Kadınların Ayrışan Yolları – Derya Koca

Kadınların cehennemi bitmiyor. Kadın emeğine ve bedenine yönelen saldırılar günlük hayatımızın olağan bir parçası gibi adeta kabullendirilmeye çalışılıyor. AKP’nin toplum üzerinde yoğunlaştırdığı baskı dalgasından kadın hakları da nasibini alıyor. İslamcı zihniyetin kadın düşmanlığı her yere sinmiş durumda. Bu cehennemin kabul edilecek yanı yok. Çünkü bu cehennemde kadına, işçiye, halklara hayat yok.

AKP, kendi hedefleri doğrultusunda ve kendi içinde oldukça tutarlı bir biçimde ilerliyor. Çünkü otoriter bir rejim tesis etmenin başat politikalarından birisi kadının konumunu evle sınırlamak ve yeni rejime kul olacak nesillerin doğrulması için doğumu teşvik etmektir. Kadına dair her ideolojik konumun bir söylemi vardır ancak rejim değişikliklerinde kadınların konumlarının devamlı olarak tartışma konusu olması rejimin öngördüğü toplumsal modelde kadının konumumun tayin edilmesi ile ilintilidir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Batı modelinin ilanı nasıl ki kadınların giyimi ile vitrinleştirildi ise bugün de AKP’nin rejiminde kadının aynı şekilde muhafazakar kalıplarla yeniden kuruluyor. Söz konusu AKP olunca da kadına yönelik zihniyetin ortaya saçtığı pislikler kadının hayatını çekilmez hale getiriyor.

AKP her yerden saldırıyor. Kadınlar saldırı cephelerinden sadece birisi. Kadın düşmanlığı öyle  boyutlarda ki her hafta en az bir iki skandal açıklama ile zihniyetlerinin pislikleri ortalığa saçılıyor. Diyanet işleri, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı ve devletin bilumum kurumları kadın konusunda konuşmadan edemiyorlar. Ancak böyle yaparak da özellikle genç kadınların büyük bir öfkesine mazhar oluyor. Kadınlar için iki kez daha yaşanmaz hale gelen ülkede özellikle İstanbul gibi büyük kentlerde kadın hareketi de kendi dinamiğini yaratıyor. Öte yandan Ortadoğu’da köle pazarı kuran kadın düşmanı Selefilerin sahip olduğu güç bu sert coğrafyada kadın sorunun yakıcılığını bir hayli tırmandırmış bulunuyor.

Solun yeniden bu topraklarda önemli bir güç haline gelebilmesi geleceğimiz açısından tek şans. Kadınları kazanamayan bir mücadelenin ise başarıya ulaşama şansı yoktur. Aynı şekilde sosyalistlerin, sınıf mücadelesinin yeşermediği topraklarda kadınların da bu saldırılar altında ezilmesini nihai olarak durdurmamız mümkün olmayacak. O halde geleceğin ve göğün yarısı olan kadınların bu cehenneme karşı savaşması nasıl mümkün olacak sorusuna verecek cevabımız olmalı. Bu problem aynı zamanda kadınların kurtuluşu ile toplumsal kurtuluş arasındaki kopmaz bağı da içermek zorunda olduğundan sadece kadınların değil, erkek emekçilerin de gündeminin en önemli maddelerinden birisi olmalıdır.

8 Mart dolayısıyla her yıl benzer şekillerde tartışılan eylem ve etkinlikler, ideolojik temelde tartışılmayı hak etmektedir. Bu çok yönlü soruna verilecek cevaplar çok temel politik ve programatik esasları ortaya koyması açısından da ayırt edici bir niteliğe sahiptir.

Biz de hem 8 Mart vesilesiyle kadın sorununun sınıfsal karakterini hem de 8 Mart’ın rengine dair tartışmayı bir kez daha yapmanın anlamlı olacağı inancındayız.

 Solun Rengi

Solun ezici çoğunluğu kadın sorununa feminist bir çerçeveden yaklaştığından bu tartışma Türkiye’de sınıf mücadelesini doğrudan ilgilendirmekte, salt burjuva kadın hareketiyle değil, solla da bir polemik konusu olmakta. Elbette bu tartışmanın kökenini solun ideolojik olarak post-modernizme kayışı ve geçmişle hesaplaşmak konusundaki beceriksizliği ile açıklayacağız. Sovyetlerin çöküşünden sonra sol, burjuva akademisyenler ve siyasetçiler eliyle pompalanan kimlik siyasetinin peşine takıldı. Sınıf mücadelesi temelli devrimci mücadelenin yerine kimlikler üzerine örgütlenilen ve sınıfın ekonomik ve devrimci temel özne olmak dışında tıpkı Alevi olmak gibi bir kategoriye indirgendiği sağa kayış yaşandı. Kadın sorununa yaklaşım da bu temelde sınıfsal değil kimliksel ve deneyimsel bir durum olarak devşirildi. Gerekçe olarak da Sovyetlerdeki kadın deneyimi gösterildi. Stalinist rejim altında kadının konumunun oldukça gerilediği, hatta bazı konularda sıradan bir kapitalist ülkedeki durumdan dahi geriye düştüğü doğrudur. Ancak bu, solda feminizme meyletmenin nedenlerinden birisini oluştursa da aynı hareketlerin kadın sorunu dışındaki konularda Stalinizme yönelik tek kelime olsun eleştiri getirmemesi de apayrı bir ironi. Bu eklektizmin aşılması için Stalinist rejim altında kutsanan “aile”nin ve cinsiyetçi yaklaşımın anlaşılabilmesi için devrimci Marksizmin bakış açısına ihtiyaç vardı. Ancak bu hesaplaşma Türkiye’de sol geleneklerin kendi tarihleriyle hesaplaşmasını da gerektirdiğinden yapılmamıştır ve kolay yol seçilmiştir. Kısacası solun feminizme yönelmesi solun genel tarihsel problemlerinin dışında bir yerde değildir.

Sosyalist sol, kendi varlığını dayandırması gerektiği sınıf mücadelesini örgütleme koşullarından uzaklaştıkça kimlik siyasetinin renk skalasının içine giriyor. 8 Mart’ın tarihsel anlamı olan kızıl renk, alanlarda küçük bir azınlık haline gelirken mor renk yani feminizm kadın sorunun tek muhattabı gibi algılanıyor. Sosyalistlerin kitlesel biçimde feminizme meyletmesi ise aslında tarih boyunca birbiri ile rekabet halinde olan feminizmin ve Marksizmin bayraklarının karıştırılması ile sonuçlanıyor. Her sene yeniden gündeme gelen kızıl-mor 8 mart tartışmasının esası ise, Marksizm ile feminizmin kadın sorunun neden ve çözümüne dair  bir farklılığı yansıtıyor.

Kadının Rengi: Kızıl mı? Mor mu?

 8 Mart’ın tarihçesi ABD New York’ta 40 bin tekstil işçisi kadının 8 saatlik iş günü mücadelesine dayanmaktadır. Fabrikada diri diri yakılan 129 kadının anısına 8 Mart, 1919 yılında komünist kadın önder Clara Zetkin’in önerisi ile tarihte “8 Mart: Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak ilan edilmiştir. Bu gün sosyalist mücadele ile öylesine özdeşleşmişti ki 1960 yılına kadar ABD başta olmak üzere pek çok ülkede kutlanması/anılması yasaklanmıştı. Ve emperyalizmin kurumu olan Birleşmiş Milletler, 1977’de bu kızıl günü “Kadınlar Günü” olarak ilan ederken piyasanın satış patlamasına vesile olacak kadar içine boşaltmış ve sınıfsal karakterini silmiştir.

Peki bu mesele neden sürekli bir polemik kaynağı? Marksistler ve feministler kadınlar ve erkekler arasında eşitliği savunurlar. Ancak sorunun ortaya konulmasındaki farklılık mücadelede Marksizmi ve feminizmi karşı karşıya getirir. Bu da 8 Martlara bakışımızı farklılaştırır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki feministler açısından kadının ezilmesinden erkek ve “ataerki” (yani erkek egemen düzen) sorumludur. “Ataerki” ise feminist politikanın işaret ettiği temel çelişkidir. Yani diğer bir ifade ile toplumun temel çelişkisi kadın ile erkek arasındaki cinsiyet eşitsizliğidir. Devlet, üretim, ahlak, gelenek, çalışma yaşamı… Bunların tamamı ataerkil düzen tarafından kadınların eşitsiziliği üzerinden işlemektedir. Sınıfı ne olursa olsun tüm kadınlar bu eşitsizliğin ortak mağdurlarıdır ve erkeklere karşı “kız kardeşlik” bağı ile birlikte mücadele etmelidir. Ve erkekler “erkeklikleri” nedeniyle bırakalım birlikte örgütlenmeyi, kadınlarla aynı eyleme dahi katılamazlar. Çünkü sorun erkeklerdir ve sorunu yaratanlar çözüme katkı sunamazlar.

Marksistlerin kadın sorunu konusuna yaklaşımı ise maddeci tarih anlayışı çerçevesinde anlaşılabilir. Marks’ın yöntemi, kadının ezilmesinin ve tüm sınıflı toplumların ortaya çıkış kaynağı olarak özel mülkiyetin ortaya çıkmasına işaret eder. Sınıflı toplumların (köleci, feodal, kapitalist) tamamında kadın-erkek eşitsizliği vardır. Ancak bu eşisizlik bir sonuçtur. Yani toplumun temel çelişkisi değildir. Toplumdaki ezilme ilişkilerinden biridir. Hem de en yakıcılarından birisi. Elbette bütün sınıflardan kadınlar bu eşitsizliğe maruz kalmaktadırlar ancak emekçi kadınlar bu eşitsizliği sömürü ve ev içi emek süreçleriyle kat be kat daha fazla yaşarlar. Yani kadınlar bir sınıf gibi düşünülemez. Tarihte sayısız örnekte olduğu gibi işçi kadınlar düzene karşı geldiklerinde karşılarında burjuva kadınları bulacaklar hem de burjuva erkeklerle omuz omuza. Marksistler bu karmaşık soruna karşı mücadele ederken temel çelişki olan sınıf çelişkisinden sapmadan hareket etmek zorundadır. Çünkü kadının kendi başına, kendinden menkul bir nihai kurtuluşu olamaz. Kadınların nihai özgürleşmesi ancak sınıfsız bir toplumda mümkündür. Sorunun çözümü, problemin kaynağının ortadan kaldırılmasını gerektirir. O da sınıflı toplumların sebebi olan özel mülkiyettir. Bunu gerçekleştirmek de sınıfın yarısı olan kadınların erkek emekçiler ile birlikte yerini aldığı mücadelede en öne geçmesi ile mümkündür. Böylelikle hem kadın emekçiler sınıfının  içinde özgüven kazanacaklar hem de geri bilinçli erkekleri dönüştürerek geleceğin eşitlikçi toplumunu kendi elleriyle kuracaklardır. Feministlerden farklı olarak Marksistler, bu nedenle, kadınlarla erkeklerin ayrı örgütlenmesini savunmazlar.

Alman komünist devrimci kadın önderler Rosa Luksemburg ve Clara Zetkin bu sebeple  feministlerle kıyasıya bir mücadele içine girmiş, oy hakkı hareketinde dahi sınıf bayrağını karıştırmamışlardır. Çünkü emekçi kadınların bugünden sınıf bilinciyle kuşatılarak sınıf mücadelesinde burjuva kadınla değil emekçi erkeklerle saf tutması ve kendi ezilmişliğine karşı  da bilinçlenmesi iç içe gerçekleşebilir.

Clara Zetkin bu mücadele hattını şu sözlerle özetlemişti: “Proleter kadının nihai amacı erkekle serbest rekabete girişmek değil, proletaryanın siyasal egemenliğinin kurulmasıdır. Proleter kadın kendi sınıfından erkekle el ele kapitalist topluma karşı savaş verir. Kuşkusuz, burjuva kadın hareketinin taleplerini de onaylar, fakat o, bu taleplerin gerçekleşmesini, proleter kadın hareketinin kendi sınıfının saflarında, aynı teçhizatla silahlanmış olarak mücadeleye girmesi için bir araç olarak görülür.” Kısacası, emekçi kadınlar için kızkardeşlik değil sınıf kardeşliği temelinde örgütlenmek esastır.

8 Martlarda kadın erkek omuz omuza yürümenin anlamı da burada yatmaktadır: hayatı yaratan milyonların yarısı kadın ise diğer yarısı erkektir. Ve emekçi kadınlar hayatın çilesini birlikte omuzladıkları erkekleri egemen fikirlerden arındıracak bir savaşı sınıf mücadelesinde en ön safta savaşarak gerçekleştirebilir. Erkekler bu durumda feministlerin bakış açısından farklı olarak mücadele içinde değişen (tıpkı kadınların bilincinin değişmesi gibi) öznelerdir. Diğer yandan Marksistler kadının ezilmesinin sebebini erkeğin kendisi olarak görmezler. Bu eşitsizlikten çıkarı olanın erkek değil egemen sınıfın devamını sağladığı düzenin kendisidir. Burjuva ahlakı, yasaları ve toplumu kadının eşitsizliğini pekiştirir. LGBTİ bireyler de kadınların kaderini paylaşır çünkü cinsellik, burjuva ailenin geleneksel yapısı içinde ve düzenin kadın-erkek her ikisine de dayattığı rollerin etrafında belirlenir. O halde temel hedef sınıflı toplumların ortadan kalkması olmalıdır ki tüm cinsel ezilme ilişkileri sona ersin. Buradan hareketle sınıflı toplumların ve özel mülkiyetin kadınlarla beraber erkekleri de zapturapt altına aldığı unutulmamalıdır. Eşcinsel erkeklerin de kadınlardan daha büyük baskıya uğramaları tesadüf değildir.

Femnistlerin kadın sorununa dair ön plana çıkardığı nokta da “kız kardeşlik” bağı, yani tüm kadınların “erkek egemen düzen” karşısında ortaklığıdır. İşin içine emeğin ve emekçi kadınların özel bir vurgu ile katılmasından itina ile kaçınılmaktadır çünkü bu durum kadınları kendi içinde bölmek anlamına gelmektedir. Marksistler de aslında tam olarak feministlerin ısrarla kaçındıkları bu noktayı öne çıkartırlar çünkü emekçi kadın ile onun patronu arasındaki “kız kardeşlik” Zetkin’in ifadesi ile pırıltılı bir sabun köpüğünden ibarettir. Pırıltılı, albenili ancak ilk sınıf karşılaşmasında sönüp gidecek kadar ömürsüz, temelsiz ve yanıltıcıdır. Söz gelimi şu an en yakıcı sorunlardan olan kadınların kısmi zamanlı, uzaktan, ya da kiralık işçi olarak çalışması en esnek ve en sömürü koşulları ağır saldırılara uğruyor olması bu kız kardeşliğin “büyüsünü” anında bozmaktadır. Emekçi kadın, hiç şüphesiz kendisini, bu hayati sorunlara dair tek çözüm üretemeyen feminizmin değil, erkek işçi ile ortaklaşabileceği sosyalist mücadelenin içine görecektir.

Sonuç

 Sınıflar üstü, kendinden menkul bir kadın mücadelesi yoktur. Kadın özgürlüğü ve haklarına dair söylenen her şey bir sınıfın programına işaret etmektir. Feminizmin sınıflar üstü olma iddiasının da bir temeli yoktur. Burjuva feminizminden kaynağını alan ve onun çeşitli varyasyonlarını kız kardeşlik iddiasıyla sola zerk etmeye çalışmak kadın sorununa dair ilerici bir pozisyon gibi gösterilmeye çalışılsa da hiç de öyle değildir.

Burjuva sınırlar içinde dahi olsa kadınların haklarının iyileştirilmesi, yasal özgürlük sınırlarının genişlemesi bugünden uğruna mücadele verilmesi gereken şeylerdir. Ancak dünyayı emekleriyle var eden kadınlar dünyanın kırıntılarıyla avutulamazlar. Kadının erkekle eşit konuma gelebilmesi için gereken kreş, yemekhaneler, çamaşırhaneler gibi en basit talepler bile bugün kapitalist düzeni, egemen sınıfı (kadını ile birlikte), ve sınıflı toplumu karşımıza almayı gerektiriyor. İşte bu noktada kadınların yolları da ayrılıyor. Çünkü feministler “bırak evi marslılar temizlesin” ya da “bırak evi bok götürsün” gibi ev içi emeğe yönelik tepkileri ifade etse de emekçi kadının hayatında bunun karşılığı ancak bu işlerin toplum tarafından üstlenilmesi olabilir. Bu da son derece sınıfsal bir taleptir; sert bir sınıf mücadelesinin tarafı olmayı gerektirir. Emekçi kadınlara karşı burjuva kadınlar. Çünkü kapitalist toplum ev yükünü kadının sırtına yüklediği, erkeği de bu sayede sınırsız çalıştırabildiği için ayakta duruyor. Toplumsal kurallar, gelenekler, burjuva ahlak bu temel üzerinde şekilleniyor. Buna dur diyebilmek ise tüm cinsel ve ulusal ezilmeleri ortadan kaldıracak son kavganın rengi kızıl bayrak altında mümkün olabilir.

bolsevik.org

KATEGORİLER
ETİKETLER