Felaketin Ardından: Düzen Enkaz Altında, Dayanışmayı Yeni Bir Toplumsal Düzen için Seferber Etmeli
Türkiye tarihinin en büyük ve ölümcül deprem felaketiyle karşı karşıya. Maraş merkezli olarak 6 Şubat’ta gerçekleşen; 10 ili derin bir şekilde etkileyen hatta Maraş, Adıyaman, Antakya gibi kentleri haritadan silinme noktasına getiren, geride 30.000’den fazla can kaybı bırakan deprem sadece yarattığı maddi manevi yıkımla değil, aynı zamanda ortaya serdiği politik sonuçlarla da hatırlanacak.
Türkiye 17 Ağustos 1999 yılından bu yana pek doğal felaketle yüz yüze kaldı. Deprem, sel yangın… Özellikle AKP iktidara geldiğinden bu yana gerçekleşen hemen her felakette artık “kader planı” ifadesini duymak kulaklarımızı tırmalamaya başladı. Türkiye’de deprem ihtimalinin güçlü olduğu bölgeler üzerine yıllardır konuşuluyor, bilim insanları yapılması gerekenleri aktarıyor. Depremleri engellemek mümkün değil, ancak deprem gerçekleştiğinde yarattığı yıkımı engellemek pekala mümkün! Ancak, Maraş Depremi bize bağıra bağıra gelen bu depreme karşı iktidarın en ufak bir hazırlığının bulunmadığını; AFAD, Kızılay gibi kamu kurumlarının felaketlere müdahale kapasitesinin yok edilerek birer arpalıklara dönüştürüldüğünü bir kez daha gösterdi. Ortaya çıkan yıkımın altında kalan iktidar doğal olarak yeniden kader planı, asrın felaketi gibi bahanelerin arkasına saklanmakla yetiniyor.
Oysaki Türkiye’nin, haritadan da görüleceği üzere, riskli bir deprem kuşağında yer aldığı göz önüne alınsa idi, böylesi bir tablo ile karşılaşılmayabilirdi. Fakat aşağıda belirttiğimiz hususlar felaketin bu denli katlanmasının gerekçelerini ortaya koyuyor.
- Deprem Vergileri, Deprem Önlemleri Dışında Her Yere Harcandı!
Marmara Depremi’nden sonra, 2000-2022 yılları arasında yaklaşık 88 milyar TL deprem vergisi toplandı. Toplanan paralar ile bu yirmi iki yılda her biri 96 metrekare büyüklüğünde 1 milyon 315 konut inşa edilerek, Türkiye’nin özellikle deprem kuşağında bulunan kentlerindeki riskli konut stoku bir nebze olsun yenilenebilirdi. Ancak hemen her deprem sonrasında dile getirdiğimiz üzere, deprem vergilerinin nerelere harcandığını 2011 yılında Van Depremi’nin ardından dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek şöyle açıklamıştı: “Sonuçta bunlar 74 milyonun servetidir. Deprem vergisi adı altındaki vergiden çok sürekli hale gelmiş ÖTV vs. var. Bu vergiler bizim sağlığımıza gidiyor. Diyorsunuz ki bu çerçevede 44 milyar liralık vergi topladınız, nereye gitti. Sadece bir yıllık vatandaşın sağlığı için yaptığımız harcama 44 milyar lira. Bu, duble yollara gidiyor, demiryollarına, havayollarına, çiftçimize, eğitime gidiyor.”
- Kentler Kontrolsüz ve Ranta Dayalı Şehirleşmeye Teslim Edildi!
AKP döneminde konut ve inşaat sektörü ekonominin motoru haline geldi. Köprü, otoyol, hastane ve havalimanı gibi büyük inşaat projelerinin yanısıra; uluslararası ölçekte parasal genişlemenin verdiği imkanla kredi muslukları açıldı ve bu sayede konut satışlarında 2008-2021 yılları arasında üç kattan fazla artış yaşandı. İstanbul, Ankara, İzmir gibi kentlerde kamusal arazilerin konut yapımına ve kentsel dönüşümlere hız verilirken kentleşme politikalarında kamusal yarardan daha çok ortaya çıkan rant belirleyici oldu. Özellikle yoksulların yaşadığı merkezi bölgeler kentsel dönüşüme alınırken, buralar Fikirtepe, Tarlabaşı, Sulukule örneklerinde olduğu üzere bu bölgelerde yaşamak sadece üst sınıfların erişebileceği ayrıcalıklar haline getirildi. Doymak bilmeyen rant hırsı, özellikle deprem alarmının en üst seviyede verilmesi gereken İstanbul’da kentleri olası afetlerde neredeyse toplanma alanı bırakmayacak şekilde betona boğdu. Maraş Depremi’nden sonra Bağcılar ve Güngören gibi ilçelerin havadan çekilmiş fotoğraflarını görmek sorunu anlamak için yeterli olacaktır. İstanbul üstesinden kolayca gelinmeyecek bir keşmekeşe teslim edilmiş durumda. Olası bir depremde nelerin yaşanabileceğini hayal etmek güç olacaktır.
Bahsettiğimiz kontrolsüz ve denetimsiz yapılaşma mikro ölçeklerde Anadolu’daki hemen hemen bütün kentlerde yaşandı. Sonuçlarıyla şimdi yüzleşiyoruz.
- İmar Barışları ve Yapı Denetimlerinin Eksikliği Felaketin Boyutlarını Artırıyor!
Erdoğan’ın önceki yıllarda Hatay ve Maraş’ta verdiği imar barışı müjdelerini biliyoruz. AKP döneminde 7 kez imar barışı gerçekleştirilirken, iktidar hemen her seçim döneminde bunu vaat listesine ekledi. Son imar barışında depremin etkilediği 10 kentte toplam 294 bin 165 konut imar barışından faydalanırken, bu fütursuz oy avcılığının sonuçlarıyla şimdi acı bir şekilde yüzleşiyoruz. Her fırsatta geçirilen imar afları kaçak yapılaşmayı adeta teşvik ederken, yapı denetimi süreçlerinin yetersizliği de kaçak ve depreme dayanıksız yapılaşmayı adeta teşvik ediyor.
- Arpalığa dönüştürülen AFAD ve Kızılay gibi kurumların iflası bir kez daha tescillendi!
Maraş Depremi kamu kurumlarının olası felaketlere müdahale kapasitesinin nasıl bitirildiğini bir kez daha gözler önüne serdi. Her fırsatta liyakatsiz kadrolaşmalarla, yolsuzluklarla gündeme gelen AFAD ve Kızılay gibi kurumlar deprem sonrasında ilk günlerde seyirci kalırken, bölgeye müdahale etme sorumluluğunu dayanışma duygusu ile seferber olan gönüllü halk üstlendi. Ancak ilk anda kentlere giriş yasaklarının getirilmesi ve gönüllü çabaların baltalanması kurtarılabilecek pek çok canın yaşamını yitirmesine neden oldu. AFAD gönüllüsü olarak bölgeye akın eden pek çok gönüllü sosyal medya hesaplarından en kritik saatlerde nasıl bekletildiklerini ve arama kurtarma çalışmalarından uzak tutulduklarını aktarmıştı.
AFAD’ın yönetim kadrosu kurumun afete müdahalede neden yetersiz kaldığının özeti aslında: Afetlere Müdahale Genel Müdürü İsmail Palakoğlu bu konuda hiçbir yetkinliği olmayan bir ilahiyatçı. Başkan yardımcısı İsmail Sezer Soylu’nun eski danışmanı, kaymakamlıktan gelen bir isim ve daha bir ay önce bu kadroya atanmıştı. Diğer başkan yardımcısı Hamza Taşdelen iktidara yakın SETA’dan gelme… Barınma ve Yapım İşleri Genel Müdürü Nehar Poçan Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un eniştesi, Soylu’nun yakın çalışma arkadaşlarından. AFAD yönetiminin zayıflığının bir göstergesi de eski başkan Mehmet Güllüoğlu’nun büyükelçi olarak bulunduğu Tanzanya’dan apar topar getirilmesidir.
Kızılay ise yıllardır yolsuzluklarıyla gündemde. Kurumun iflası o kadar açık ki, deprem sonrasında en ufak bir izini görebilmek mümkün olmadı. Kızılay son olarak kontrolündeki konteyner fabrikası skandallarıyla gündeme geldi. Deprem bölgesinde yaşayan halk soğuk kış şartlarında dışarda kalırken ve acil konteyner ihtiyacı bulunmasına rağmen; Kızılay’ın böyle bir dönem için en ufak bir hazırlığının olmadığı görüldü. Dahası fabrikanın başına ahbap çavuş ilişkisiyle bir kebapçının getirildiği ortaya çıktı. Depremin ardından da fabrika da teyakkuza geçilmesi gerekirken, Kızılay yönetimi süreci izlemekle yetiniyor. Bir skandal da Kızılay Başkanı Kerem Kınık’ın Rönesans Holding’in siparişleri olan konteyner önünde röportaj vermesi oldu.
- İktidar, Acziyetini Baskı ve Yasaklarla örtmeye, Krizden Otoriterleşmeyi Pekiştirerek Çıkmaya Çalışıyor!
Depremin ardından iktidara ve çökerttiği kurumlara yönelik güvensizliğin bir göstergesi AHBAP ve Babala gibi unsurların bağış toplamada ön plana çıkması oldu. Dahası toplumsal muhalefet ve özellikle sosyalist örgütler de dayanışmanın örgütlenmesinde ön plana çıktılar.
Bu durum iktidarı rahatsız ediyor. Hemen her fırsatta ya toplumsal muhalefete ya da AHBAP gibi aktörlere parmak sallanıyor. Erdoğan daha felaketin ilk günlerinde iktidara yönelen eleştiriler karşısında “Günü geldiğinde tuttuğumuz defteri açacağız” sözleriyle tehditler savurmuştu. Onun bıraktığı yerden Bahçeli ve Soylu gibi isimler devam etti.
Bir yandan seçimler yaklaşırken, seçimlerin ertelenip ertelenmeyeceği tartışılıyor. Halihazırda derin bir ekonomik kriz sürerken, yaşanan felaket tabloyu içinden çıkılmaz hale getirdi. Dahası felaket karşısında yalnız bırakılan halk her fırsatta iktidara yönelik tepkisini korkusuzca dile getiriyor. Bu iklim Erdoğan’ın seçim konusundaki tavrında belirleyici olacaktır. Alacağı tavır Türkiye’deki mevcut otoriterleşmenin nereye evrileceğini gösterecek.
Türkiye’de şu an yaşanan durum AKP’nin kontrolü altında burjuva düzenin topyekûn geldiği çürümenin bir göstergesidir. Bu tablodan çıkış için emekçi halkın iktidara yakın müteahhit çetelerinden, iktidar kontrolündeki kamu bankalarından yapılan göstermelik bağışlara bel bağlamasını bekliyorlarsa yanılıyorlar. Bu düzenden vurgundan, talandan, baskıdan, çürümeden başka bir sonuç çıkmaz. Emekçi halk kendi yaralarını en iyi kendisinin sarabileceğini ve bu sömürücü asalaklara muhtaç olmadığını 11 günde fazlasıyla gösterdi. Bu dayanışma yeni bir toplumsal düzenin inşası için seferber edilmelidir. Sosyalistler olarak bize düşen bunun için çabalamaktır.