Erken Cumhuriyet Dönemi ve Din (I) – Güneş Gümüş

Erken Cumhuriyet Dönemi ve Din (I) – Güneş Gümüş

Başlangıcından bugüne Kemalist Cumhuriyet ile din arasında çetrefilli bir ilişki oldu. Ne tam bir kopuş, yadsıma ne de dahil etme, kapsama… Belki de, Cumhuriyet rejiminin din konusundaki tavrına yönelik en uygun ifade, ikisi arasında (ibrenin bazen bir tarafının bazen de diğer tarafının ağır bastığı) bir salınım olacaktır.

Rejimin bu salınımı önemli bir kitle açısından memnuniyetsizlik kaynağı oldu; hem de farklı içerikle olsa da aynı konu temelinde rejime eleştiri yöneltmek konusunda karşıt uçları ortaklaştırarak. Bir yanda din konusundaki tavrı nedeniyle rejimi dinsizlikle suçlayan İslamcılar, diğer yanda “laik” olmaması, Sünni İslam’ı güçlendiren tavır alışı nedeniyle Kemalist rejime ithamlarda bulunan Aleviler, sosyalistler vb. Bu eleştirilerden hangisi haklı temellere dayanıyor? Hangisi Kemalist Cumhuriyet’in din konusundaki şifrelerine işaret ediyor?

Kemalist rejimle din arasındaki ilişki meselesi, bu soruları yanıtlarken doğrudan eleştirilerden birinin haklı bulunmasını engelleyecek şekilde çelişkiler [1] içerdi, halen de içermekte. Dolayısıyla Kemalist Cumhuriyet’te dinin konumunu açıklığına kavuşturmak için, bu çelişkilerin maddi-düşünsel temellerini ve onları ortadan kaldırmak (ya da en azından rejimin yolundan çekmek) için üretilen çözümleri ele almak gerekmekte. Bu bağlamda da dinle ilişki meselesini Türk modernleşme sürecinin gelişim seyrinde takip edilmesine ve 81 yıllık Cumhuriyet’in ideolojik kodlarının büyük oranda oluşturulduğu kuruluş sürecinde dinin konumunun ele alınmasına ihtiyaç var.

Bu yazı dizisinde, bu perspektifle erken Cumhuriyet döneminde dinin konumunu ele almayı ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde “din dışlandı mı?” sorusuna yanıt üretmeyi hedeflenmektedir.  Bu şekilde Cumhuriyet tarihinin en tartışmalı konularından birisi olan Cumhuriyet rejimi-din arasındaki ilişkinin temellerine gidilerek bugünün anlaşılmasının kolaylaştırılması amaçlanmaktadır.

Din ve Laiklik

Dinin toplumsal, siyasal konumundaki gerileme Türkiye’ye has bir gelişme olmamış; evrensel düzeyde bu yönde bir gelişme çeşitli ülkelerde farklı tarihsel deneyimler çerçevesinde yaşanmıştır. Modernleşme sürecinin vazgeçilmez bir ayağı dinin toplumsal konumunda genel bir gerilemenin yaşanmasıdır ki sekülerleşme [2] süreci olarak niteleyebileceğimiz bu gelişmeler önemli bir döneme yayılan gelişim sürecinin ürünüdür.

Dinin toplumsal yaşamdaki belirleyiciliğinin azalması, burjuva gelişim süreçlerine bağlı olarak çeşitli ülkelerde farklı biçimlerde yaşanmıştır. Din-devlet ilişkilerinin yapılaşması bağlamında genellikle iki farklı model tanımlanmasına gidilmektedir: laiklik ve sekülerleşme. Bu iki farklı yapılaşmanın model ülkeleri olarak ise sırasıyla Fransa ve İngiltere sunulmaktadır.

Fransa’da burjuva demokratik dönüşüm radikal bir devrim süreciyle gerçekleşmiş; karşısına dikilen (kendisiyle uzlaşmayı reddeden) feodalitenin egemenleri aristokrasi, krallık ve ruhban sınıfının keskin bir şekilde tasfiyesi gerçekleşmiştir. İngiltere’de ise eski rejimin egemenleri kapitalist gelişmeye ayak uydurabilmelerinden ötürü (eski ve yeni egemenlerin uzlaşması çerçevesinde) 1650’deki devrimden itibaren radikal kırılmalar olmamıştır. Bu farklı burjuva gelişim süreçleri din-devlet işlerinin düzenlenmesinde de farklı deneyimlere kaynaklık etmiştir. Bu bağlamda, Fransa’da militan bir nitelik taşıyan laiklikten, İngiltere’de ise daha yumuşak nitelikteki sekülerleşmeden bahsedilmektedir. Radikal, ılımlı; nasıl tanımlanırsa tanımlansın dinin siyasal ve toplumsal yaşamdaki konumu açısından iki ülkede de sonuçların benzer olduğu açıktır.

Fransa ya da İngiltere modelinde olsun laiklik-sekülerleşme dinin içinden gelişen bir reform hareketi temelinde uzunca bir döneme yayılan bir gelişimin ürünü olmuştur. Dünyanın çoğu bölgesi açısından (İslam coğrafyasının da dahil olduğu) laiklik-sekülerleşme kendi içsel dinamiklerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmamış ve kısa bir zaman diliminde hayata geçirilmek durumunda kalınmış; Batılılaşma sürecinin bir parçası olarak şekillenmiştir: “Sekülerleşme süreci değişik toplumlarda farklı tarihsel deneyimler olarak izlenebilir. Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda bu süreç görece olarak yavaş ve toplumun birçok kesiminde eşzamanlı ve topyekün dönüşümler şeklinde yaşanırken, dünyanın diğer birçok yerinde ve bu arada İslam dünyasında genelde yönetici bir seçkinler sınıfının bilinçli siyasal çabalarının bu süreci belirlediği söylenebilir” (Mert, 1994: 38).

Türk modernleşmesi sürecinde sekülerleşme-laiklik, kendinden menkul bir dönüşümün değil evrensel bir sürecin bir parçası olarak gelişti. Türk modernleşmesinin yürütücüleri, sekülerleşme-laiklik konusundaki düşünce ve pratiklerini Batı’daki örneklere referansla oluşturdular. Türk modernleşmecileri açısından gelişim seyri bağlamında kendilerine en yakın örnek olarak Fransa görülmüştür. Din-devlet işlerinin şekillenişinde de Fransa modeli laiklik referans kaynağı olmuştur. Sadece “laik” kelimesinin kendisi Fransızcadan Türkçe’ye aktarılmamakta; bu gelişim modeli genel olarak temel alınmaktadır: “Yunanca Laos, ruhbandan olmayan, Laikos da halka ilişkin olan anlamına geliyor. Latince Laicus, dine ilişkin olmayan demek. Fransızcadaki Laic ya da Laique de din ve ruhban dışılığı ifade eder. Laicite, Türkçedeki Laiklik deyiminin karşılığıdır” (Tanör, 2006: 259).

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bir kopuş ifade ettiği iddiasındadır. Teokratik olarak nitelenen Osmanlı’dan kopuş iddiası, dinin konumlandırılmasında bu kopuşa uygun düşecek düşünce ve pratiklerin hayata geçirilmesini beraberinde getirmiş; bu bağlamda Fransız modeli laiklik en uygun düşen biçim olmuştur.

Türk Modernleşmesinde Sekülerleşme/Laiklik

Kemalizmin en belirgin özelliklerinden birisi kendini bir milat olarak ortaya koyuşu ve eski rejimden keskin bir kopuşu ifade ettiği yönünde tezidir. Bu iddiasının en hakkını verdiği konunun laiklik olduğu yönünde genel bir kabul vardır. Ancak Cumhuriyet’in kurucu ilkelerinin boşlukta oluşmadığını belirtmek gerekir. Türk modernleşmesinin sadece entelektüel mimarlarının değil bu sürecinin yürütücülerinin de Osmanlı’nın son döneminden yeni Cumhuriyet’in kuruluşuna uzanan periyotta büyük oranda aynı kişilerden oluştuğu düşünüldüğünde bu iddialar anlamını daha çok yitirir. Osmanlı’nın son dönemlerinden alınan miras temelinde Türkiye Cumhuriyeti’nin din konusundaki tutumu, sekülerleşme/laiklik konusundaki düşünce ve pratiği oluşturulmuştur.

19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’da sekülerleşme/laiklik yönünde adımlardan bahsedebiliriz. Sekülerleşme/laikliğe hizmet eden reformların tamamı bilinçli olarak bu yönde bir kaygı temelinde gerçekleşmemiş; Batı karşısında ayakta kalma mücadelesi veren Osmanlı’nın çıkış yolu olarak düşündüğü devletin modernleşmesi amacı temelinde yapılmıştır. Devletin modernleşmesi siyasal yönetimin bilimselleşmesi, akılcılaşmasını içerdiği oranda dinin bu alandan uzaklaştırılmasını da gerektirmiştir.

Osmanlı’da sekülerleşme/laiklik yönündeki reformlar açısından II. Mahmut başlangıç kabul edilir.  II.Mahmud’un askeri reformları önünde engel teşkil eden Yeniçeri Ocağı’nı 1829 yılında kaldırması ulemanın devlet üzerindeki yaptırım gücünün büyük oranda zayıflamasına hizmet ederek sekülerleşme/laiklik yolunda ilk adımlardan olmuştur. Yine II. Mahmud döneminden başlayarak dinsel eğitimden ayrı olarak modern eğitim kurumlarının (Harbiye, Tıbbiye, Rüştiye ile devamında Mülkiye Hukuk Mektebi, sanat ve öğretmen okulları) kurulması ulemanın eğitim üzerindeki rolünü azaltan uygulamalar olmuştur. Sivil ve seküler yargıyı ifade eden Nizamiye mahkemelerinin kurulması; 1858 Ceza Kanunu’nun kabulü ulemanın bir başka önemli alandaki, yargıdaki rolünü sınırlandırmıştır. Tanzimat ve Islahat fermanı ile en önemlisi 1908’de Meşrutiyet’in ilanı da sekülerleşme/laiklik yönünde önemli adımlar olmuştur. Osmanlı döneminde sekülerleşme/laiklik konusundaki son adımlar ise 1916-17 arasında gerçekleştirilen, Şeyhülislamın yetkilerini dinsel alana sınırlandıran değişikliklerdir.

1920’li yıllara gelindiğinde, artık, yeni Cumhuriyet bu birikimlerin üzerine basarak din-devlet işleri konusundaki düşünce ve pratiğini oluşturmuş ve geliştirmiştir.

Üç Tarz-ı Siyasetin Dönüşümü

Türkiye Cumhuriyeti’nin laikleşmesinin yolu Osmanlı’dan alınan miras temelinde sadece reformlar bağlamında açılmamış; Osmanlı’nın son döneminin entellektüel hayatı da bu konuda düşünsel temelleri meydana getirmiştir. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne devralınan entelektüellerin kendileri de bir değişim-dönüşüm sürecinin parçası olmuştur.

1904 yılında Yusuf Akçura, bir gazetede yayınladığı “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalede Osmanlı’nın Batı karşısındaki gerilemesine, yenilgisine son verecek kurtuluş yolu olarak beliren üç siyasi akımı (Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük) tarifleyerek hangisinin bu misyona uygun olduğunu tartışmaktadır. Ancak bu siyasi akımlardan Osmanlıcılığın ömrü uzun olamamış, Balkan savaşları ile Osmanlı üst kimliği altında imparatorluğun birarada tutulmasının mümkün olmadığı açığa çıkmıştır. Osmanlı’nın son dönemlerinde, artık, kurtuluş ümitleri şu üç akıma bağlanmıştır: İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık. Bu üç akımdan ikisi (Türkçülük ve Batıcılık) bu misyonun taşıyıcılığını yapabileceklerini kanıtlamış ve kurtuluş mücadelesi Osmanlı devletinin yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla tamamlanmıştır. Böylece üç tarz-ı siyaset miadını doldurmuş; Nuray Mert’in ifadesiyle, laiklik ve milliyetçilik üzerine kurulmuş “Cumhuriyet devrimi, ilk bakışta, son dönem Osmanlı düşünce hayatını belirleyen üç akımdan; İslamcılığın yenilgiye uğrayıp, diğer ikisi olan Türkçülük ve Batıcılığın birlikte iktidar olması”nı ifade etmiştir (Mert, 2004: 197).

Osmanlı’nın son dönemine damgasını vuran üç tarz-ı siyasetten İslamcılığın yenilgisi, sadece imparatorluğun bu kimlik etrafında birarada tutulabilir olmadığının (Müslüman Arapların da yüz çevirmesi gibi örnekler temelinde) açığa çıkmasından kaynaklanmaz. Osmanlı’nın Batı karşısındaki gerileyişi ve sonunda çöküşü İslam’ın bir yenilgisi olarak kavranır: “Bu o dönemin koşulları içinde son derece anlaşılır bir akıl yürütmedir; zira o dönemin düşünce ve kurumsal yapısı olduğu kadar, siyasal toplumsal sınıflandırma sistemini belirleyen de dindi. Osmanlılar kendilerini, öncelikle İslam aleminin, Batı’yı da Hıristiyan aleminin temsilcisi olarak görüyorlardı. Bir yenilgi söz konusu ise bu aynı zamanda İslam’ın yenilgisiydi” (Mert, 2004: 198).

Yeni Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı karşısındaki yenilgisi kesinleşmiş ve bu yenilginin nedenleri sorgulanırken fatura İslamiyet’e de kesilmiştir. Ancak Türk modernleşmesinin başlangıcından itibaren bu bilinçten bahsetmek hatalı olacaktır. Sürecin gelişimi içinde bu yönde bir keskinleşme olmuş; İslamiyeti bir engel olarak kavrama yeni Cumhuriyet’te billurlaşmıştır.

Yeni Cumhuriyet’in Düşünce ve Pratiğinde Laiklik

Laiklik, Batı karşısındaki yenilgiye son verme çabasını ifade eden modernleşme sürecinin nihai bir sonucu olarak gerçek içeriğine Türkiye Cumhuriyet’inde kavuşmuştur. Cumhuriyet döneminde laiklik, modernleşme yönünde atılan adımların doğal bir ürünü değil Cumhuriyet ideolojisinin ayrılmaz bir parçası, bilinçli bir çabanın ürünü olarak şekillenmiştir. Artık laikleşmenin düşünsel ve pratik yürütücülerinin de din-devlet işleri konusundaki tavırları netleşmiştir. Yeni Cumhuriyet’in kurucu kadrolarınca dinsel bağnazlık (kimi zaman dinin kendisi) geri kalmışlığın nedeni olarak görülmekte ve ilerlemenin önünde bir engel addedilmektedir [3]. Kemalist Cumhuriyet’in İçişleri Bakanlığı’nı yapmış Şükrü Kaya, Osmanlı’nın durumunun “Müslümanlar arasında da ne dinin siyasete ne de siyasetin dine alet olabildiğini, devlet iradesinde ve dış münasebetlerde dini gayret ve taassup politikasının çok tehlikeli, hatta zararlı olduğunu göstermeye” (Solak, 2013: 344-5) yeterli olduğunu söylerken aynı düşünce biçimini yansıtmaktadır.

Yeni Cumhuriyet açısından halifeliğin kaldırılması ile başlayan reformlar temelinde 1924 bir dönüm noktasını ifade etmektedir. 1920-24 arası genel olarak bir geçiş dönemi olarak değerlendirilmiş; 1924 ile 1945 arasındaki dönem ise Cumhuriyet’in laiklik konusunda radikal tavır aldığı bir periyot olarak görülmüştür [4]. 1945 sonrası ise laiklik konusunda devletin daha ılımlılaştığı bir evre olarak okunmuştur. 1924’e kadar Mustafa Kemal’in pragmatizm örneği sergileyerek dine karşı kapsayıcı bir üslup kullandığı ve bu yönde pratiklerde bulunduğu sıklıkla ifade edilmektedir. Ancak bu dönemki sözlerinin içinde 1924 sonrasında netleşecek tavrının işaretlerini görmek mümkündür. Dolayısıyla her şey 1924’te aniden başlamamış; 1920-24 arasının oluşturduğu geçiş döneminin ortaya çıkardığı söz ve pratik üzerinden ilerlenmiştir.

 

Dipnotlar:

         1) Atatürk, Din ve Laiklik Üzerine, Kaynak Yayınları, İstanbul 2012.

        2) Mert Nuray, “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel Boyutu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, Cilt: 2, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s.197-209.

        3) Din, Cumhuriyet reformlarının önünde de bir engel teşkil ediyordu: Örneğin, Kazım Karabekir, İzmir İktisat Kongresi’nde Latin harflerinin kabulü önerisine İslam temelli bir karşı çıkışta bulunmaktaydı.

       4)  Mete Tunçay, Cumhuriyet rejiminin özellikle ilk on yılının açıktan dine karşı çıkılmasa da, inanılması güç boyutlarda bir umursamazlıkla geçtiğini söylemektedir. (M. Tunçay, “İkna (İnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama)”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, s.95.)

KATEGORİLER
ETİKETLER