Giderek Yalnızlaşan Ve İç Çatlakları Büyüyen AKP’nin Dünü, Bugünü ve (Eğer Olursa) Yarını – Çağın Erdinç

Bilindiği gibi AKP 2002’de ABD, AB, diğer uluslararası sermaye çevreleri, TÜSİAD ile yeni palazlanan Anadolu sermayesi ve küçük burjuvazinin “hallice” olanlarının desteği ile %79 katılımla gerçekleşen 2002 seçimlerinde iktidara geldi. “Milli Görüş” geleneğinden gelen AKP kadroları “küreselleşmeye” entegre olacağını ilan ederek “hızlı çekim” özelleştirmelerle yerli ve uluslararası sermayenin sempatisini ve ilgisini arttırdı. Aynı zamanda Avrupa Birliği ile müzakerelerin tam gaz devam edeceği mesajı iktidarın ilk yıllarında sıkça verilir oldu. AB ile müzakereler konusundaki en büyük adım Brüksel Zirvesi sürecinde atıldı. Hatırlayınız, zirveden sonra Türkiye’de havai fişekli kutlamalar bile yapıldı. “AB’ye sonunda alındık” naralarıyla havai fişeklerin gürültüsünün ardından AB’ci çevreler için süreç kocaman bir hayal kırıklığına dönüştü. Ancak her şeye rağmen kendisini sol-sosyalist olarak niteleyen özde liberal güruh, AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştiği masalına inanmaya devam etti.

ABD, AB ve diğer uluslararası sermaye çevrelerinin AKP Türkiyesini Ortadoğu’da rol model olarak parlatma politikası hızla devam ederken buna en ciddi direnci gösterecek olan muhalif unsurları baskı altına alma dönemine 2006’da girildi.

Hatırlanacağı üzere, Ergenekon operasyonları sürecinde neredeyse her sabah ilginç gelişmelerle güne uyanıyorduk. Bahçelerden çıkan silahlar, gözaltına alınan kişilerin evlerinde bulunan (ya da evlerine konulan!) TNT kalıpları, roketatarlar…

Ergenekon operasyonlarının devam ettiği süreçte AKP neo-liberal azgınlığı ilerletmeye devam etti. Devlet içerisinde hakim blokların yaşadığı iktidar çatışması işçi sınıfı nezdinde temel ayrışma olarak gösterildi. Egemen sınıfların farklı kesimlerinin yaşadığı çıkar çatışması ulusalcılık, halk iradesi, laiklik gibi ideolojik kavramlarla örtülüp laf salataları yapıldı.

2009 Yılı: KCK Operasyonlarıyla Sindirilmeye Çalışılan Kürt Ulusal Hareketi

AKP’nin muhalif unsurları sindirme operasyonlarının en büyük adımlarından biri KCK operasyonları adı altında Kürt ulusal hareketine yönelik yapıldı. Kürt ulusal hareketinin mücadele geleneği, sokaktan gelen gücü ve siyasi hamleleri AKP’nin önündeki en ciddi potansiyel engellerden biriydi. Bu doğrultuda 2009 yılının 14 Nisan’ında Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla Emniyet Genel Müdürlüğü 13 ilde 90 adrese eşzamanlı operasyon gerçekleştirdi. Sözünü ettiğimiz tutuklamalar ve baskı ortamı çözüm sürecine kadar devam etti. Kürt ulusal hareketini klasik savaş yöntemleriyle yenemeyeceğini anlayan AKP, Ortadoğu sahasına etkin bir şekilde müdahil olabilmek ve “yeni-Osmanlıcı” hayallerini Ortadoğu’da gerçekleştirmek için Kürt ulusal hareketinin savaşçı unsurlarıyla uzlaşmak zorunda kaldı ve 2013 baharında çözüm sürecini resmen başlattı. AKP çözüm sürecini “mehteran yürüyüşü” havasında ağır aksak da olsa bugüne kadar ilerletti. Konjonktür gereği zaman zaman göstermelik adımlar atarken çoğu zaman da Kürt düşmanı özünü ortaya çıkartıp Kürdistan’daki çocukları sokak ortasında katledecek tıynette olduğunu gösterdi. Hatta Kobane protestoları sürecinde polisin yetmediği yerde Hizbullah’ı, faşistleri tahrik ederek Kürt ulusal hareketine yönelik imha politikaları konusunda önceki iktidarlardan farklı bir perspektife sahip olmadığını bir kez daha ortaya koydu.

Devrimci Karargah Operasyonları Süreci

Ergenekon operasyonlarıyla başlayıp KCK operasyonlarıyla devam eden süreçte beklenen oldu ve operasyon zincirinin son halkası sosyalistlere uzandı. Bilindiği gibi 7 Ağustos 2008’de Devrimci Karargah üyelerinin yaptığı iddia edilen saldırıda Karacaahmet Mezarlığı içerisinde kurulan düzenekten 1. Ordu Komutanlığına bağlı Selimiye Kışlası’na havan topu ile saldırı düzenlenme girişiminde bulunuldu. Atılan 4 havan mermisinden 3’ü mezarlıktaki ağaçlara düşerek patladı, diğeri Selimiye Kışlası’nın 500 metre yakınında çöp kamyonuna isabet etti. Sonrasında polisin yaptığı araştırmada saldırıda kullanılan havan topunun el yapımı, mermilerin ise TSK’ya ait olduğu tespit edildi. (İlginçtir, bu meselenin üzerine sözünü ettiğimiz dönemde pek fazla gidilmedi. Mermilerin TSK’ya ait olduğu gerçeği örtbas edildi.) Saldırıyı yapanlar uzun süre bulunamadı. Bu süreç içerisinde saldırıyı gerçekleştirenlerin TKP’li olduğunu iddia eden AKP’nin kalemşörleri kendilerinin bile inanmadığı yalanlar söylemeye devam etti.

Devam eden süreçte, 23 Ağustos 2008’de, Üsküdar’daki Karacaahmet Mezarlığı’na termos içerisine yerleştirilen zaman ayarlı ve parça tesirli bomba fünye ile patlatıldı. Söz konusu bombanın 22 dakika kala etkisiz hale getirildiği belirtilirken bu bombanın da Devrimci Karargah mensuplarınca konulduğu iddia edildi. Tüm bu gelişmelerden sonra Orhan Yılmazkaya’nın 27 Nisan 2009’da Bostancı’daki direnişinin ardından düğmeye basıldı ve Devrimci Karargah kılıfıyla sosyalistlere yönelik cadı avı başlatıldı.

Kısacası, bu süreçte Devrimci Karargah “torbasına” cemaat karşıtı sosyalist unsurlar dolduruldu. “İmamın Ordusu” kitabını yazdıktan sonra anında tutuklanan Ahmet Şık’ın dediği gibi AKP’ye ya da cemaate bu süreçte “dokunan yandı!”

Suriye İç Savaşı ve Gezi İsyanı

Yazıda şu ana kadar özet olarak değindiğimiz olaylar AKP’nin en “parlak” dönemlerini büyük ortaklarıyla birlikte yaşadığı süreçlerdi. Cemaat ve AKP’nin ayrışmaya başladığı süreci anlamak için Suriye iç savaşına mutlaka değinmek gerekir.

AKP’nin Suriye iç savaşındaki tutumu başlarda burjuva siyasi perspektifi açısından rasyoneldi; zira ABD-AB ve uluslararası sermaye çevreleri de Esad’ın gitmesini istiyordu. İç savaş başladığında Körfez ülkelerinden ABD’ye kadar birçok aktör Esad’ın düşebileceğini iddia ederken AKP Esad’ın gidiş tarihini verebilecek kadar ileriye gitmişti; ancak savaş ilerledikçe Suriye muhalefetinin sınırları ortaya çıktı. Esad’ın “çevreden merkeze” çekilen silahlı güçlerine Hizbullahı’ın desteği, İran’ın kararlı bir müttefik olarak Suriye’nin açıkça yanında bulunması, Suriye muhalefetinin ideolojik, pratik yetersizliği ve perspektifsizliği gibi birçok nedenin biraraya gelmesi sonucunda Suriye muhalefeti doğal sınırlarına ulaştı ve savaş kangrenleşti.

Savaşın kangrenleşmesi birçok sonuç doğurdu. Öncelikle 2012’nin sonunda El Kaide’nin Suriye kolu olarak kurulan El Nusra Suriye sahasına dahil oldu. İlerleyen süreçte iyice atomize olan Suriye muhalefetinden kopan parçalar ya tümden radikalleşti ya da kendisini “ılımlı” olarak tanımlayan guruplardan radikal İslamcılara doğru militan akışı hızlandı. Ayrıca, Suriye halkları, kafa kesen cihatçıların karşısında Esad’a desteklerini arttırdılar. Zira karşılarında fazla seçenek yoktu. Selefi cihatçılar kendilerinden olmayan her kesimin kafasını kesiyor, vahşi yöntemler uygulayarak onları yerinden yurdundan ediyordu.

Bu süreçte ABD Esad’ın kolaylıkla gitmeyeceğini kabullendi. AKP ise bir an önce ABD’yi savaşın içerisine sokarak Esad’ı gönderme planlarını devam ettirdi. AKP bunun için birçok senaryo uyguladı. Türkiye’nin Suriye hava sahasını açıkça ihlal eden uçağının Suriye tarafından düşürülmesinin ardından Türkiye de bir süre sonra Suriye’nin helikopterini düşürerek karşılık verdi; fakat AKP, tek başına Suriye’ye müdahale seçeneğinin ortaya çıkartacağı sonuçları göze alamadı ve ABD’nin Suriye’ye müdahale etmesi için elinden geleni yapmaya devam etti.

AKP’nin, bu doğrultudaki en büyük hamlesini Ağustos 2013’te yaptığını söyleyebiliriz. Bilindiği gibi Obama, olası bir kimyasal saldırıyı kırmızı çizgi olarak belirlemişti. Yani Obama “Suriye’de Esad tarafından kimyasal saldırı gerçekleştirilmesi durumunda Suriye’ye girebiliriz” minvalinde açıklamalar yapmıştı. MİT, Esad’ın ABD’nin kırmızı çizginin ötesine geçtiği izlenimini vermek için her yolu deneyebilecek bir kurum olduğunu bu süreçte ortaya koydu. 21 Ağustos 2013’te Şam’da bir kimyasal saldırı gerçekleşti. Esad suçlamaları ısrarla reddetse de, AKP’nin kalemşörleri yaygarayı koparttı!

ABD müdahaleye hazırlanırken Rusya edilgen kaldı. Herkes artık ABD müdahalesinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu. Uluslararası medya kuruluşları da video paylaşım sitelerinden kimyasal saldırının görüntülerini yayarak savaş çığırtkanlığını arttırdı.

AKP’nin istediği olmadı. ABD bilinmeyen (!) bir nedenden dolayı Suriye’ye girmedi. Elimizdeki bilgi, belge ve veriler söz konusu saldırıyı MİT kanalıyla AKP’nin organize etmiş olabileceğini gösterdi. Örneğin, Pulitzer ödüllü Amerikalı gazeteci Seymour Hersh, London Review of Books’ta yer alan haber-analizinde Şam’ın banliyösünde Doğu Guta’daki kimyasal saldırıyı MİT’in planladığını iddia etti.

Zaten AKP’lilerin inkar edemediği ses kayıtlarında AKP iktidarının Suriye’ye yönelik bir askeri müdahale için olanak aradığı ve bunun için de gerekirse MİT ve kontrolündeki silahlı gruplar aracılığıyla Türkiye’ye ya da Süleyman Şah Türbesi’ne saldırı yapmayı da bir seçenek olarak değerlendirdiği görülmüştü.

Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu “Laf aramızda başbakan da telefonda bu (Süleyman Şah Türbesi’ne saldırı) gerektiğinde bir imkan gibi değerlendirilmeli bu konjonktürde dedi yani” derken, Fidan, “Ben öbür tarafa 4 tane adam gönderirim, 8 tane boş alana füze de attırırım. Savaş gerekçesi yaratırım” demişti.

Esad değil ama AKP Suriye konusunda ABD’nin kırmızı çizgilerini defalarca aştı. ABD de AKP’ye uyarı mahiyetinde defalarca mesaj verdi. Bu mesajların en ciddi olanı, Ağustos 2012’de Obama ve Erdoğan arasında geçen telefon konuşması sırasında Obama’nın verdiği pozla duyuruldu. Hatırlayınız, Obama ve Erdoğan Suriye konusunda telefonda görüşürken Obama’nın beyzbol sopasıyla verdiği poz ajanslarca hemen servis edilmişti. Diplomaside bunun anlamı açıktı. Obama Erdoğan’a “Suriye konusunda böyle devam edersen sopayı yersin!” mesajı vermişti. Aslında bu açık mesajdan önce, cemaat kanalıyla Suriye’de provokasyon peşinde koşan Hakan Fidan’ın cemaat aracılığıyla ifadeye çağırılması örtülü mesajdı; AKP bunu anlamayınca Obama eline sopayı aldı ve sopayı aba altından değil, doğrudan gösterdi!

Uluslararası ilişkilerde son derece anlamlı bir söz vardır: “iç politika ve dış politika arasındaki ayrım suya çekilen çizgi gibidir.” Yani, dış politikada çamura batıp bunun içeride yansıma yaratmadığı hiçbir süreç göremezsiniz tarihte. Elbette AKP’nin maceracı Suriye politikasının da içeride yansıması olacaktı. Bu kaçınılmazdı! Sözünü ettiğimiz içerideki bu yansıma, Türkiye tarihinin en kitlesel isyanlarından biri olan Gezi isyanıyla ortaya çıktı. AKP’nin maceracı dış politikasının Reyhanlı saldırısına evrilmesi büyük tepki doğurmasını ve Reyhanlı protestolarından Gezi’ye uzanan süreci düşündüğümüzde AKP’nin Suriye politikasının yaşadığı yenilginin Gezi’nin ortaya çıkışını kolaylaştırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Gezi süreci AKP’yi derinden sarsarken “sadık dostu” cemaatle de aradaki makas giderek açılmaya başladı. Cemaatin tahayyül ettiği Türkiye resminden giderek uzaklaşan AKP’nin Fethullah Gülen hareketiyle, Fidan’ın ifadeye çağırılması sürecinde aralarına giren kara kedi 17-25 Aralık süreciyle kanlı bıçaklı düşmanlığa evrildi.

Evvela şunu söyleyelim: Pensilvanya’dan ABD’nin icazetlerini yerine getiren Fethullah Gülen’in ABD’yle örtüşen çıkarları bu düşmanlığı körükledi. Ayrıca, altını çizerek söylemek gerekir ki bu süreç bazı AKP’li kalemşörlerin iddia ettiği gibi AKP’yi azılı ABD düşmanı da yapmadı. Örneğin eğit-donat konusunda beraber hareket eden ABD ve AKP, Kırşehir’deki üslerde “ılımlı” muhalifleri “kardeşçe” eğitiyorlar; ancak bir gerçek var ki ABD, AKP’yi artık istemiyor; hatta cemaat eliyle AKP’nin gitmesini sağlamak için elinden geleni yaptı; lakin bu süreçlerden sonra AKP kalırsa, beraber hareket etmeye de razı görünüyor.

Yalnızlaşan AKP’de İç Çatlaklar

Yazının girizgahında AKP’nin ABD, AB, uluslararası sermaye ve TÜSİAD gibi aktörlerin desteğiyle geldiğini söylemiştik. Erdoğan AKP’si bugün bu aktörlerin tamamıyla düşman oldu. Tayyip Erdoğan bugün itibariyle AB’ye “haddini bildirme” derdinde; TÜSİAD’ı azarlamaktan geri durmuyor; ekonomiye sürekli müdahale ederek uluslararası sermayeyi ürkütüyor (cemaat ve ABD’yle arasının açılmasına zaten değinmiştik).

Gezi süreciyle ciddi şekilde sarsılan ve paranoyaklaşan, ABD’nin ve uluslararası sermayenin sempatisini yitiren ve en önemli müttefiki olan Gülen Cemaati’yle kanlı bıçaklı olan AKP’nin giderek izole olduğu bu süreçte şimdi de iç çekişmeler öne çıkıyor.

Bülent Arınç’ın “önceden bize oy vermeyenler de bize sempatiyle bakardı; şimdi bizden nefret ediyorlar” söyleminin ardından izleme heyetiyle ilgili yaptığı açıklamalar ve Erdoğan’ın “ben konu mankeni değilim!” cevabı, ardından da Melih Gökçek’in Arınç’a yönelik yaptığı çok sert açıklamalarla tansiyon iyice yükseldi. Son olarak Bülent Arınç’ın “Gökçek’le ilgili belgeleri 8 Haziran’da açıklayacağım” çıkışı taraflar arasındaki gerilimi tavan yaptırdı.

Hiç kuşkusuz, AKP’nin kurucu kadrolarında yer alan, yaşça Erdoğan’dan büyük olan Arınç’ın AKP’nin gittiği yoldan hiç memnun olmadığını açıkça ifade etmesi çatlağı büyüttü; ancak Erdoğan “kontrolü kaybeder mi?” sorusuna doğrudan “evet” yanıtını vermek pek gerçekçi olmaz. Bunu zaman gösterecek; ancak bir gerçek var ki, AKP deyim yerindeyse “a-sosyalleşmeye” devam ediyor. Önemli ittifak unsurlarını kaybeden AKP, “Erdoğan’ın partisi” sıfatıyla giderek özdeşleşiyor ve Gezi ile Kobane olaylarında kontrolü kaybetmiş olması AKP’yi iyice paranoyaklaştırıyor. Zira Erdoğan artık en yakınındakilere bile güvenmiyor. İç güvenlik paketiyle halkı tehdit ederek sarayında rahatla oturabileceğini zannediyor; ancak yanılıyor!

Seçimler Çok Şeye Gebe!

Önümüzde seçimler var. Yalnızlaşan AKP’nin oy oyanlarının düştüğünü ilan eden anket firmaları azımsanamayacak sayıda; ancak AKP büyük ihtimalle tek parti olarak tekrar iktidara gelecek; lakin hedeflediği oy oranına ulaşır mı, orası muamma. Eğer ulaşamazsa Erdoğan’ın hayalini kurduğu başkanlık sistemi de hayal olacak. Bu durum AKP’deki çatlağın büyümesine neden olabilir. Başkanlık sistemi için tüm ülkeyi ateşe atabilecek tıynette olan Erdoğan, daha önceki seçim süreçlerinde sıkça başvurduğu “kutuplaştırıcı söylemleri” şimdiden kullanmaya başladı.

Tayyip’in başkanlık sistemi hedefi önündeki en büyük potansiyel engeli HDP oluşturuyor. Zira HDP’nin barajı geçmesi durumunda Erdoğan’ın başkanlık hedefi büyük ölçüde HDP’nin tavrına bağlı olacaktır. Çünkü HDP’nin barajı geçmesi durumunda başkanlık sistemini referanduma götürmek için gereken 330 milletvekili sayısına AKP’nin ulaşması pek olası değil. (Başkanlık için en az 330 milletvekilinin oyu gerekiyor. Bu sayı referanduma götürüyor. Referanduma gitmeden sadece TBMM’de gerekli oy sayısı 367. Başkanlık veya anayasa değişikliği için 330 – 366 oy çıkarsa referanduma gidiliyor.)

Sonuç

Sonuç olarak AKP yalnızlaşıyor ve iç çatlağı büyüyor; ancak süreci evrimsel bakış açısıyla takip edip seyirci kalırsak ses kayıtlarının ortaya atıldığı günlerde olduğu gibi AKP’nin gittiğini ancak rüyamızda görürüz! Ya da gitse bile başımıza Mısır’daki gibi “başka bir AKP” çöreklenir. Bu yüzden önümüzdeki süreçte toplumsal muhalefeti örgütlemek, enerjik olmak hayati öneme haiz olacaktır.

 

KATEGORİLER
ETİKETLER