner derecesi ve yoğunluğu ile elde edebilmek için gerekli zamandır”). Bir emekçinin hem kendi yaşamını sürdürebilmesinin maliyeti hem de yeni emekçi kuşaklarını yetiştirmesinin maliyeti olarak ücret; emek-gücünün değişim değerini oluşturur. Emek-gücünün kullanım değeri (yani yararlılığı) ise kapitalist için çalışma kapasitesini (emek-gücünü) kullanan emekçinin yeni metalar üretebilmesidir. Emekçiler tarafından üretilen değerle, işgücünün yeniden üretiminin maliyeti aynı değildir ki bu fark sermayenin cebine akan artıdeğerin de kaynağıdır: “İşçiyi 24 saat süreyle canlı tutmak için yarım günlük emeğin gerekli oluşu, onun bütün gün çalışmasına engel oluşturmaz. Bu nedenle, emek-gücü değeri ile bu emek-gücünün emek süreci içerisinde yarattığı değer, birbirinden tamamen farklı büyüklüklerdir; kapitalistin, emek-gücünü satın alırken gözönüne bulundurduğu şey, işte iki değer arasındaki bu farktır.” İşçi, çalışma süresinin ancak bir bölümünde ücreti karşılığında çalışır; geri kalan bölüm ise adeta patronu zengin etmeye ayrılmıştır. Marks, işte işçinin bu karşılığı ödenmemiş emek zamanını artı-değerin kaynağını olarak tanımlar.
Marks, kapitalistlerin işçileri sömürüsünün kaynağının bu karşılığı ödenmemiş emek zamanı olduğu anlatır ki işçi sınıfı ile sermaye arasında kapitalizmde açık/gizli, şiddetli/zayıf şekilde geçen sınıf mücadelesinin kaynağı da budur. Sermaye sürekli olarak işçinin karşılığı ödenmemiş emek zamanını artırarak artı-değer üretimini büyütmeye çalışır: “Emek üretkenliğini artıran her araç gibi makinelerin kullanmanın amacı, metaları ucuzlatmak ve işçinin çalıştığı sürenin kendisi için çalıştığı kısmını azaltarak, sermayedara karşılıksız verdiği diğer kısmını uzatmasıdır.” İşgününü uzatma, emeklilik yaşını yükseltme, haftalık izinleri azaltma, ücreti ve sosyal hakları kısma, işçi sınıfının kazanımlarını artıracak örgütlülüğü engelleme… Bunlar her gün yanıbaşımızdaki işyerlerinde yaşanır durur. 30 yıldan fazladır dünya çapında hegemonyasını ilan etmiş, şimdilerde bir kenara atılmaya bekleyen neoliberalizm, tam da sermaye sınıfının artı değer üretimini sağlamak üzere emekçilerin kazanımlarına saldırısının adıdır.
Eğer kapitalist sistemin bütün harekete geçirici dinamiği daha büyük artı-değer elde etmek ise bu artı-değeri artırmanın tek yolu emekçinin karşılığı ödenmemiş emek zamanını artırmaktan geçmektedir ki Marks, bunun, mutlak artı-değer ve görece artıdeğer olarak iki yolunu tanımlar: “İşgücünün uzatılmasıyla üretilen artı- değere… mutlak artı-değer… gerekli emek zamanının kısaltılması, ve bunun sonucu, işgücünün iki kısmının uzunluklarındaki değişiklikten doğan artı-değere nispi artı-değer diyorum.”
Mutlak artı-değer üretiminin fiziki sınırları vardır ki günümüzde bu sınırların çokça zorlandığını Türkiye’de yakından deneyimlemekteyiz. Emekçinin bütün ihtiyaçlarını gerçekleştirdikten sonra çalışabileceği süre, günün 24 saat oluşuyla net bir şekilde sınırlandırılmıştır. Göreceli artıdeğer üretimi ise çok daha geniş imkanlara sahiptir. Göreli artı-değer üretimi, çeşitli yöntemler aracılığıyla emekçinin ücretinin karşılığını üretmesini kısaltılmasına dayanır ki Marks bunun üç yolunu tarifler: emek üretkenliğinde artış, emek verimliliği ya da yoğunluğunda artış ve de geçim araçlarının fiyatlarının düşmesi. Göreli artı-değer üretimi noktasında en çok başvurulan yol, yeni üretim yöntemleri kullanarak emek üretkenliğinin artırılmasıdır.
Krizsiz Olmaz
Sürekli olarak artı-değeri büyütmek yönündeki kapitalisin duyduğu basıncın nedeni kendi kişisel açgözlülüğü değildir. Sistemin işleyiş dinamikleri, kapitaliste hayatta kalmak için başka şans tanımaz: “Biriktir, biriktir! Musa da bu, peygamberler de bu! … tasarruf yapın, tasarruf yapın, yani, artı-değerim ya da artı-ürünün mümkün olan en büyük kısmını yeniden sermayeye çevirin! Birikim için birikim, üretim için üretim”. Marks açısından birikim, kapitalistin para istiflemesi değildir; sermaye birikimini “artı-değerin sermaye olarak kullanılmasına ve tekrar sermayeye dönüştürülmesine” der. Sermayeler arası rekabetin belirleyici etkisi “kendilerini sermaye gibi davranmaya zorlamasıdır.” Kapitalist sistemde, sermaye için vazgeçilmez olan artı-değerin gerçekleşmesi, metaların sadece üretilmesini değil satılmasını da gerektirir. Rekabetin baskısı altında, piyasada daha çok pazar elde etmek isteyen kapitalistler arasında metaların değerinin ucuzlaması yönünde bir basınç sürekli gelişir. Marks, “değerin emekle belirlenme yasası”nın “zorlayıcı rekabet yasası” haline geldiğini belirtir. Metaların ucuzlaması, onların değerini belirleyen toplumsal olarak gerekli emek zamanının kısalmasını gerektirdiğinden kapitalist sürekli olarak yeni teknikler kullanma ve emek üretkenliğinin artırma yönünde bir basınca tabi olur.
Artı-değeri artırmak için başvurulan bu yol, üretimde makinelerin artan yoğunluğuyla sonuçlanır. Marks, üretim sürecinde nicel bir değişime uğramayan “sermayenin üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler ve iş aletlerince temsil edilen kısmı” olarak tariflediği değişmeyen sermaye karşısında üretim sürecinde değer değişimine uğrayarak artı-değeri üreten “sermayenin, emek-gücü tarafından temsil edilen kısmı” olan değişen sermaye oranını sermayenin organik bileşimi olarak tanımlar. Bu oran, emek verimliliğinin de bir ölçüsüdür. Emek verimliliği arttıkça sermayenin organik bileşimi de büyür. Oysa ki artı-değerin yaratıcısı makineler ve hammaddeler (Marks, geçmiş kuşakların emeklerinin cisimleştirdiği için ölü emek de demektedir) değil; emek-gücüdür. Dolayısıyla üretim için gereken (değişen artı değişmeyen) sermaye miktarı giderek büyürken üretim sonucunda elde edilen artı-değer ise aynı çapta büyümemektedir. Dolayısıyla artıdeğerin toplam sermayeye oranı demek olan kar oranı düşme yönünde eğilim gösterir.
Bu durumda, kapitalistler yatırımlarına oranla en büyük kazancı elde edecekleri, daha yüksek kar oranına sahip sanayi kollarına doğru yönelme eğilimi gösterirler. Sermayenin bir sektörden diğerine doğru akışı kar farklılıklarını eşitleme eğilimi yaratacaktır. Sonuç, üretilen toplam artı-değer ve yatırılan toplam sermaye arasındaki ilişkiyi gösteren genel kar oranının şekillenmesidir.
Marks, kar oranlarının kapitalizmde genel bir düşme eğilimi gösterdiğini belirtir: “Kar oranının sürekli düşme eğilimi, toplumsal emek üretkenliğindeki sürekli gelişimin, kapitalist üretim tarzına özgür bir ifadesidir.” Emek üretkenliğinin artması demek bir emekçiye karşılık üretimde daha çok makine ve hammadde kullanıma sokulması, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi demektir. Bunun anlamı kapitalistin üretim için muazzam bir sermaye yatırırken ona karşılık aynı büyüklükte artı-değer kitlesine ulaşamamasıdır. Sonuçta artı-değerin tek kaynağı emek-gücü olduğundan sermayenin organik bileşiminin yükselmesi kar oranının düşmesi demektir. Kar oranlarındaki düşme eğilimi, “kapitalist üretimin gerçek engeli bizzat sermayedir” tespitinin bir kanıtıdır.
Marks’ın kriz konusundaki tespitleri ne yazık ki en çok yanlış yorumlanan analizlerinden biridir. Sanki Marks, kapitalizme son verecek bir nihai kriz beklentisi içindeymiş gibi bir görüntü yaratılır. Gerçeklik hiç de öyle değildir. Marks açısından krizler, kar oranlarındaki düşüşün yarattığı çelişkileri aşma zorunluğunun kendini dayatmasıyla ortaya çıkan, “kısa vadeli ve zora dayalı çözümlerdir.” Krizler, kapitalizmin yeniden örgütlenip düzenlendiği süreçlerdir ve sermayenin tamamı tarafından aynı şekilde sonuçlanmaz. Daha güçlü olarak ayakta kalırken kimileri ortadan kalkacaktır. İşte böylece Marks’ın tariflediği sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi de güçlenecektir.
Marks, kapitalizmi, kendinden önceki durağan sınıflı toplumlardan farklı olarak dinamik bir sistem olarak değerlendirir: “Burjuvazi, üretim araçlarını ve böylelikle üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeden var olamaz.” Dolayısıyla kapitalizm, kendi haline bırakıldığında bedelini emekçi sınıflara ödeterek krizleri aşacak potansiyeldedir. Ancak emekçi sınıfların devrimci müdahalesi bu gidişata bir son verebilir ve kriz koşullarının yarattığı olağanüstülükten sınıfsız, sömürüsüz topluma doğru devrimsel bir sıçramaya imza atmak için yararlanabilir.
Sonuç Olarak
Kapital, 30 yıllık bir emeğin ürünü olarak ortaya çıkmış kelimenin tam anlamıyla bir şaheserdir. Marks’ın ömrü bu eseri istediği şekilde tamamlamaya ve hatta ortaya çıkan ciltlerin basımını görmeye yetmese de çağını kat be kat aşan bir etki yaratmıştır. Yazıldığı çağın eğilimlerinden yola çıkarak kapitalizmin projeksiyonunu bize en güçlü şekilde çizen Kapital, bu başarısıyla düşmanlarını -burjuva ideologları- bile kendisini ciddiye almak ve zorunda kalındığında hakkını teslim etmeye zorlamaktadır. Sosyalistlerin de aynı şekilde Kapital’in hakkını vermesi; başlangıçta ne kadar karmaşık ve zor görünürse görünsün bu eserle tanışması gerekir. İnsanlık tarihinden silip atmak istediğimiz kapitalizmi çelişkileriyle bilimsel olarak kavramanın yolu bu çabayı göstermekten geçmektedir.