HDP, Sansür ve Medyanın Serbest Piyasa Hali – Emre Güntekin
Son günlerde HDP ülke siyasetinin ana gündemini oluşturuyor. Yıllardır eş genel başkanlarından belediye başkanlarına, milletvekillerine kadar pek çok kanaldan yapılan tutuklamalarla HDP’yi abluka altına alan iktidar Kürt siyasal hareketini kriminalize etmek ve şeytanlaştırmak için işin medya ayağını da olabildiğince sıkı tutuyor. Hemen her gün HDP üzerine programlar yapılıyor ve bu programlara Doğu Perinçek gibi bir meczup hemen her akşam çağrılırken, konunun muhattapları tamamen görmezden geliniyor. Mesele Kürt meselesini demokratik bir zeminde konuşmaktan ziyade toplumdaki kutuplaştırmayı sonuna kadar zorlamak olduğu için bu durum şaşırtıcı değil.
Bu konuda Habertürk’te yayınlanan Türkiye’nin Nabzı programının sunucusu Didem Arslan Yılmaz’ın “biz özel sektörüz, bu bir tercih meselesidir” çıkışı madalyonun medya ile ilgili olan kısmını özetliyor. Türkiye’de ana akım medya AKP’li yıllarda, Arslan’ın da belirttiği üzere memleketin iliğini kemiğini sömüren bir avuç patronun (onun deyimiyle özel sektörün) tekeline girdi. Bu süreç medyanın patronların akçeli işlerinin gerektirdiği şekilde dönüşümünü de beraberinde getirdi. Medyanın temel görevi habercilik yapmak veya gerçekleri aktarmaktan ziyade iktidar ne diyorsa topluma onu taşımaktan ibaret hale geldi. Buradan elbette AKP öncesinde medyanın sermayeden ve iktidar ilişkilerinden bağımsız bir araç olduğu sonucu çıkarılamaz. Ancak tek seslilik cumhuriyet tarihinin belki de hiçbir döneminde böylesine baskın değildi.
Bugün ana akım medyanın neredeyse tamamı iktidarın taşeronu görevi görüyor. Medya ile uzaktan yakından alakası olmayan patronlar, daha yakın geçmişte Demirören örneğinde olduğu üzere, kamu bankaları seferber edilerek medya devlerini satın alıp iktidarın borazanına dönüştürmekte hiç çekince görmediler. Aşağıdaki listeye göz atıldığında tablo netleşecektir:
• Sabah grubu, 2007 yılında 1,1 milyar dolara Çalık Grubu’na satıldı. O dönemki Çalık Grubu CEO’su yabancı değil, damadın ta kendisi. Grup 2014 yılında yine iktidarın değişmez müteahhitlerinden Kalyon Grubu’na satıldı.
• Show TV, Habertürk, Bloomberg HT Ciner Holding’in elinde.
• NTV-Star grubu Doğuş Holding’e ait.
• Yeni Şafak Albayrak İnşaat’ın elinde.
• Yıllarca AKP ile sorunlar yaşayan Doğan Medya ise 2018’de 916 milyon dolara Demirörenlere satıldı. Demirören Grubu’nun bu parayı karşılayabilmesi için Ziraat Bankası’nın sağladığı kredi o dönemde gündem olmuştu.
Listede yok yok: Çalık, Ciner, Albayrak, Kalyon, Doğuş, Demirören ve daha sayamadıklarımız… Unuttuklarımız kusura bakmasın!
Bunların birçoğu iktidarın büyük inşaat projelerinin de yüklenicisi konumunda ve buralardan hazine garantileriyle büyük rantlar elde ediyorlar, hemen her birinin devasa vergi borçları tek kalemde siliniyor, eğer bir şeyler özelleştirilecekse dibinde bitiyorlar. Kısacası iktidarla medyanın büyük bölümünü elinde tutan patronlar tam bir al gülüm ver gülüm ilişkisi içerisinde.
Medya ise karlılığı bir yana daha çok iktidarı hoşnut tutmanın bir aracı olarak kullanılıyor. Yani medya patronlarının derdi kanalların karlılığı değil. Ne de olsa iktidar medya grupları zarar etse de bir şekilde bunu diğer faaliyet alanlarından karşılıyor. Mesela Demirören Medya zarar edince ve çektiği krediyi karşılamakta zorlanınca, Milli Piyango 10 yıllığına Demirörenlere ihale edildi.
Didem Arslan’ın kastettiği de tam olarak bu tablo. Hangi patron kanalına bir HDP’li çağırıp haşmetmeaplarının öfkesini üzerine çekip, karlı yatırımlarını riske atmak ister ki?
Bu kirli ilişkiyi de utanmadan evrensel yayıncılık ilkesi olarak açıklıyorlar.
Hoş, çağırsalar ne olacak ki? HDP’liler karşılarında gazeteci değil iktidarın tetikçilerini, trollerini bulacak. Cüneyt Özdemir’in Garo Paylan’la yaptığı yayının üç aşağı beş yukarısı olacak. Onun da sorabildiği tek soru HDP’nin PKK’yi terör örgütü olarak görüp göremediği! Yıllardır Kürt sorununu tartışmak yerine düşmanlığı, şovenizmi körükleyenlerin elinden ötesi gelmiyor.
Şunu da biliyoruz, geçmişte özellikle iktidarın çözüm sürecinde bu kanallar adeta “barış güvercin”leriyle doluydu. Yarın birgün ülkede atmosfer değiştiğinde bu kanalların ne kadar hızlı değişeceğine yine şahit olacağız. Yeter ki musluk kesilmesin!
Medyanın haline değinmişken bu konuda Sidney Lumet’nin 1976 yapımı Network (Şebeke) filmini tavsiye ederim. Özellikle neoliberalizme geçiş dönemine tekabül edilen yıllarda çekilen film sermayenin hemen her alanı olduğu gibi medyayı da karlılık ilişkilerine nasıl tabi kıldığını ve bu uğurda hemen her yolun nasıl mübah görüldüğünü alaycı bir dille aktarıyor. Türkiye’deki medya düzeni de bu dönüşümün en rezil örneklerinden birisi olarak karşımızda duruyor.