Genç Karl Marx: Marx İlham Vermeye Devam Ediyor – V.U. Arslan

Genç Karl Marx: Marx İlham Vermeye Devam Ediyor – V.U. Arslan

Kapitalizmin son büyük krizi, bitmeyen savaşlar ve emperyalist barbarlık karşısında kapitalizmin bilimsel eleştirisi ve devrimci sosyalizmin tükenmeyen eylemsel gücü… Marksizmin kapitalizmin yegane alternatifi olarak bitmeyen ilham kaynağı oluşunda şaşıracak bir şey yok. İşte bunun son örneği, gayet başarılı bulduğumuz Genç Karl Marx filmi. Film Türkiye’de sadece 19 salonda kendisine yer bulabilirken salon başına en fazla izleyici çeken film olmayı başarmış bile.

K.Marx, F.Engels, Jenny Marx, Mary Burns, Proudhon, Bakunin, Max Stirner, Bruno Bauer, Wilhelm Weitling, Moses Hess… Bütün bu isimleri “başarılı” olduğunu duyduğumuz bir filmde izleme fikri bile bizleri heyecanlandırmaya yetiyordu ki “Genç Karl Marx” gerçekten de bu zorlu işin altından kalkmayı başarmış. Göze çarpan kimi eksiklikler yok değil, bunlara da girmemek olmazdı…

İki saatlik bu film, yönetmen Raoul Peck imzalı. Haitili bir siyah ve Kongo’da uzun bir süre kalmış anti-emperyalist Peck’in önceki çalışmaları köklerini yansıtıyor. İlk belgesel çalışmasını Afrika’da anti-sömürgeci mücadelesiyle ilham kaynağı olan, bağımsız Kongo’nun ilk başbakanı ve CIA damgalı bir darbede katledilen Lumumba’yı öyküleştirdiği “Lumumba Peygamberin Ölümü”nü 1992’de çekerek gerçekleştirirken son belgeselinin adı da yine bizlere Peck’in muhalif kimliği hakkında fikir veriyor: I am not Your Negro!

Gelgelelim Karl Marx’ı anlatmak, muhalif olmaktan ya da genel olarak sistem eleştirisinden epey farklı bir iştir. Antiemperyalizm ve ezilenler temalarında kurguyu oluşturmak daha kolaydır, ama söz konusu olan Karl Marx gibi hala yürüyen sınıf mücadelesinin bir tarafı ve akademi ve siyasette başlıbaşına koskoca bir tartışma konusu ise mesele çok daha çetrefilli hale gelir. Marksizmin burjuva ve küçük burjuva karşıtları ile yapılan tartışmaların üstesinden gelmek ayrı bir konu; Marksizmin Stalinist, Batı Marksizmi ve devrimci Marksist yorumları arasında nerede durulacağı ayrı bir konudur. Peck neyse ki bu çetrefilli işte baltayı taşa vurmuyor. Batı Marksizmi, “örtük” idealist Marx ile “kaba” materyalist Engels arasında farklılılar bulmakta pek heveslidir. Bu açıdan film, hiç de öyle bir yerde durmaz; birbirlerini tamamen bütünleyen Marx ve Engels figürlerini sunmaktadır. Filmin genç Marx hakkında olmasını (1843-48) “genç Marx” ile “olgun Marx” arasında kopuşlar olduğunu savunan yapısalcılığın bir etkisi olarak görmek de bir hayli zorlama bir yorum olacaktır. Diğer taraftan film Bob Dylan’ın parçası eşliğinde bittiği esnada fonda Che’nin, Lumumba’nın, Occupy Hareketi’nin görüntüleri geçerken 100.yılında Ekim Devrimi ve önderlerine yer verilmemesi, ciddi bir perspektif eksikliğini ifade etmektedir.

Senaryonun titizliği, diyalogların ve kişilerin inandırıcı olması, zamanın ruhunun izleyiciye aktarılabilmesi, Marksizmin düşünsel gelişiminin seyri, karmaşık politik tartışmaların altının doldurulabilmesi ve sanatsal ifade gücünün yüksek olması açısından Genç Karl Marx oldukça başarılı… Bütün bu yönleriyle filmin öne çıkan kısımlarını ele alalım:

Marx ve Engels: Yollar Birleşir

Senaryo, kronolojik sırayla giden olaylar dizgisi ve belirli ölçüdeki kurmacanın birleşmesinden oluşuyor. Örneğin, Engels’in Mary Burns ile tanışmasının Engels’in babasının fabrikasındaki bir sınıf kavgası vesilesi ile gerçekleşmesi ya da Engels’in İrlandalı bir işçiden sağlam bir yumruk yemesi gibi detaylarda kurmacanın daha sık devreye girdiğini görüyoruz. Ayrıca Marx ve Engels’in birbirlerine yüklenerek berbat şekilde başladıkları Paris buluşmasının beraber satranç oynadıkları ve aşırı şekilde alkol tükettikleri bir geceden sonra büyük bir dostluğa dönüşmesi de “eğlenceli” olmanın dışında gerçeklikten bariz bir şekilde uzak duruyor. Şöyle ki Marx ve Engels filmde denildiği gibi Berlin’de değil, Marx’ın Ren Gazetesi‘nde çalıştığı Köln’de buluşmuş ve farklı görüşleri savundukları için (Engels Marx’ın aksine henüz sol Hegelcilikten kopmamıştır) bu görüşme olumsuz bir havada geçmiştir. Ne var ki aradan geçen zamanda ikili birbirlerinin yazılarını okumuş, birbirlerinden haberdar ve farkındalığı olan bir durumdadır. Yine Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler‘deki meşhur 11.Tezinin (filozoflar sadece dünyayı anlamaya çalıştılar mesele onu değiştirmektir) Marx tarafından ortaya konuş şeklini (Engels’e Paris sokaklarında sarhoş gezerken seslenme biçiminde) de filme renk katma çabası olarak okuyabiliriz. Film endüstrisinin gerektirdikleri ve izleyiciye dokunma kaygısı yönetmeni bu tarza doğru kaydırmaktadır. Nitekim Peck, Genç Karl Marx filmiyle izleyicisinin karşısına daha farklı bir Marx ile çıkmak istemektedir. Yaşlı, saygıdeğer ve biraz da soğuk filozof Karl Marx yerine dahi olma yolunda ilerleyen, genç, kanlı canlı, yürekli devrimci K.Marx imajı filmde öne çıkmaktadır. Ki gerçeklerle tamamen bağdaşan bu imaj, burjuva toplum ve değerlerinden duyulan tiksintiyi, her türlü kariyer ve maddi olanakları sistem karşıtı mücadele uğruna terk edişi, tehlikeleri göze alışı, entelektüel heyecan ve disiplinli çalışmayı, teori ile pratiğin birliğini, uluslararası örgütlenme ve enternasyonalist perspektifi ifade ettiği ölçüde Marx’ı yeni kuşaklara ilham veren bir düşünce ve eylem insanı olarak yeniden ele alıyor.

August Diehl, Marx’ı canlandırırken büyük bir başarı gösteriyor ve kafalarımızdaki Marx imajıyla uyumlu bir portre çiziyor: Kirli, küstah, tutkulu, zeki, sivri dilli, alaycı, çalışkan, yaratıcı, keskin vb ‘leri ile tarif edebileceğimiz çılgın dahi tipi. Stefan Konarske, ise Engels’i canlandırırken bizlere olduğundan daha “renkli” bir canlandırma içerisindeymiş gibi geldi. Oldukça zeki bir kadın olan Jenny Marx, bütün aristokratik köklerinden politik bir bilinçle kopmuş, boğuştuğu tüm yoksunluklara rağmen bundan pişman olmayan ve Marx ile Engels’e teorik meselelerde ayak uydurabilen bir kadın olarak resmedilmiş. Mary Burns ise geldiği İrlandalı işçi kökenlerini yansıtacak şekilde doğrudan, samimi, ikirciksiz; aynı zamanda geleneksel aile kavramı ve değerleriyle köprüleri atmış, sınıf bilinçli zeki bir kadın olarak filmde sürükleyici bir yere sahip. Yan rollerden küçük burjuva sosyalizminin temsilcisi Proudhon, zamanında Fransa’daki “önemli adam” pozisyonuyla bir miktar burnu havada olacak şekilde inandırıcı bir biçimde çizilirken birkaç sahnede hızla gelip geçen genç Bakunin de tüm dünyada sahip olduğu “enerjik” ve “yırtık” imajını anımsatacak şekilde filmde yerini almış. Zamanında cafcaflı söylevleri ve eylem adamı kimliği ile ön planda olan Weitling de filmde başarıyla resmedilenlerden.

Zamanın Atmosferinin Betimlenmesi

Genç Karl Marx” Avrupa’da 1848 devrim dalgası adım adım yaklaşırken Avrupa’nın 3 temel ülkesi Almanya, Fransa ve Britanya’daki durumu oldukça başarılı biçimde betimliyor. Zamanın ruhu izleyiciye etkileyici şekilde aktarılmış. Filmin Prusya’daki baskıları, Fransa’daki ortamı ve devrimci çalışma atmosferini, Britanya’daki sanayiyi ve işçi sınıfını anlatan görsel sahneleri gayet çarpıcı.

Film, o dönem Prusya’da hüküm süren orman kaçakçılığı yasası yüzünden özel mülk durumundaki ormanlarda yakacak için kuru dalları toplayan köylülerin çoluk çocuk acımasızca saldırıya uğraması ile başlar. Yönetmen, köylülerin vahşi şekilde cezalandırılmasını ve buradan çıkışla sınıf çatışmasını olabildiğince sarsıcı bir şekilde anlatmak ister. Filmde daha sonra Marx’ın gördüğü bir kabus vesilesiyle bu konuya tekrar dönülür. Rüyada köylüler kılıçtan geçirilmektedir. Toprak soylusu junkerlere köylüleri bizzat cezalandırma yetkisi veren bu yasanın gaddarlığı, mülk sahibi sınıfların ve onların devleti olan Prusya monarşisinin gaddarlığıdır ve tam da karşıt sınıfsal çıkarlardan kaynaklanmaktadır. Marx’ın üslubunun küstah ve “kaba” oluşu, ki filmde de bu konu bariz bir şekilde sunulur, başlı başına yerleşik kalıpların oldukça dışındadır. Marx konuyu bu konuyu şu şekilde açıklar: “…Çevresindeki yoksulluğun acı çığlığını sık sık işitmek zorunda kalan bir insan, düşüncelerini zarif ve yumuşak imgelerle dile getirebileceği estetik inceliği kolayca yitirir…”

Orman kaçakçılığı meselesinin esas tarihsel önemi, o dönem Ren Gazetesi’nin editörlüğünü yapan Marx’ın bu mesele üzerinden ilk defa ekonomiye ve sınıf meselesine odaklanmasına vesile olmasıdır. Devlet ile özel mülkiyet, Prusya monarşisi ile toplumu oluşturan farklı sınıfların birbirlerine karşı konumlanışlarını ele alan Marx, radikal demokratlıktan komünizme doğru ilerlemeye başlayacaktır.

Ren Gazetesi’nin basılması, yazı kadrosunun içine düştüğü açmaz ve muhalefete göz açtırılmaması, Prusya’da süren polis devleti atmosferini betimlemektedir. Siyasi sürgünlerin sığınağı devrimler ülkesi Fransa’daki durum ise bambaşkadır. Anarşist Proudhon ve diğerleri, rahatça toplantılar düzenlemekte, diğer ülkelerden siyasi sürgünler yayınlar çıkarıp organize olabilmektedirler. Ama Fransa aslında o kadar da özgür değildir. Marx’ın eleştirileri yüzünden canı sıkılan Prusya kralının ricası üzerine Vorwärts (İleri) kapatılır ve Marx sınır dışı edilir. Filmde çarpıcı bir şekilde betimlenen bir diğer nokta, o sıralar dünya kapitalizminin lokomotifi olan İngiltere’dir. Aşırı gürültülü dev makineler, çocuk işçiler, emekçilerin sefaleti, kalabalık pis mahalleler… Bir fabrikatörün oğlu olan Engels, kapitalist üretimin kalbinde bir yandan yeni bir çağın başlangıcında olduğunu gayet farkındadır, diğer yandan da emekçi sınıfların sefaleti karşısında çarpılmıştır. Engels 1842’de Manchester’a vardığında Çartist hareket ikinci dalgasını yaşamaktadır. İşçi sınıfının içerisinde bulunduğu zor şartlar ve verilen mücadele Engels’in işçi sınıfından ilham almasına vesile olmuştur. “İngiltere’de Emekçi Sınıfının Durumu” gibi zamanı için bir deha olan kitabını yazarken bir yandan da genç Marx’ın Hegelci diyalektiği aşmakta olduğunu fark etmiştir. Marx ayrıca 1844 Silezya dokumacılarının ayaklanması sayesinde Engels ile işçi sınıfının merkezi önemi konusunda benzer sonuçlara ulaşmıştı. Neticede Marx’ın ikametgahı Paris, Engels’i kendisine çekmekteydi. Paris’te sıkı dostu haline gelen Marx’a verdiği tavsiye de İngiliz ekonomi-politikçileri okuması gerektiğidir. “Hayatın merkezinde bunlar var. İngilizce okuyabilir misin?” Marx’ın Engels’e verdiği cevap kendisine özgüdür: “Çabuk öğrenirim, sorun değil.” Ve Marx artık tüm konsantrasyonuyla David Ricardo okumaktadır.

Zamanın ruhu açısından gözümüzden kaçmayan bir noktaya daha değinmek gerekir: Kadim Yahudi düşmanlığı! 1840’larda da durum farklı değildir ve dış görünüşünden Yahudi kökenli olduğu tahmin edilebilen Marx da bu ayrımcılık ve nefretten payına düşeni almaktadır. Gerçi bugün de durum değişmiş değil; Marx’a, Troçki’ye ve genel olarak Bolşeviklere saldırmak isteyen bazı sağcı ahmakların hala kullandığı bir silahtır anti-semitizm. Marx’ın yanı sıra filmde geçen Bruno kardeşler, Moses Hess gibi tarihsel isimlerin de Yahudi kökenli olması, Yahudi soykırımının Avrupa ve tüm dünya için ne kadar büyük bir kayıp olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Yahudiler Avrupa’nın neredeyse tamamında yerleşik bir azınlık olarak genel anlamda sosyalizme eğilimli ve içerisinden çok yetenekli insanlar çıkaran bir halktı. Onlarsız bir Avrupa’nın çok yavan olduğu ortadadır.

Politik “Kapışmalar”

Filmin geçtiği 1843-47 yılları arasında Marx ve Engels, Alman idealizmini ve radikal demokratlığı aşarak Marksizmi geliştirmişlerdir. Sosyalizmin bilimsel temellerinin atılması sırasında Marx ve Engels muhattaplarıyla birçok felsefi ve politik tartışmaya girmiş ve bunlar sayesinde fikirlerini geliştirme imkanı bulmuştur. “Genç Karl Marx” bu tartışmaları işlese de ve aynı zamanda polemiklerde birçok kez orijinal metinleri kullansa da izleyici açısından meseleleri kavramak o kadar kolay değil. Konuların derinliği bir yana tartışmaların peşi sıra birbirini takip etmesi de filmin özellikle bazı bölümlerde “kapalı” kalmasına yol açıyor. Diğer taraftan söz konusu olanın bir eğitim çalışması değil, sinema filmi olduğunu akılda tutmak gerekir. İzleyicinin tembellik yapmaması ve film öncesi ya da sonrasında konu üzerinde çalışması yararlı olacaktır. Belki bu yazının bundan sonrasında yapacağımız açıklamaları izleyicilere bu açıdan bir miktar faydalı olabilir. Elbette filmin ikinci kez izlenmesinin gayet faydalı olacağını belirtmek gerekir.

Filmin başındaki ilk kapışma, Marx ve Genç Hegelciler arasında yaşanır. Ren Gazetesi basılmış ve yasaklanmıştır. Bruno Bauer ve Max Stirner‘in de aralarında bulunduğu Genç Hegelciler, Marx’ı ve gazetede kullandığı radikal üslubu suçlamaktadır. Marx ise Genç Hegelciler’i üstü kapalı literatür taraması yapmakla ve “üstü kapalı fikirlerin üstü kapalı özetleri” ile yetinmekle suçlar. Marx, politik mücadelenin tam göbeğinde bir gazetecilik faaliyeti yürütürken (orman kaçakçılığı meselesinde olduğu gibi) yazdığı sert makaleler sonrası Ren Gazetesi şimşekleri üzerine çeker ve kapatılır. Genç Hegelcilerle ayrım tabi ki bu konuyla sınırlı değildir. Marx, başı üzerinde duran Hegel’i ayakları üzerine oturtmakta, Alman idealizminden kopmaktadır, oysa genç Hegelciler idealist formülasyonlara takılıp kalmışlardır. Marx, ise orman kaçakçılığı yasası üzerinden ilerlemeye devam ederek tarihsel materyalizme ulaşacak ve sınıf mücadelesini tarihin devindirici gücü olarak keşfedecektir. Genç Hegelciler, gerçek politik mücadele yerine teolojik tartışmalara ve tanrıtanımazlık propagandasına boğulmuşlar ve tıkanmışlardı. Bunlarla hesaplaşmak için Marx’ın tartışmayı derinleştirmesi ve felsefi açılardan muhataplarını çürütmesi gerekecekti. Bu yolda Genç Hegelciliğe karşı Engels ile birlikte kaleme aldığı Kutsal Aile (Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi), Alman İdeolojisi ve Yahudi Sorunu eserleri ortaya çıkacaktır. Filmde dikkat çeken bir nokta da kitaba “Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi” ismini veren kişinin Jenny Marx olarak geçmesidir.

Filmdeki bir diğer önemli tartışma Proudhon ile yaşanır. 19.yy Fransasında derin izler bırakan anarşizmin kurucu ideologlarından Proudhon, küçük burjuva zanaatkarlar ve esnafın temsilcisi olarak bir çeşit “sosyalizm” teorisi geliştirir. Yönetmen bu durumu Proudhon’un yaptığı bir konuşmada daha çok küçük burjuva kesimlere hitap etmesi üzerine bir işçinin sözünü kesip işçilerin varlığını hatırlatmasıyla ifade eder. Proudhon ile polemik O’nun ünlü sözü “mülkiyet hırsızlıktır”daki paradoks ile devam eder. Jenny Marx durumu ortaya koyar: “mülkiyet hırsızlıksa, hırsızlık nedir? Mülkiyete yapılan bir saldırı mı?” Jenny Marx, mülkiyetin bu şekilde ortaya konması sorununu, anarşizmin başlıca kusuruyla bağdaştırır: “imaj ve imgelerle uğraşmak, kendi kuyruğu peşinde dolaşan kedinin durumuna benzer.” İmajlar, imgeler ve kavramlar; anarşizmde havada asılı gibidir; maddi temellerinden kopuk bir şekilde karşıtlık ilişkisi kurmakta kullanılırlar. Bu karşıtlıklar da haliyle Proudhon’un küçük mülk sahiplerinin sesi olarak mülkiyet karşıtlığı yapması gibi içi boş imgeler olmanın ötesine gidemez. Proudhon Marx ve Engels’e çok satan kitabı Sefaletin Felsefesi’ni bizzat verir ve “eleştirilerinizin kırbacını bekliyorum” der. Filmde bu sahne daha yumuşak bir diyalogla verilir ve yine filmde Proudhon ekler: “ama lütfen birbirimize karşı kırıcı olmayalım” Marx ve Engels, Proudhon’a cevaben yazdıkları ve tarihsel materyalizmi ilk defa sistematik olarak ele aldıkları “Felsefe’nin Sefaleti” ise Proudhon’un temelsiz formülasyonları için epey ağır darbe olacaktır. Marx daha sonraları “bu kırbacı, Felsefe’nin Sefaleti ile dostluğumuzu ilelebet sona erdiren biçimde yedi” diyecektir.

Filmde öne çıkan bir diğer tartışma da Manchester’da Marx, Engels ve Mary Burns’un bir kapitalist girişimci ile olan kapışmasıdır. Konu çocuk işçiliğidir. 3’lü kıvrak zekaları ve hazır cevaplılıklarıyla kapitalistin üstüne giderlerken girişimci liberal iktisatın bugün de hala kullandığı önermeleriyle tartışmada ayakta kalmaya çalışır. Tabi ki bu tam da mümkün olmaz. Bu polemik ile yönetmen adeta Marx ile, tilmizleri üzerinden Adam Smith kapışması sunmuştur.

Filmde göze batan hataların başında alt yazı yanlışlıkları geliyor. Proudhon’un kitabının “Yoksulluğun Felsefesi” olarak verilmesi gibi. İster istemez çeviriyi yapanların konuya biraz uzak oldukları izlenimine kapılıyoruz. Benzer bir hata ya da çeviri hatası olmanın ötesinde yanlış bilgi örneği olarak Marx ve Engels’in katıldığı Adiller Birliği’nin isminin Eşitler Birliği olarak geçmesi var. Sürgündeki Alman işçi ve terzilerin 1836’da kurduğu Adiller Birliği, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde örgütlüydü. Marx ve Engels, Adiller Birliği’ne katıldıktan sonra örgütün içerisindeki küçük burjuva eğilimlerle kavga başlayacaktır. Adiller Birliği’nin sömürü sistemine karşı ideolojik konumlanış olarak ahlaki prensipleri öne çıkarması ve eylem tarzının açık kitlesel sınıf mücadelesi yerine Fransız Devrimi’nden kalma komplocu öğelere ağırlık vermesi karşısında Marx ve Engels bilimsel sosyalizmi örgütte hakim kılmak için mücadeleye girişirler. Weitling ile kapışma da bu fikirsel ayrılıkların sonucudur. Ateşli bir konuşmacı ve eylem adamı olan Weitling teorik temellendirmeleri küçümsediğinde Adiller Birliği’nin bilimsel bir programa ihtiyacı olduğunu vurgulayan Marx o ünlü çıkışını yapacaktır: “Cehaletin şimdiye kadar kimseye bir faydası olmamıştır”. Buna karşın Weitling, bugün de hala sıkça kullanılan karşı eleştiriyi gündeme getirir: “eleştiri… karşıda hiçbir şey kalmayınca kendi kendini yiyip bitirecek eleştiri...” Bugün de teoriyi önemsemeyen dar kafalı bu itiraz, o dönem kapitalizme karşı bilimsel sosyalizmin inşa edildiği bir sırada herhalde her zamankinden daha da dardır.

Adiller Birliği’ndeki tartışmaları kazanan Marx ve Engels’in çabalarıyla Adiller Birliği bilimsel sosyalizme doğru yön değiştirir. En başta örgütün ismi Komünistler Birliği olarak değiştirilir, örgütün şiarı da artık “bütün insanlar kardeştir” değildir; bunun yerini “bütün dünyanın işçileri birleşin” alır.

Marx ve Engels’in müdahaleleri sonucu büyük değişiklikler geçiren örgüt, Marx ve Engels’ten Komünistler Birliği’nin programını açıklayan bir manifesto yazmasını istediklerinde bugün de hala tüm dünyada basılmaya devam eden insanlık tarihin en büyük eserlerinden biri ortaya çıkar. Film 1848 Devrimi’nin hemen öncesinde, Komünist Manifesto’nun yazım süreci sancılı geçen, ama nihayetinde tüm dünyayı bugün de etkilemeye devam eden bu dev eserin yazılış serüveniyle final yapar.

KATEGORİLER
ETİKETLER