Gümrük Vergileri Kapitalizmin Doğasına Aykırı Mı? Kısa Bir Dış Ticaret Teorisi – Davud Caner B.

Gümrük Vergileri Kapitalizmin Doğasına Aykırı Mı? Kısa Bir Dış Ticaret Teorisi – Davud Caner B.

 

 

Başlıkta sorduğumuz soruya cevap vererek başlayalım; hayır değildir. Dış ticaret, dünya pazarı, küreselleşme benzeri olgular ulusal ekonomiler, iç pazarlar ve ulusal kapitalist üretimin gelişim süreciyle çelişkili değil oldukça ilişkiseldir.

1980’lerden itibaren yaşanan ağır ideolojik bombardımanla dünyadaki herhangi bir metropolde yoldan çevirdiğiniz ortalama bilinçte bir insan size kapitalizmin temel sloganının “laissez faire, laissez passer” olduğunu söyleyecektir. Ancak Adam Smith’in bu mottoyu dünyaya sunmasının üzerinden geçen yüzyıllarda kapitalizmin serbest ticaret üzerine yaklaşımı defalarca farklı manevralar gerçekleştirmiştir.

Kapitalizmin büyük zaferini ilan ettiği, küreselleşen dünya tabirinin neredeyse her hamasi konuşmada kendine yer bulduğu son yarım asırlık sürecin sonunda dünya kapitalizminin göz bebeği, emperyalist hiyerarşinin tepesinde oturan ABD yeniden gümrük duvarlarını yükseltiyor ve adeta kapitalizmin bütün akil düşün bombardımancılarını ne söyleyeceğini bilemez hale getiriyor.

Kapitalizmin dünyaya getirdiği ve siyasi hayatımıza yön verdiği ulus devletler temelde “laissez passer” olgusunun bir ulusal pazarda hayata geçirilmesi örneğiydi. Önce tüccar kapitalizminin sonrasında sanayi kapitalizminin gelişip serpilebileceği, ulusal burjuvazinin doğabileceği bir zemin için bir ulusal pazarda rahatça paranın ve metanın dolaşabilmesi ve buna engel olan aristokrat yerel güçlerin tasfiyesi oldukça kritik bir meseleydi.

Emperyalizm çağına doğru ilerlediğimiz ve bizi birinci dünya savaşına götüren dönemde ise farklı ülkelerde gelişip serpilen ulusal burjuvazinin kendi pazarlarındaki efektif taleple yetinemediği, sermayelerinin değersizleşmesi riskine bir çözüm olarak yeni pazarları ve bu pazarları kapsayacak üretim için hammaddelerin yer aldığı toprakları kendi ilişkilerine tabi kılmak için mücadeleye girişmesine şahit olunmuştu. Bu fetihlerin en kansız hali için ihtiyaç duyulan tüm dünya topraklarının bir dünya pazarına entegre edilmesiydi. Elbette bunun için gerekli şeylerden birisi de dünya pazarının gerekliliğinin ekonomi “bilimi” tarafından teorize edilme ihtiyacıydı.

Yaygın Ticaret Teorileri

Bu noktada bugün bile geniş kabul gören, en temel ekonomi derslerinde bile benimsetilen teorilerin temelini Ricardo ortaya atmıştı. Ricardo’nun İngiltere ve Portekiz arasındaki kumaş ve şarap ticareti üzerinden örneklediği “karşılaştırmalı üstünlükler” teorisi bu alanın düşünsel temelini oluşturmuştur. Ricardo’nun henüz emekleme aşamasında bıraktığı emek-değer teorilerinden beslenen bu yaklaşıma fırsat maliyeti (opportunity cost) eklemesini yapan Haberler ve üretim faktörlerini de mevcut unsurlara dahil eden Hecksher-Ohlin modeli son halini vermiştir. Her ne kadar bu model ve yaklaşımları burada ayrıntıyla yer vermeyecek olsak da yapacağımız şu özet hepinize çok tanıdık bir yanıt gibi gelecektir.

Özet olarak, soyutlama özelinde ticaret yapan iki unsur veya ülkeden birisi diğerine göre iki farklı meta için de daha avantajlı olsa bile; iki tarafta kendisinin görece üstün olduğu metaya odaklandığı bir işbirliği durumunda ticaret ikisi için de kazançlı bir sonuçtur.

Örneğin İngiltere’nin 100 birim (bu birim Ricardo’da emek-zaman olmakla birlikte, sonrasında farklı faktörlerle güncellenmiştir) harcayarak ürettiği kumaşı ve 120 birim harcayarak ürettiği şarabı Portekiz 90 ve 80 birimle üretebiliyor olsun. Portekiz her iki alanda da daha üretken olmasına rağmen İngiltere kumaş, portekiz şarap üretir ve karşılıklı ticaret olursa kaynaklar verimli kullanılacak ve ticaret maksimum verimi getirecektir.

Her ne kadar soyutlama teorik yaklaşım için gerekli bir yöntem olsa da somut olanla ilerleyen bir ilişkiselliği olmak zorundadır. Buradaki soyutlamanın gerçek hayatta karşılık bulduğu temel zemin Ricardo’nun aslında teknolojik gelişim olarak oldukça önde olan İngiltere’nin kumaş üretimde dünya pazarını ele geçirme isteğini, devamında gelen iktisatçıların da Batı’nın gelişim aşamasındaki Asya toplumlarını mevcut üretimlerini bir atılıma götürmelerine gerek olmadığına ikna etmenin bir “bilimsel” açıklaması olmasıdır.

Ulusal Pazarın ve Gümrüklerin Kapitalizmdeki Yeri

Kapitalist çağın başlangıcıyla birlikte gümrük vergileri; artık iklimsel şansa ve kaynaklara sahip olma avantajının yerini teknolojik gelişim farkının almasıyla kendi ulusal pazarında burjuvazinin gelişim aşamasında dışarıdan bir tasfiyeye karşı koruma amacını taşıyordu. Yani hazineyi doldurmak isteyen bir devletin değil aksine ulusal burjuvaziye büyüyebileceği bir geniş havza yaratmak isteyen bir devletin eğilimini gösteriyordu.

Az önce bahsettiğimiz dış ticaret teorilerinin mantıksal sonucu da tıpkı Osmanlı’da yaşandığı gibi mevcut durumda teknoloji ve üretim kapasitesi olarak öne geçen yani çok daha fazla metayı çok daha az emek-zaman ile yani daha ucuza üretebilme imkanı olan tarafın diğer tarafın üretici güçlerini tasfiye etmesi ve onları hammadde ve tarım üreticisi olmayı dayatmasıydı.

Ulusal burjuvaziler bu durumdan korunmak için uzun yıllar boyunca çoğu yerde gümrük duvarlarının arkasında saklandılar. Tabi burda hamasi söylemlere bir cevap olması adına şunu da vurgulamak gerekir ki gümrük vergilerinin yükseltilmesi hiçbir şekilde dış ticareti durdurmayı değil aksine bu sürecin dengeli olarak ilerlemesini hedeflemiştir. İşte tam da bu yüzden gümrük vergileri kapitalizmin kendi gelişiminde oldukça kritik bir yerde durmuş ve uluslararası rekabeti henüz doğmadan gerçekleşecek yıkımdan korumak adına önemli bir rol oynamıştır.

Finansallaşma ve Küreselleşme

Daha önce Sosyalist Gündem’de yayınladığımız “Marksist Literatürde Para-Meta, Finans ve Mali Sermaye” başlıklı mamalede bahsettiğimiz gibi finansallaşmanın kapitalist ilişkilerin ulusallaşması ve uluslararasılaşması noktasında yaptığı katkı gerçekten de olağanüstüydü. Kredilerin, hisseli sermayenin gelişimi kapitalist üretim ilişkisinin hem toplumsallaşmasını hızlandırmış hem de temel değerler ve kavramların toplumsal özgünlüklerden sıyrılmasını sağlamıştı.

Bu noktada özellikle Doğu Blokunun çöküşü sonrası hız kazanan küreselleşmenin de bir numaralı aktörü IMF ve diğer uluslararası finans kuruluşları olmuştur. Yüz yıldan fazladır hayali kurulan o gümrük duvarlarının yıkıldığı, her kapitalist ülkenin kendi “görece üstünlüğü”ne uygun metaları ürettiği dünya bu kurumların dayatmalarıyla hızla inşa edilmeye başlamıştı. IMF’nin acı reçetelerini yutmak zorunda kalan ülkeler, sınıf mücadelesinin geri çekildiği ve en basit kamucu veya koruyucu yaklaşımın şeytanlaştırılan “komünizm”e hizmet ettiği yaygarası altında ABD ve Batı dünyasının onlara biçtiği rollere uygun ekonomiler inşa ettiler.

Artık tarihin sonu gelmiş, küresel kapitalizm geri dönülmez bir hegomonik zafer elde etmiş, liberal iktisat doktrinin en radikal, en saçma ve en çocuksu versiyonuna eleştiri getiren tüm iktisatçılar “bilim dışı” veya “cahil” olmakla suçlanmıştı ki; 2025 yılına dünya kapitalizminin göz bebeği ABD’nin inşa ettiği gümrük vergileriyle merhaba dedik.

Amerika Yeterince Büyük Değil Mi?

Trump’ın yeni getirdiği gümrük vergilerinde haberlerde en çok yer verilen ülke emperyalist rekabetteki bir numaralı rakibi Çin olmakla birlikte Tayvan, Japonya gibi önemli ABD müttefikleri olmak üzere birçok Doğu Asya ülkesi ve AB gibi tarihsel bir dost da bulunuyor. Ek olarak her nereden gelirse gelsin otomotiv sektörüne uygulanacak %25’lik gümrük vergisi de cabası.

Peki neden bütün dünya Trump’ın dümene oturduğu ABD’nin hışmına uğruyor? Dünyanın bir numaralı süper gücünün geçmişin ulus devletleri gibi korunması ve serpilmesi gereken bir ulusal burjuvazisi mi var?

Burada Troçki’nin eşitsiz bileşik gelişim yasasına bir yer açmak gerekir. 1980’li yıllardan itibaren sanayi üretimi, giderek sermayenin organik bileşiminin daha zayıf olduğu ülkelere kaymaya başladı. Bu ülkelerde emek görece ucuz ve sabit sermaye yatırımı daha sınırlı olduğundan, kapitalistler açısından kâr oranı daha yüksek hale geliyordu. Uluslararası üretim zincirleri yeniden kuruldu; yüksek teknoloji ve finans sermayesi merkezlerde yoğunlaşırken, üretimin maddi yükü emeğin ucuz olduğu ülkelere devredildi. Bu süreç, Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişim yasasını yeniden güncel hale getirdi. Troçki, kapitalist gelişmenin eşitsiz ama karşılıklı bağımlı doğasını vurgular; bazı ülkelerin gelişmiş olanların tecrübelerini kısmen içselleştirerek sıçramalı bir dönüşüm geçirebileceğini savunur.

Çin, bu yasanın çağdaş en güçlü örneği oldu. 1980 sonrası dönemde ülkeye yönelen yatırımlar yalnızca üretimi değil, üretici güçleri de dönüştürdü. Çin, dış yatırımları salt bir pazar mantığıyla değil, planlı bir biçimde yönlendirerek teknolojik gelişimini hızlandırdı. Zamanla basit montaj hattı işlevinin ötesine geçerek kendi ağır sanayisini, altyapısını ve dijital teknolojilerini inşa etti. Böylece yalnızca üretimin değil, aynı zamanda sermaye birikiminin de yeni merkezlerinden biri hâline geldi.

Bu dönüşüm, sermaye birikiminin merkezini değiştirirken Batı ülkelerinde ciddi bir açmaz yarattı. Özellikle ABD’de sanayi üretiminin gerilemesi, işsizliği ve bölgesel yoksullaşmayı derinleştirdi. Trump’ın beklenen ilk kurşunu sıktığı ticaret savaşlarını da bu noktadan okumak gerekir. Getirilen gümrük vergileri, yalnızca dış ticaret açıklarını kapatma çabası değil; aynı zamanda bir yeniden sanayileşme stratejisidir. Elbette ABD burjuvazisi bu sürecin arkasında tek vücut olarak durmuyor, özellikle mevcut uluslararası iş bölümünden oldukça memnun olanlar da var. Ancak şuan için ibre hiç olmadığı kadar Trump’tan ve onunla beraber hareket eden kapitalistlerden yana dönmüş durumda.

İşçi Sınıfı Yeniden Batı Sahnesine Mi Çıkıyor?

Elbette bu hamleler AB’yi ve diğer NATO müttefiklerinin alacağı tavırlarda değişiklikler doğuracak hatta giderek zayıflayan AB’nin birliğini sürdürmesi açısından daha sancılı bir dönemi başlatacaktır. Fakat daha da önemli bir nokta var ki o da batı metropollerinden artık çok uzakta olan sanayi proletaryasının tekrardan bir güçlenme evresine girebileceği ihtimalidir. Bu güçlenmenin elbette nicel olacağı aşikar ancak nitelikli bir sıçramanın önündeki en büyük engellerden biri olan yükselen sağ dalganın buna ne kadar engel olabileceğini veya bu nicel büyümenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bize zaman gösterecektir. Ama işçi sınıfını görmezden gelerek, onun varlığını bile reddedecek raddeye gelen, nihayetinde özünü kaybeden ve artık kimlik açmazıyla felç olan batı solu için de belki bir silkinip kendine gelme zamanı yaklaşıyordur.

 

CATEGORIES

COMMENTS

Wordpress (0)
Disqus ( )