Hamidiye Alaylarından Köy Koruculuğuna Kirli Savaşın Geçmişi – Emre Güntekin
Bu yazı ilk kez,Kasım 2009’da Marksist Bakış dergisinin 18. sayısında yayınlamıştır.
Bugün Kürt sorunu konusundaki gerçekler TC’nin kuruluşundan bu yana hiç olmadığı kadar daha fazla konuşuluyor, özellikle son 30 yıldır yaşananların boyutları gün ışığına çıkmaya devam ediyor. Toplu mezarlar, faili meçhuller ve Kürt halkına yönelik uygulanan baskının birtakım ayrıntıları artık daha fazla biliniyor, daha fazla tartışılıyor ve sıradanlaşı- yor. Egemen sınıflar kendi aralarında kavgaya tutuş- tukça bu gerçekler bir tarafın diğerine karşı kullandığı sopalar haline geliyor. Türkiye egemen sınıfları, 86 yıllık tarihinde en ufak demokratik meseleleri çözmekteki yeteneksizliğine karşın kirli savaşı sürdürme konusunda ne kadar yetenekli olduğunu bugüne kadar sayısız kez kanıtlamıştır. İşçi ve emekçi sınıfların sırtından edindiği birikimi Kürt coğrafyasında bu savaşın sürdürülmesine harcamaktan çekinmemiştir. Haliyle aşiretleri besleyerek onları sivil ordu şeklinde silahlandırmak, özel kuvvetleri, NATO’nun en büyük ikinci ordusunu finanse etmek onlara oldukça tuzluya gelmektedir. Bugüne kadar bölgede yürütülen kirli savaşın boyutları, bölgede özel savaşın yürütücüleri olan kontrgerilla ve onun sivil örgütlenmeleri çok fazla yazılıp çizildi. Ancak, şu noktayı açmak gerekmektedir: Osmanlı’dan bugüne devlet geleneğinin devamlılığı, bugün kirli savaşın yürütücüsü olan örgütlenmelerin sürekliliğinden bile gayet net bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu konuda verilebilecek en önemli örnek korucu örgütlenmesidir ve Hamidiye Alayları’ndan köy koruculuğuna kadar Kürt halkına karşı yürütülen savaşın tüm izlerini bünyesinde taşımaktadır.
Hamidiye Alayları’ndan Köy Koruculuğuna….
Devletin, 1985 yılında Kürt ulusal mücadelesine yönelik kurumsallaştırdığı koruculuk sistemine benzer uygulamaların, geçmişte de hayata geçirildiği tarihsel bir gerçektir. Bu noktada, Abdülhamit döneminde oluşturulan Hamidiye Alayları, bugünkü koruculuk sisteminin atası sayılabilir. 19. yüzyılın sonlarında, özellikle Fransız Devrimi’nin etkisiyle Avrupa’da pek çok ülke bir uluslaşma sürecine girdi ve bu durum özellikle Osmanlı gibi bünyesinde birçok ulusu barındıran imparatorlukların çözülüşünü hızlandırdı. Nitekim, 19. Yüzyıl içerisinde Osmanlı’nın bünyesinden pek çok ulus devlet doğmuştur ve bunun etkileri doğal olarak Doğu’yu da etkilemiştir. Bu bölgede yoğun olarak yaşayan Ermeniler, Araplar ve daha geri de olsa Kürtler arasında ulusal bilinç uyanışa geçmişti. 1891 yılında oluş- turulmaya başlanan Hamidiye Alayları, Ermenilerin olduğu kadar Kürtlerin de ulusal bilincinin uyanmasını engellemenin bir aracı oldu.
Kürdistan coğrafyasında konuşlandırılan ve her biri 200 süvariden oluşan bu alayların toplam sayısı 36 idi. Abdülhamit döneminde izlenen Panislamist çizgiyle birlikte bölgede yaşayan Kürtler ve Ermeniler karşı karşıya getirilmiştir. Hamidiye Alayları’nın tarihsel misyonu, bu savaş içerisinde belirlenmiştir. Yoğun olarak bölgede yaşayan Sünni Kürt aşiretlerinden oluşturulan Hamidiye Alayları ile birlikte, bir yanda Kürtler evcilleştirilmeye çalışılıp, ulusal bilincin yükselmesi engellenirken; diğer yandan devlet geleneğinin tarihsel düşmanı haline gelen Ermeniler ve Kürtler içerisinde Osmanlı’nın çizdiği Panislamist çizgiye uymayan Alevi-Kürt aşiretleri baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Abdülhamit’in “Rumeli’nde ve bilhassa Anadolu’da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel de içimizdeki Kürtleri yoğurup kendimize mal etmek şarttır.” sözünün hayata geçirilmesinde Hamidiye Alayları önemli bir işlev üstlenmiştir. Osmanlı tarafından silahlandırılan ve açık destek gören Hamidiye Alayları, Kürdistan coğrafyasında pek çok azınlığa yönelik kanlı katliamlara imza attı. Saldırıların, öncelikli hedefi doğal olarak gayri Müslimlerdi. Özellikle, Rus sınırını koruma bahanesiyle desteklenen Hamidiye Alayları, 1890’larda kendi ulusal talepleri doğrultusunda örgütlenen Ermenilere karşı katliamlara giriştiler.
1894 yılında, Sasun bölgesinde yaşayan Ermeniler, Babıali’nin topladığı vergilerin yanında, Kürt aşiret reislerine vermek zorunda kaldıkları haraçlara karşı da ayaklandılar. Bu isyan, on binlerce Ermeni’nin katledilmesiyle bastırıldı. Asuriler, Keldaniler, Ezidiler gibi bölgede yaşayan pek çok azınlık Hamidiye Alayları’nın katliamına maruz kaldı ve mallarına el konuldu. Hatta, şeyhülislamların “Kızılbaş- ların katli vacip, malı helaldir.” fetvaları altında Kızılbaş Kürtler de bu katliamlardan nasiplerini aldılar. Dersim ve Musul bölgesinde patlak veren isyanlar kanlı bir biçimde bastırıldı. Bu katliamlar, bir yandan bölgedeki Hamidiye Alayları’nı oluşturan aşiretlerin güçlenmesine, devlet sathında önemli imtiyazlar elde etmesine ve bölgedeki iktidar boşluğunu doldurmalarına neden olurken; diğer yandan Osmanlı Devleti’nin merkezi otoritesinin bu bölgede tesisinde de önemli bir rol oynadı. Bunun karşılığı olarak bölgedeki aşiretler, vergi ve düzenli askerlik gibi mecburi hizmetlerden muaf tutularak ödüllendirildiler. Bu durum, Kürtler arasında Osmanlı’ya sadakatin daha da derinleşmesine yol açtı. Öyleki, II. Abdülhamit “Bave Kurdan” yani Kürtlerin babası olarak anılmaya başlandı.
Savaş koşulları haricinde de silahlandırılan Hamidiye Alayları’nı oluşturan aşiretlerin, yerel iktidar organları olarak hareket etmeye başlamaları ve güçlenmeleri sonraki dönemde egemen sınıflar nezdinde de ciddi rahatsızlıklara neden oldu. Nitekim, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra Hamidiye Alayları, İttihat ve Terakki tarafından bir süre “aşiret alayları” adı altında devam ettirilmeye çalışılsa da, merkezi otoriteye boyun eğmeme konusunda diretmeleri karşısında tasfiye edilmek istendi, ancak başarılamadı. Bu girişimlerin sürmesi, bölgede pek çok ayaklanmaya neden oldu ve son olarak şeyh Sait isyanına da katılan aşiretlerin İran’a göçmeleriyle birlikte Hamidiye Alayları fiilen tükenmiş oldu.
Hamidiye Alayları’nın tasfiye edilmiş olması, Kürdistan coğrafyasında bugüne kadar sürdürülen baskı politikasının azaltılması anlamına gelmemiştir. Ne bölgede silahlandırılarak paramiliter örgütlenmeler haline getirilen aşiretler silahsızlandırılmıştır, ne de burjuva cumhuriyet bölgenin gerici-feodal unsurlarını temizlemeye muktedir olabilmiştir. Aksine, bu unsurlar Kürt halkının ulusaldemokratik taleplerinin bastırılmasında ve kontrol altında tutulmasında birebir rol oynamışlar ve bölgede ulusal gelişmenin önünü tıkamışlardır. 86 yıllık tarihleri içerisinde egemenler, Kürt halkını baskı altında tutmak amacıyla daima özel yasalara, özel savaş aygıtlarına ihtiyaç duymuştur. Osmanlı’nın son döneminden bugüne kadar Kürt coğrafyasında uygulanan “ızale-i şekavet Yasası”, “Tunceli Yasası”, “ıskan Yasası”, “Sansür-Sürgün Kararnameleri”, “Olağanüstü Hal Bölge Yasası”, “Kritik ıller Yasası” vs. savaşın hukuki altyapısını oluşturmuştur. Tabii ki, kağıt üzerinde yaratılan baskının yaşama geçirilmesinde pek çok özel aygıt yaratılmıştır. Osmanlı’nın son döneminde kullandığı Hamidiye Alayları’ndan, bugünkü koruculuk sistemine uzanan kirli savaş örgütlenmeleri bu ihtiyacın bir sonucudur. 1980’li yıllar bu konuda yeni bir kırılmanın dönemidir. 1970’lerin sonlarında Kürt halkı arasında artan örgütlülük, bölgede mücadelenin farklı boyutlara evrilmesine yol açtı. Bu noktada, doğal olarak burada anılması gereken en önemli unsur PKK’dir. 1978’de kurulan PKK, 12 Eylül darbesine karşı yürüttüğü silahlı mücadeleyle ve 12 Eylül zindanlarında Mazlum Doğan, Kemal Pir gibi önderlerinin gösterdiği direnişle birlikte bölgede önemli bir güç kazandı ve siyasi rotanın devletle yürüttüğü savaş üzerinden belirleneceği 30 yıllık bir dönemin kapısını araladı.
PKK’nin yükselttiği mücadele karşısında egemenler kolluk güçleriyle yeni bir kirli savaşın önünü açtı. Ayrıca, burjuva yasallığının dışında kalan örgütlenmeler yarattı. Koruculuk sistemi, bu yönde atılan adımlardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. ılk olarak, 1985 Mayısı’nda bölgede devletin güvenebileceği aşiretler bölgedeki komutanlar tarafından Kur’an’ı Kerim’e el bastırılıp, talak-ı salise yemini ettirilerek silahlandırılmaya başlandılar. Burjuva devlet kuruluşundan bugüne, Kürt ulusunun her dönem canlı duran ulusal özlemleri karşısında, çareyi bölgenin feodal unsurlarıyla işbirliğine gitmekte ve bu şekilde Kürt halkını baskı altında tutmakta bulmuştur. Bölgede bu kurumları canlı tutma politikaları içerisinde toprak ağaları, aşiret reisleri, şeyhler devletin en sadık hizmetkârları olmuşlar ve destek görmüşlerdir. Burjuva düzen partilerinin, Kürt bölgelerinden çıkardığı adaylar genellikle bölgede halka kan kusturan aşiretlerin liderleri olmuş, burjuva devletin Kürt ulusuna yönelik uyguladığı militarist politikalarının bir ayağında aşiretler yer almıştır.
Yakın tarihimiz, burjuva devlet ve aşiretler arasındaki kirli ilişkilerin ortalığa saçıldığı pek çok olayla doludur. Bu konuda, en popüler örnek, kirli geçmişi burjuva düzenin aynası olan Bucak aşireti ve lideri Sedat Bucak’tır. 1996 yılında, burjuva devlet-ülkücü mafya-siyaset üçgenindeki derin ilişkileri ortaya çıkaran Susurluk kazasından sağ kurtulan Sedat Bucak, aşiretlerin devletin derinliklerindeki yerini ortaya koymuştu. Burjuva düzen tarafından, yaptığı hizmetlerin karşılığını milletvekili olup, dokunulmazlık zırhına büründürülerek görmüştür. 2007 yılının Haziran ayında yapılan Kaldırım Operasyonu’nda da Bucak aşiretinin, orduyla iç içe geçmiş ilişkileri ortalığa saçılmıştı.
Sedat Bucak’ın yakın korumalarının üzerinden Ergenekon Operasyonu kapsamında tutuklanan Veli Küçük tarafından verilen, “Jandarma ıstihbarat Teşkilatı” kimliği çıkmıştı. Sedat Bucak örneği üzerinde durulmasının nedeni, Türkiye’deki burjuva rejimin Kürt halkının haklı taleplerini baskı altında tutarken kimlerle işbirliği içerisine girdiğini, en çıplak haliyle tanımlamaktır. Nitekim, Sedat Bucak bu düzenin çürümüş yönünün bir simgesidir. Bugün, Kürt bölgelerinde burjuva devlet tarafından silahlandırılan korucu aşiretleri, bir yandan Kürt halkına yönelik saldırganlığın bir parçası haline gelirken, öte yandan silahlanma sayesinde elde ettikleri güçle uyuşturucu kaçakçılığı başta olmak üzere pek çok kirli işin taşeronluğunu üstlenmektedir. 1980’lerden bu yana Kürt ulusal hareketine yönelik sürdürülen kirli savaş, bölgede silahlanmanın ve militaristleşmenin getirdiği pek çok pislik yaratmıştır. Bu süreç içerisinde koruculuk sisteminin özel bir yeri bulunmaktadır.
Özellikle, 1990’lardan itibaren hem Kürt halkı içerisinde bölünmeler yaratmak, hem de kolluk güçlerinin yanında savaşın sivil ayağını oluşturmak amacıyla burjuva devletin desteğini alan ve silahlandırılan korucular, bugüne kadar zorunlu göçlerin, köy yakmaların, pek çok katliamın ve baskının sorumlusudur. İHD’nin, kendilerine yapılan başvurular ve tespit edebildiği olaylara dayanarak hazırladığı ve Ocak 1990-Mart 2009 dönemini kapsayan rapora göre; 183 kişi köy korucuları tarafından öldürüldü, 259 kişi de yaralandı. 294 kez silahlı saldırı düzenleyen köy korucuları, 50 kişiyi infaz etti. Köy korucuları tarafından yapılan işkence ve kötü muamele olayı ise 562 olarak kayıtlara geçti. 12 taciz ve tecavüz; 22 kaçırma suçunu işleyen korucuların aynı zamanda, 38 köy yakma, 14 köy boşaltma, 17 ormanlık alan yakma olayına karıştığı belirtildi. Son dönemlerde ise, korucular sıklıkla kendi içlerindeki rant kavgalarıyla gündeme geliyorlar. Son olarak Mardin ve Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde kendi aralarında çatışan korucular, 45 kişi öldürdüler.
Mardin’deki olayda 44 kişiyi, Silvan’daki olayda ise 8 yaşındaki bir kız çocuğu korucuların hedefi oldu. Özellikle, Kürt bölgelerinde 90’larda dayatılan OHAL uygulamalarında korucuların işledikleri suçlar egemenlerin dillerinden de dökülmeye başlanmıştı. ıçişleri Bakanlığı’nın 1996’da “Hizmete Özel” diye hazırladığı belgelere göre, her üç köy korucusundan birinin suç işlediği ortaya çıkmıştı. Sadece 1986 ile 1996 arasındaki 10 yıllık sürede 23 bin 222 geçici köy korucusunun görevine işledikleri çeşitli suçlar nedeniyle son verildi. Yine 1996’da, dönemin başbakanı Necmettin Erbakan, MıT raporunu kaynak göstererek, “Güneydoğu’da koruculuk sistemi adeta eroin şebekeleri gibi çalışıyor.” demişti. 2006 yılında ıçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlara göre korucuların suç dökümü şu şekildeydi: “Terör suçlarıyla ilgili 2.384, mala karşı işlenen suçlarla ilgili 934, şahsa karşı suçlarla ilgili 1234, kaçakçılık suçlarıyla ilgili 420 olmak üzere, toplam 5.000 civarında geçici köy korucusu suç işledi; 853 geçici köy korucusu tutuklandı.” Tabii ki, bu rakamlar kağıt üzerinde kalan rakamlar. Koruculuk sisteminin bilançosunun çok daha fazla olduğu, bölgede yarattığı tahribattan anlaşılmaktadır.
Burjuva düzenin sözcüleri, Mardin katliamı sonrasında olduğu gibi hedefi şaşırtarak, konuyu töre sorununda kilitlemeye çalışmaktadırlar. Ancak, korucuların kadınlara karşı işlediği suçlar, kadınlara yönelik baskının tek sorumluluğunun törelerine kendine adamış insanlarda olmadığını gösteriyor. Örneğin, geçtiğimiz yıl Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu, faaliyette oldukları 11 yıl içerisinde büroya 294 başvuru yapıldığını açıkladı. Bunların içerisinde 71 tecavüz başvurusu bulunmaktadır. ışte korucular eliyle işlenen yakın geçmişin bazı olayları:
*1996 Kasım ayında, Diyarbakır’ın Mermer ilçesine bağlı Eryol köyünde, 10 yaşındaki R. K. Korucu Süleyman Askan’ın tecavüzüne uğradı ve bu durum aralıksız 4 ay devam etti. Ailesinin olayı fark etmesinden sonra açılan davada tecavüzcü delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. *Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesine bağlı Çömçelik köyünde, K. ı. Adlı genç kıza önce tecavüz edildi, sonra öldürülerek evinin önüne atıldı. Tecavüz eden ve katleden yine bir korucuydu.
*Korucuların tecavüzüne uğrayan Remziye Dinç, bu olay sonucunda hamile kaldı ve bir çocuk getirdi dünyaya. Mahkeme, olayın Remziye Dinç’in isteğiyle gerçekleştiğini karara bağlayarak, tecavüzcü korucuları yine akladı. Bu örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir. Bu örneklere bakarak, Mardin katliamını sadece töreyle açıklamak başlı başına bir aymazlıktır.
Bir başka önemli unsur da, Kürt bölgesi için sık sık vurgulanan dini eğilimlerin güçlü olması ve Kürt halkının bu yönde gerici bir karaktere sahip olmasıdır. Nitekim, törenin yanında çeşni olarak sık sık din faktörü de ön plana çıkarılmaktadır. Ancak, bizler biliyoruz ki bölgede Kürt ulusal mücadelesinin gelişiminin önünü kesmek, Kürt ulusunun üzerinde bir baskı aracı olarak dini öğeler egemenler tarafından bilinçli olarak forse edilmiştir. Özellikle, 12 Eylül darbesi bu konuda bir milat sayılmaktadır. 70’li yıllarda Kürt bölgelerinde de etkisini gösteren devrimci mücadelenin getirdiği hafızayı silmek için, din üzerinden propagandayı yükseltmek darbecilerin önemli bir uğraşı olmuştur. Örneğin, darbecilerin 1986 Mart’ında askeri helikopterlerden attırdıkları bildirilerin içeriği şu şekildeydi: “Vatandaş! Bakın en yüce ıslam dini size ne emrediyor… Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Allah tecavüzkarları sevmez. (Kur’an-ı Kerim Bakara Suresi, 140. Ayet) Onlara karşı savaşmak senin gibi her Müslümanın görevidir.” (Soner Yalçın, Hangi Erbakan, syf. 240) Darbeciler, Kürt ulusunun yükselen mücadelesine karşı adeta cihat çağrısı yapmaktadırlar. Yine benzer yönelimlere, 1990 yılında Türk Ocakları Merkez Heyeti’nin yayınladığı raporda da karşılaşılmaktadır. Hazırlayanları arasında, sonradan MHP’den bakan olan Abdülhaluk Çay ve Sadi Somuncuoğlu, eski başbakan yardımcısı Faruk Sükan ve Doğu Ergil gibi isimlerin bulunduğu raporda şu ifadeler yer almaktadır: “(…) Ülkemizde Kürtçülük (…) temelde laik, hatta din düşmanı bir ideoloji değildir.
Kürt ayrılıkçılığı bir aydın ideolojisidir. Kürt ayrılıkçılığını büyük ölçüde laik-pozitivist eğitimin hızlandırdığı söylenebilir.” “(…) Yörede resmi faaliyet gösteren az sayıda kuran kursu ile çok az sayıda ımam Hatip Okulu vardır. Bunların sayı ve kapasiteleri yetersizdir. Fiili güç ve itibar dengesinin sağlanması için gerillaya karşı mücadelede silah, araç ve gereç üstünlüğü sağlanmalı, savunmasız alanlar tamamen kapatılmalıdır.”(Aktaran: Mehmet Güç, 28 Ocak 2000, Yeni Binyıl )” Nitekim, egemen sınıflar, yeri geldiğinde tıpkı koruculuk da olduğu gibi dini tarikatların da eline silah tutuşturmakta bir an olsun tereddüt etmemişlerdir. Bölgede koruculukla birlikte, Kürt halkına kan kusturan bir başka silahlı güç de bir kontrgerilla örgütlenmesi olan Hizbullah’tır. Egemenler, kirli savaşın en yoğun döneminde Hizbullah’ı sokağa salmış ve pek çok faili meçhul cinayetin, katliamın, suikastın önünü açmıştı.
Kendi yarattığı pislik, ayağına bulaşmaya başladığı anda ise ortadan kaldırmakta çekince görmemişler ve Hizbullah’ın yarattığı mezar evleri tüm toplumun hafızasına kazımışlardı. Hizbullah’a verilen destek TBMM raporuna şu şekilde girmişti: ”Eski Batman Emniyet Müdürü Öztürk şimşek:” Ne yazık ki, Hizbullah örgütü mensupları bir dönem askerlerden yardım gördüler. Buradaki bazı askeri birliklerde silahlı eğitim yaptılar, lojistik destek gördüler”. (2 şubat 2000, TıHV Yönetin Kurulu adına başkan Yavuz Önen)” Ayrıca, Hizbullah’ın pek çok yerde koruculukla nasıl iç içe geçtiğine dair pek çok tanıklık mevcuttur. Örneğin, bir tanığın anlattıkları bu ilişkiyi açık bir şekilde gözler önüne sermektedir: “Kamil Atak 1990’lı yıllarda PKK’ya yardım ettiği iddia edilen kişileri alıyor ve Hizbullah’a teslim ediyordu. Hizbullah da bu kişileri eğitim amaçlı olarak kullandıkları ve 1991’de boşaltılan Kuştepe Köyü’nde sorguladıktan sonra öldürüyordu.” (Aktaran: Müjgan Halis, Kuyulardan Cezaevine Kamo Ağa, Sabah, 27 Mart 2009) Egemenlerin Kürdistan coğrafyasında on yıllardır yürüttüğü kirli savaşın yarattığı tahribat 2009’un Mayıs ayında Mardin’de yaşanan ve 44 kişinin öldürüldüğü katliamda belirdi. Savaşın insani değerleri nasıl tahrip ettiğinin, bölgenin artık gerçekliği haline gelen şiddet kültürünün nasıl bir travma yarattığı 44 kişinin hunharca katledilmesiyle yeniden gündeme düştü. Tarihsel gerçekler bize katliamın sorumluluğunu açık bir şekilde göstermektedir. ıster dine bağlansın, ister töreye, ister yalnızca kadınlara yönelik baskıya, katliamın yegâne sorumlusu bölgede bu unsurların sürdürülmesinde çıkarı olan, bu unsurları Kürt halkının mücadelesinde bir fren olarak kullanmak için çabalayan ve koruculuk sistemi gibi yapılarla bu durumu teminat altına alan burjuva devlettir.
Katliamın temel nedenlerinden birisi de, bölgede devletin dağıttığı silahlarla güç yarışı içerisine giren korucular arasındaki rant savaşıdır. Sadece bu olay içerisinde değil geçmişte de bu tarz çatışmalar yoğunlukla yaşanmıştır. Korucu aşiretler arasında rant yüzünden çıkan çatışmalardan daha vahim olanı ise, bölgede korucu aşiretlerin koruculuk dayatmasına boyun eğmeyen aşiretler üzerinde silah zoruyla elde ettiği kazançtır. 90’lı yıllarda pek çok ilde yaşanan köy yakmalar, boşaltmalar, zorunlu göç sonrasında geride kalan topraklar büyük oranda korucu aşiretler tarafından gasp edilmiştir. 90’ların bir klasiği haline gelen bu olay bugün de farklı şekillerde tezahür etmektedir ve bu tarz olayların hesabının sorulmasının önündeki en büyük engel yine sermaye devletinin desteğidir. Öyle ki, bizzat Kürt bölgelerinden seçilen milletvekillerinin kontrolünde bu tarz vakalar yaşanmaktadır. Örneğin, Yeni Özgür Politika gazetesinde 22 Ocak 2009 günü “AKP’den koruculaştırma çabası” başlığıyla yer alan bir haberde, şöyle deniliyordu: “AKP Mardin Milletvekili Süleyman Çelebi’nin oğlu Mehmet Sait Çelebi’nin, Nusaybin’e bağlı Hanik köyü ve dağlık alandaki Hastu, Berhok ve Pelaşu mağara köylerinde gasp eylemlerinde bulunarak, korucuları yerleştirmeye çalıştığını bildirdi.” Bu nedenle, korucuların bölgede işlediği suçları kendinden menkul saymak hatalıdır. Bu olayda da görüldüğü üzere, egemenler bizzat kendi adamları aracılığıyla bu suç şebekesini yaratmaktadır. şimdiye kadar bahsettiğimiz her türlü gerekçenin burjuva devletin rolünü ortaya sermesine rağmen, Mardin’de yaşanan katliam sonrası egemenler katından yine pervasız bir ikiyüzlülük sergilendi. Yıllardır, bölgede işlediği suçların bilincinde olan egemenler, meseleyi alakasız gerekçelere dayandırma yarışına girmekte gecikmediler. Eteğindeki incileri ilk boşaltan Mardin Valisi oldu ve adeta dalga geçercesine bu tarz katliamları engellemenin yolunun kızlara ayrı okullar yapmaktan geçtiğini açıkladı.
AKP iktidarının bakanları genel olarak koruculuğun kaldırılmasından ziyade, utangaçça bir ıslah projesinden söz ederken; genelkurmay koruculuk sisteminin kaldırılmaması gerektiği yönünde açıklama yaptı. Düzenin sözcüleri, söylemleriyle sırtlarını dayadıkları kirli savaş örgütlenmelerinden vazgeçemeyeceklerini gösteriyorlar.
Sonuç Olarak
Mardin’de yaşanan katliam, kapitalist sömürü düzeninin en çıplak resimlerinden birisi olmuştur. Kapitalist düzen, doğası gereği her dönem katliamlara, baskılara, ezilen halklara yönelik şiddete muhtaçtır ve bekasını işçi sınıfı- na ve ezilenlere yönelik her yeni gün örgütlediği şiddetle sürdürebilmektedir. Burjuva düzenin, Kürt halkının haklı taleplerine yönelik, varoluşundan bugüne örgütlediği kirli savaş ve baskı politikaları kaçınılmaz olarak yeni Mardin’ler yaratmaya mecburdur. Egemenler Kürt halkının mücadelesini bastırmak amacıyla bugüne kadar elinden geleni nasıl ardına koymadıysa, bugünden sonra da koymayacaktır. Bunu durdurabilecek tek güçse ezilen halkların mücadelesine omuz veren, sermaye düzenine karşı mücadelesinde ezilen halklarla omuz omuza vermekten çekinmeyen bir sınıf mücadelesidir. Bu mücadeleyi yükseltmek, işçi sınıfını enternasyonalist bir perspektifle donatacak ve sermaye düzeninin kirli savaş aygıtlarıyla birlikte tarihin çöplüğüne gönderecek olan işçi sınıfının devrimci Marksist öncüsünün görevidir ve bu mücadele önümüzdeki dönemde de tüm yakıcılığıyla bizleri beklemektedir.