Erdoğan’ın Hayal Dünyası – Emre Güntekin
Erdoğan geçtiğimiz günlerde İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi’nde yaptığı konuşmada şunları dile getirdi: “Maalesef bugün dünyanın pek çok yerinde özellikle de bölgemizde vicdanları kanatan zulümler yaşanıyor. Müslümanının olduğu yerde sömürü, soykırım, gelir dağılımı çarpıklığı olmaz, adaletsizlik olmaz, olmamalıdır. Bu kötülüklerin hepsi bugünlerde İslam dünyasının üstünde bir kara bulut gibi konuşuyor.”
Oysaki gerçekler bize tam tersini söylüyor. Bugün ne Erdoğan’ın iddia ettiği gibi ne sömürünün ne adaletsizliğin ne de soykırımın olmadığı bir İslam coğrafyası mevcut. Kapitalizme özgü bütün çelişkiler İslam coğrafyasında daha şiddetli şekilde cereyan ediyor. Bu durum tesadüfi değil. Özellikle Yeşil Kuşak Projesiyle birlikte Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, oradan Afganistan’a kadar uzanan bir coğrafyaya musallat olan İslamcı ve cihatçı özneler bölgelerinden istikrarsızlığın, adaletsizliğin ve katliamcılığın öznesi konumundalar. Elbette bu sadece İslamcı kimliğe sahip olmalarıyla ilintili bir durum değil. AKP’den Körfez rejimlerine, Molla rejiminden İslamcılığın en barbar versiyonlarından birisi olan IŞİD’e kadar Ortadoğu’daki bütün bu öznelerin emperyalist kapitalizm içerisinde oynadıkları özel roller bulunuyor.
Erdoğan’ın söylediklerinden hareket ederek bölgede İslamcı hareketlerin geçmişine ve nasıl yükseldiklerine değil bugün neye dönüştüklerine odaklanmak gerekiyor. Bu unsurlar içerisinden kimisi AKP gibi şaşaalı demokratik söylemlerle iktidara yükselirken, kimisi için bölgenin istikrarsızlığı ve iç çatışmalar bir şans oluşturdu (IŞİD gibi.). Elbette her bir unsurun kendi içinde taşıdığı farklı öznellikler mevcut. Fakat ortaya çıkan bölge tablosunda her birinin fırça darbesi var.
Önce en başta belirttiğimiz sözleri dile getiren Erdoğan’ın ülkesine bakacak olursak… Erdoğan’ın 16 yılda büyük bir dönüşüme uğrattığı ve geçmişteki Baas rejimlerini aratmayan ülkesinde sömürünün, eşitsizliğin, adaletsizliğin, katliamcılığın bini bir para… Ekonomik kriz pençesinde kıvranan rejim, yaklaşan yerel seçimlerinde etkisiyle bütün hıncını toplumun alt sınıflarına yöneltirken; ekonomik bir çöküş ihtimalinin yarattığı tedirginlik her haliyle kendini dışa vuruyor. Erdoğan bir yandan Fransa’daki Sarı Yelekli öfkenin kendi ülkesine de sıçraması ihtimaline karşı sıkça Gezi’yi gündeme taşıyor, tehditler savuruyor ve sokağa çıkmaya yeltenenlere şimdiden tehditler savuruyor. Fatih Portakal gibi utangaç muhalefet eden gazetecilere bile saldırmaktan çekinmezken, geçmişte bu ülkede hiç gazeteci öldürülmemiş gibi ensesini patlatmaktan bahsediyor. Milliyetçiliği körükleyerek Kürtleri, Alevileri ve bu toplumun dışlanan kimliklerini daha fazla saldırı ve ayrımcılıkla yüzyüze bırakıyor. Tablonun diğer tarafında düşük ücretlerle ve giderek geçimi zorlaştıran zamlarla boğuşan emekçilerin elindeki haklara göz dikiyor. Haklarını korumaya kalkanların karşısına ise polisini, jandarmasını ve mahkemelerini çıkarıyor. Bir zamanlar kendini bu sistemin mağduru olarak gören ve mazlumların umudu olma iddiasıyla yola çıkan AKP’nin geldiği ve Türkiye’yi getirdiği nokta bu.
İran’daki Molla rejimi için de çok farklı şeyler söylenemez. Yaklaşık 40 yıldır iktidarda olan Mollalar İran halkına baskı, sömürü, kan ve gözyaşından başka bir şey yaşatmadılar. Ufak bir muhalefetin çok sert bir baskıyla cezalandırıldığı İran’da ne özgürlüklerden ne de demokrasiden bahsedebilmek mümkün. Diğer taraftan milyonlarca emekçi için İran’daki koşullar Türkiye’den farksız: Giderek artan sefalet, yüksek işsizlik, Molla rejiminin yolsuzlukları… Liste uzar gider. Molla rejiminin öyküsü ise belki de bu unsurlar içerisinde en dramatik olanı. 1979’da Şah’ın devrilmesinin ardından TUDEH’in ihanetiyle İran Devrimi’nin kazanımlarının üzerine çöreklenmeleriyle birlikte sadece bölgenin değil tüm insanlığın kaderi değişmiş oldu. 60’larda ve 70’lerde sol hareket Ortadoğu coğrafyasında ciddi bir güç odağı haline gelirken, İran’da işçi sınıfının kaybetmesi solun bölgesel çapta düşüşüne İslamcıların ise büyük bir moral motivasyon kazanmalarına yol açtı. Hikâyenin geri kalanı malumunuz. Kıyıma uğratılan bir sol gelenek, baskı, kan ve gözyaşı…
Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar… Körfez rejimlerinin de hali iç açıcı değil. Kendi içlerindeki çıkar çatışmalarını bir yana bırakırsak Körfez’in Sünni rejimleri Müslüman coğrafyasında barbarlığın en modern halini temsil ediyorlar. Suudi rejimi neredeyse yüzyıldır bölgede ABD çıkarlarının bir koruyucusu olmasının yanında, insanlığın görebileceği en vahşi işlere imza atmaktan kaçınmıyor. Daha birkaç ay önce rejim muhalifi Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’da başkonsoloslukta nasıl katledildiğini hatırlayın. Suud rejimi bu tarz katliamlara imza atma konusunda hayli gözü pek. Üstelik bu vahşetin aleniliğine rağmen neredeyse tüm “uygar dünya” meseleyi karanlığa gömme çabasında ya da Suud rejimiyle girdiği çıkar çatışmasında bir koz olarak nasıl kullanacağının derdinde. Birleşik Arap Emirlikleri de karakter olarak Suud rejiminden pek farklı değil ve Riyad’ın bölgedeki en yakın müttefiki.
Erdoğan Müslüman’ın olduğu yerde sömürü, gelir dağılımı çarpıklığı olmaz diyor ya. Dönüp Körfez rejimlerine bir baksa keşke. Ama uçak gelen yerden kaz esirgenmiyor. Mesela Katar’da 2022 yılında düzenlenecek dünya kupası inşaatlarında yüzbinlerce emekçinin nasıl köle gibi çalıştırıldığını Türkiye’de herhangi bir medya kuruluşunda okumak, görmek mümkün değil. Üstelik bu işçilerin “kafala sistemi” gereği pasaportlarına el konuyor, aylarca maaşları ödenmiyor ve birçoğu Suudi Arabistan’da iki yıl önce Hintli yüzlerce işçinin başına geldiği gibi açlığa terk ediliyor. Bu ülkelerde göçmen işçi olmak intihar etmenin en uzun süreli ve acılı haline dönüşmüş durumda. Peki, bu köle emeğiyle kimler zenginleşiyor? Bir avuç kraliyet ailesi üyesi… Kendi ülkesinde şeriatın en acımasız halini uygulayanlar, gasp ettikleri devasa servetin sefahatini Avrupa’nın lüks başkentlerinde modellerle sürerken sıkça gündeme geliyorlar.
Daha çok anlatacak mevzu bulunuyor. Daha önce belki de defalarca vurgulamışızdır ancak Ortadoğu halklarının bu karanlıktan nasıl çıkacağının yolunu her defasında yorulmadan vurgulamak bizim görevimiz. Siyasal İslam bu coğrafyada ancak halkları birbirine kırdırarak ve yukarıda saydığımız çelişkileri daha da kötürümleştirerek ayakta kalabilir. Ondan kurtulmanın tek bir yolu var: Ortadoğu’da Şii-Sünni, Türk-Kürt, Arap-Yahudi her türlü kimlik çatışmasını sona erdirecek ve kurtuluşun yegane yolunu açacak olan enternasyonalist bir mücadele yürütmek ve sosyalist Ortadoğu’yu inşa etmekten geçiyor.