Eğitim Yıkıldı, Enkazı Süpürmek Gerekiyor! – Y. Can Derdiyok

Eğitim Yıkıldı, Enkazı Süpürmek Gerekiyor! – Y. Can Derdiyok

6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen iki büyük depremin ardından olağanüstü koşulların olduğu bir süreçten geçiyoruz. Uzun süredir dile getirilen iktidarın çürümüşlüğü ve çöküşü söylemlerinin de apaçık gözler önüne serildiği bir süreç bu. Dolayısıyla, sürecin bütünü dikkatle incelenmeli ve süreçten önemli dersler çıkarılmalıdır. Çünkü olağanüstü koşullar, olağanüstü sonuçlara gebedir ve olağanüstü sonuçları göğüsleyebilecek devrimci mücadele, bu dersleri dikkate alarak ilerlemelidir.

Deprem sonrası yaşanan süreç, ülkede neredeyse bütün yaşamı doğrudan veya dolaylı olarak etkiledi. Bu etkinin bir ucunda da eğitim bulunuyor. Pek çok üniversitenin bahar dönemi açılışına denk gelen tarihlerde yaşanan iki büyük depremin ardından Yükseköğretim Kurulu (YÖK), önce depremden doğrudan etkilenen 10 ili, daha sonra çevre illeri ve nihayetinde ülke genelini kapsayacak biçimde ikinci bir karara kadar eğitim ve öğretime ara verildiğini duyurdu. Ardından Nisan ayı başına dek süreceği belirtilen online eğitim kararı geldi. YÖK’ün yaptığı açıklamalardan anlaşılabilir ki, kararların ardındaki temel saik öğrenci yurtlarının depremzedelerin kullanımına açılacak olmasıdır. Nitekim, alelacele eşyaları poşetlere doldurularak yurtlarından çıkarılan öğrenciler bu durumu doğrulamaktadır.

Evsiz ve Yurtsuzlar: Barınma Hakkının Gaspı

Üniversite öğrencilerinin barınma hakkı yalnızca yaşanan deprem ve sonraki kısa zaman diliminde değil, uzun bir sürece yayılan gelişmeler sonunda tamamen gasp edilmiş durumda. AKP’nin “her ile bir üniversite” diyerek üniversite sayısını artırması, doğrusal olarak barınma kapasitesini de o oranda artırmasıyla sonuçlanmadı. 2021-2022 döneminde yükseköğrenime örgün biçimde kayıtlı öğrenci sayısı 3 milyon 761 bin 637 olmasına rağmen yurtların toplam kapasitesi yalnızca 759 bin 838. Bir başka çarpıcı örnek, İstanbul’da devlet yurdu sayısının 2006-2007 yıllarından günümüze yalnızca 4 adet artarak 22’ye yükselmesi. Bu 4 adet yurda karşılık, aynı dönemde özel yurt sayısı 199’dan 660’a yükselmiş durumda.

Bu durumundan temel bir çıkarım yapılabilir: İktidar, üniversite öğrencilerinin barınma hakkını günden güne gasp etmiş; öğrencileri kriz, enflasyon ve muhtelif olumsuz ekonomik koşullarda tarikat yurtlarından, özel yurtlardan ve kiralık evlerden oluşan batağa muhtaç etmiş durumda.

Tarikat yurtlarında kalan öğrencilerin ne tür zorluklarla karşı karşıya kaldığı belirli aralıklarla gündeme geliyor. Enes Kara’nın intiharı sonrasında bir kez daha yoğun biçimde gündeme gelen tarikat yurtları zincirine karşı iktidarın korkunç savunusu beklenir bir şeydi. Ancak düzen muhalefetinin söylemde yüksek, eylemsel olarak cılız tepkisi bu ağın Türkiye’de ne kadar kuvvetli olduğunun bir göstergesi olarak okunabilir.

Barınma hakkının niceliksel boyutu kadar niteliksel boyutunun da altını çizmek gerekiyor. Zira, Kredi Yurtlar Kurumu’na (KYK) bağlı yurtların bir öğrencinin yaşamını sürdürmesi, eğitim ve öğretim faaliyetlerine uygun ortamda barınması bakımından oldukça elverişsiz olduğu da ortada. KYK yurtlarındaki yemeklerin insani koşulların altında oluşu da sık sık gündeme geliyor. Belirli aralıklarla yurtlarda zehirlenen öğrencilerin hastaneye kaldırıldığı haberleri basına yansıyor.

İnternete sorunsuz erişim, uygun bilimsel üretim ve çalışma koşullarının oluşturulması gibi başlıklar ise bu pislik yığınının ardındaki başkaca önemli başlıklar. Bir diğer önemli nokta ise, AKP’nin yurtlarda manevi danışmanlık bahanesiyle ilahiyat mezunlarını görevlendirmesi. Bu durum, eğitimde dinselleşmenin yaşamın her alanını kapsayacak biçimde bir tahakküm kurmaya çalışma biçiminin ifadesi olarak okunabilir.

Bütün veriler ışığında, gençliğin önemli taleplerinden birisinin barınma hakkı çerçevesinde ilerlemesi gerektiği ortaya çıkıyor. Ekonomik krizin günden güne derinleştiği ve pek çok öğrencinin eğitimini yarıda bırakarak ailesinin yanına döndüğü yahut asgari ücretin dahi altında çalışmaya mecbur kaldığı dönemde, barınma hakkı çerçevesinde yürütülecek kampanyaların ve eylemlerin gençlik içinde önemli bir karşılık bulma olasılığı var.

Eğitimde Nitelik Sorunu: AKP’ye Karşı Seçenek Olarak Şengör ve Diğerleri

Depremle gelen ilk şok dalgasının ardından televizyon kanallarında ve sosyal medyada durumun vahametine karşı çeşitli açıklamalar yapılmaya başlandı. “Neden böyle oldu?” sorusuna “bilimsel” yanıtlar vermek önemliydi çünkü. Jeologlar, inşaat mühendisleri, mimarlar ve dahası çeşitli görüşlerini dile getirmeye başladılar. En popüler başvuru kaynağı ise Celal Şengör oldu.

Şengör, “talihsiz” sözcüğü yetersiz kalacak açıklamaları ile uzun süredir gündemde. Neden yetersiz kaldığını anlamak için evvela Şengör’ün sınıflar arası mücadelede tarafını burjuvazi ve onun ideolojisinden yana taraf olarak seçen biri olduğunu tespit etmek gerekiyor. Zira, Şengör’ün tüm açıklamaları ve konuşmaları bu bağlamda şekilleniyor. Bilim insanı olarak “Türkiye’nin zirve noktası” biçiminde gösterilen Şengör’ün bir televizyon kanalında diyalektiği “p ve q” önermelerinden oluşan bir kağıt üzerinde “yerle yeksan etmesine” ne demek gerekiyor? Ya da onun, darbe ve militarizm sevdasına ne demeli? Hulusi Akar’a övgüler düzmesine?

Şengör tarihte bir ilk değil. Hemen burada DNA modeli ile bilinen Nobel ödüllü James Watson’ı örnek vermek gerekiyor. Watson, Afrikalıların “daha düşük zekâlı” olduklarını düşünüyor! Bilim insanlarının bilimsel alandaki ilerlemeleri kadar yaşamda nerede durdukları, neyi savundukları da önemlidir.  Monarşiyi savunan Şengör, Türkiye’nin kurtuluşunu bir elit zümre ihtiyacına indirgemeye çalışırken işçilere, emekçilere ve bir bütün olarak sınıfa olan nefretini de dile getiriyor. Çok iyi biliyor, sınıfa karşı sınıf! Sorunların çözümünü bu elit zümreye indirgeme durumu, sosyolojik ve tarihsel olanı göz ardı ediyor. Toplumsal bir kurtuluşun reçetesini kendi kurtuluşuyla özdeşleştiriyor. Bir başka deyişle, kendi çıkarı uğruna milyonları görmezden geliyor. Sınıflar mücadelesinde egemen sınıfın yanında yer alıyor. Sınıflar arasındaki mücadeleyi bir restorasyon yoluyla düzene koyabilme niyeti ancak bu şekilde anlaşılabilir.

Bu bağlamda bir başka boyut ise, akademisyenlerin “biz uyardık” söylemini sahiplenmesi. Depremin olabileceği, coğrafi ve beşeri pek çok sorundan kaynaklı olarak meydana gelebilecek bir depremin yıkıcı boyutunu önceden görebilmenin de ötesine geçerek bir uyarının yapılması yeterli mi? Bir başka soru, kimi uyarıyoruz? AKP’nin bırakın bu uyarıları dinlemeyi, uyarıların tersine davranması, AKP’nin varoluşuyla ilişkili. Kâr ve rant düzeninden beslenen, her defasına emekçi düşmanlığını, aynı anlama gelmek üzere sermaye sevdasını gösteren AKP’yi uyarmak yeter mi?

Bilim insanlarının insana, topluma ve doğaya karşı sorumlulukları vardır. Bu sorumluluklar, yeri geldiğinde doğruyu söyleyebilmek kadar o doğru söylem peşinde mücadele etmeyi de gerektirir. Bu doğrudan siyasal bir mücadeledir. Siyasal mücadele olmaksızın bu karanlıktan çıkış mümkün değildir. “Ben uyardım ama yapmadılar” söylemine sığınmak, bu sorumlulukların ve çıkışa ulaşacak mücadelenin reddidir!

Gençliğin Enerjisi ve Sınıf Mücadelesi: İktidarın Korktuğu Başına Gelecek!

Her ile üniversite açmanın ve üniversitelerde emekçi çocuklarının sayısının artmasıyla sonuçlandığı doğru. AKP, bunu bir lütuf gibi sunsa da arka kapıdan üniversite yapısını ve bilimsel içeriği zehirleyerek gençlerin enerjisine karşı kendi ideolojik baskı aracını ortaya koyuyor.

Kindar ve dindar nesil söyleminin ardında, aslında tahakküme boyun eğecek ve çıt çıkarmayacak bir gençlik isteği var. Geleceksizlik kıskacındaki gençliği bu tarz girişimlerle konsolide etmeye çalışmak başarısız bir girişimdir; eşyanın tabiatına aykırıdır. Deprem sonrası okulların online eğitime geçişi, gençliğin enerjisinden, tepkilerinden ve eylemliliğinden duyulan korkunun tezahürüdür.

Bugün Türkiye’de emekçilerin ve gençlerin gelecekleri noktasındaki karanlık, ciddi biçimde kesişmekte; bu kesişim günden güne net bir hal almaktadır. Gençlerin barınma, parasız, ana dilde ve eşit eğitim, özgürlük, çalışma hakkı ve kriz karşısında insani yaşam koşulları talepleri ile emekçilerin asgari ücretin yükselmesi, enflasyonun düşmesi, kira artışlarına tepkileri birbirinden ayrılamaz şekilde birleşik bir haldedir.

Bilimsel, eşit, özgür ve laik bir eğitimi var edebilmenin yolu, gençliğin kendi öz örgütlenmeleri yoluyla taleplerini dile getirerek bu talepler çerçevesinde mücadele edebilmekten geçmektedir. Bu mücadele, emekçilerin öncülüğündeki mücadeleye enerji verecek ve kendi özgün dinamikleriyle o mücadeleyi farklı veçhelerle besleyecektir.

Reddedemeyiz, mücadele zorlu bir yolculuğu içermektedir. Bu zorlu yolculukta Şengör’ün karşısında yer almalı ve diğer kolaycı yöntemlerin bizleri esir almasına izin vermemeliyiz. Eğer eğitimin enkazını süpürmeye başlamak istiyorsak ellerimize birer süpürge alarak yaşamın her alanında bizlere sunulan bu pislik düzeni tarihin çöplüğüne gönderene değin tüm enerjimizle çalışmaya devam etmeliyiz.