Devlet ve Devrim – Gökçe Şentürk
“Bugüne kadar ki bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.” diye başlar Komünist Parti Manifestosu. Çoğu zaman sınıf teorisiyle yüzlerce yıldır hüküm süren sınıflı toplumları, bugünkü adıyla kapitalist toplumu yıkıp yerine yenisini inşa etme meşakkatini ve mahirliğini gösterecek, yüzlerce yıllık birikim neticesinde ortaya çıkan işçi sınıfını işaret etmesiyle, koskoca tarihi kendinden öncekilerden farklı olarak sınıf mücadeleleri tarihi olarak nitelendirmesiyle ayrılır Marks. Oysaki ondan önce de tarihi sınıflar üzerinden açıklama çabası vardır. Marks’ın öğretisinin asıl özgün yanıysa kendi deyimiyle “sınıfların varlığının, üretimin tarihsel gelişme evrelerinden başka bir şeye bağlı olmadığını” göstermesidir. Bununla da kalmaz; 11. tezde ifade ettiği gibi “Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir.” diyerek değişimin hangi dinamikler ve nesnel koşullar üzerinden gerçekleşebileceğini açıklar.
İşte Marks’ın alamet-i farikası tam olarak buradadır; sınıf mücadelelerini proletarya diktatörlüğüne kadar genişletmek. Marks, proletarya diktatörlüğünün kendisinin de “bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına” geçişten başka bir şey ifade etmediğini söyler. Elbette tüm bu alıntılar Marks’ın hayatının belli bir anına denk düşmekten çok proletaryanın deneyimleriyle bütün hayatına dolayısıyla da Marksizmi oluşturma sürecine yayılır. Tarihin sınıf savaşımları tarihi olduğunu kabul etmek Lenin’in Devlet ve Devrim’de ifade ettiği gibi Marksist olmaya yetmez; “Marksizmi sınıflar savaşı öğretisine indirgemek onun kolunu kanadını kırpmak bozmak onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak.”( Lenin, 2003: 42) Bu yazıda sınıflı toplumları ve sömürüyü ortadan kaldırmanın ilk evresi olan proletarya diktatörlüğünün ne anlama geldiğine, dolayısıyla da
devlet mekanizmasının tarihsel anlamına ve yeni kurulacak sistemdeki geleceğine bakacağız.
MARKSİZME GÖRE DEVLET
Marks ve Engels’in tarihsel materyalizmi bilimsel bir teori olarak geliştirmelerinden önce “devletin oluşumu” konusunda, ortak bir tarih anlayışı egemendi. Felsefi idealizmin ürünü olan bu tarih anlayışına göre, devlet-öncesi toplum (doğal toplum) tutku ve içgüdülerin hâkim olduğu, herkesin herkese karşı savaşım halinde olduğu bir toplumdu. Oysa devlet, bu düzensiz güç egemenliğinin denetlenmiş bir özgürlüğe dönüşmesi, tutku ve içgüdülerin aşılması anlamına gelmekteydi. O halde devlet, rasyonel bir varlık sayılan insanın toplumsal yaşamını devam ettirebilmesi için gerekliydi. Tüm idealist düşünürler, insanın akla uygun bir yaşam sürdürebileceği tek yerin devletli bir toplum olduğu fikrinde buluşuyorlardı. Devlet olgusunun toplumların yaşamındaki rolünün ve tarihteki yerinin böyle algılanması, elbette ki devlet-öncesi toplumu “olumsuz” bir aşama,
devleti ise insan aklının evrimi sonucunda ulaşılan “olumlu” bir aşama olarak gören felsefi idealizmden kaynaklanıyordu. Bu düşünce tarzı, Alman filozofu Hegel ile birlikte doruğuna ulaştı. Marks’ın diyalektik yöntemini benimsediği Hegel’in resmi Prusya filozofuna dönüşmesiyle birlikte, özellikle Hukuk Felsefesi’nde devlet yalnızca sınıfsal çelişkileri ortadan kaldırıp toplumsal yaşayışı düzenleyen bir kurum olmanın yanında, evrensel aklın vücut bulmuş hali olarak resmedilmişti. Yani devlet, siyasal egemenlik aracı özel bir kurum olarak değil, toplumsal, tarihsel evrimin nihai amacı olarak kavranmakta ve bu durumda o, mutlak ve sonsuz olma iddiası taşımaktadır. Özcesi de burjuva hukuk ve burjuva toplumun savunulmasından başka bir şey değildir.
Marks ve Engels, çağdaş burjuva siyasal düşüncesine hakim olan idealist felsefeye ve tarih anlayışına karşı, kendi maddeci tarih anlayışlarını ilk kez sistemli olarak Alman İdeolojisi’nde ortaya koydular. Marks idealistleri “kendi beyinlerinin ürünleri, onları yaratan beynin üstüne çıkmıştır” diyerek alt ederken bu eserde, toplumsal iş bölümünün, mülkiyet biçimlerinin, sınıfların ve sınıf egemenliği sistemlerinin (devlet-hukuk-ideoloji) ortaya çıkışının tarihsel koşulları, materyalist tarih anlayışı çerçevesinde açıklanmaktadır. O halde devlet denen kurum, toplumsal evrim sürecinin en son aşaması, ya da “mutlak ve sonsuz bir varlık” olmayıp belirli tarihsel koşulların ürünü olarak ortaya çıkmış (doğmuş) ve onu var eden tarihsel koşullar ortadan kalktığında da yok olmaya mahkûm olmuş bir kurumdur.
Engels (2012: 175), Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devlet’in Kökeni adlı eserinde şöyle der; “Devlet topluma dışarıdan dayatılmış bir erklik değildir. Hegel’in ileri sürdüğü gibi, ‘ahlak düşününün gerçekliği’ de değildir. Devlet daha çok, toplumun, önlemekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, kısır bir savaş içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir erklik gereksinimi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve ona gitgide yabancılaşan bu erklik devlettir.” Yani devlet sınıflar üstü bir konsensüs aracı değil, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmalarının bir ürünüdür. “Nerede sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar”. Özetle, Marksizme göre devletin anlamı, bir sınıfın uzlaşmaz çıkar çatışmaları içinde bulunduğu diğer sınıfa karşı baskı organı olmasından başka bir şey değildir. Elinde bulundurduğu hukuk, cezalandırma sistemi, özel silahlı adam müfrezeleri vb üstyapısal kurumları ile üretim ilişkileri neticesinde zincirlenen alt sınıflar açısından gözbağından farksızdır. Gözbağından kurtulmaksızın da zincirlerinden kurtulup yeni toplumun özgür üreticileri haline gelmeleri imkânsızlaşacaktır.
Yazının başında Marksizmin ayırt edici yanının devrimci niteliklerinde olduğundan bahsetmiştik. Tam da bu noktada devletin tanımını yapmak yeterli olmayacaktır. Tarihte git gide merkezileşen ve ortaya çıkışı itibariyle egemen sınıfın ezilen sömürülen sınıflar üzerinde bir baskı aracı olan bu mekanizma, kendinden önceki alt sınıflardan farklı olarak yeni bir toplum yaratma yeteneğine sahip proletarya için yeni toplumun anahtar deliğini taşıyan bir duvar. Öyleyse delikten içeri bakmak yeterli olmayacak duvarı yıkmak gerekecektir, ama nasıl?
PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ
Kapitalist toplumda nasıl ki sermaye tek tek sermayedarların üzerinde bir anlam taşıyorsa, devletin de sahip olduğu kurumların üzerinde bir anlamı vardır. Dolayısıyla onu ilga etmek ortadan kaldırmaya yetmez. Marks ve Engels bu sorun üzerinde özellikle durmuştur. Mademki devlet sınıfların ortaya çıkışıyla birlikte uzlaşmaz çelişkilerin bir ürünü olarak tarih sahnesinde yer aldı, öyleyse onu oluşturan maddi koşulları yani sınıfları ortadan kaldırmaksızın da yok olmayacaktır. Proletaryanın kendinden önceki ezilen sınıflardan farkı, üretim ilişkileri içinde konumlanışı itibariyle nihai amaç olan sınıfsız, sınırsız, devletsiz toplumu, komünizme giden yolu inşâ etme yeteneğidir. Fakat komünizme geçiş tarihteki diğer tüm üretim biçimlerinde olduğu gibi kendisinden öncekinin birikimlerini içermek ve aşmak üzerinden gerçekleşmek zorundadır. Dolayısıyla geçiş aşamasına ihtiyaç duyar.
Öyleyse proletaryanın ilk görevi, zoryoluyla iktidarı ele almak ve sınıfları ortadan kaldırmak için kendi merkezi devlet aygıtını oluşturmaktır. Bu, liberal ve anarşist romantizmin gerçek dışılığının karşısında bir zorunluluktur. İşte bu devlete proletarya diktatörlüğü bir diğer adıyla işçi demokrasisi denir. Burada üzerinde durulması gereken
nokta proletaryanın burjuvaziden iktidarı devralmadığıdır; burjuvazinin iktidarını kırıp parçalayarak kendi devlet organını aslında devleti ortadan kaldırmak, duvarı yıkmak için oluşturur. Önceki bütün devrimler devlet mekanizmasını güçlendirmiştir, oysa mesele onu yıkmak ve ortadan kaldırmak meselesidir. “Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi durumuna geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. Baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca, sınıf egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine doğan çatışma ve aşırılıklar ortadan kalkınca, artık baskı altında tutulacak hiçbir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı bir devlet, zorunlu olmaktan çıkar. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem – üretim araçlarına toplum adına el konması- aynı zamanda onun devlete özgü son eylemidir de.” (Lenin, 2003: 24)
Bir diğer önemli nokta tarihte iktidara gelen diğer sınıflardan farklı olarak proletarya, iktidarı ilkin ekonomik olarak değil siyasal olarak ele geçirir ve bundan dolayıdır ki karşısındaki merkezileşmiş aygıtı ortadan kaldırabilmek için kendisi de merkezi bir devlet aygıtı oluşturmak zorundadır. Burjuva devletten bir diğer farkı da bu kez azınlığın çoğunluk, üretim araçlarına göre konumlanışı itibariyle emekçi sınıflar, üzerindeki değil çoğunluğun azınlık, burjuvazi ve yanlısı asalaklar, üzerindeki baskı aracı olmasıdır. Proletaryanın tarihsel görevi ve yetenekleri kendi deneyimleri üzerinden çıkmış, Marksizmin kurucularının, bilimsel sosyalizmi teorizasyonuyla billurlaşmıştır. 1871 Paris Komünü deneyimi bunun en açık örneklerinden birini sunar; Marksizmin kurucularına, proletaryanın yıktığı eski devlet aygıtının yerine nasıl bir aygıt koyması gerektiği konusunda esaslı ipuçları verir. Marks (2005: 105), Fransa’da İç Savaş adlı eserinde, Paris Komünü deneyiminin gerçek sırrını şöyle ortaya koyar:
“Komünün gerçek sırrı şuydu: Komün esasen bir işçi sınıfı hükümeti, üreten sınıfın gasp eden sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan nihayet keşfedilmiş siyasal biçim idi. “ İşçi Devleti: Baştan Sönmeye Yüz Tutmuş bir Devlet Proletarya diktatörlüğü aşaması burjuva düşünürlerin ve Marksizmi tahrif eden Stalinizmin iddia ettiğinin aksine komünist toplum yolundaki geçiş aşamasıdır, dolayısıyla kurulduğu andan itibaren de sönümlenmeye yüz tutmuştur. Devlet, yukarıda bahsettiğimiz niteliklerinden dolayı “özel bir baskı gücüdür.” Dolayısıyla da Engels’e göre burjuva devlet ile proleter devlet arasındaki en önemli fark ilkinin proletarya tarafından “ortadan kaldırılmasıyken” ikincisi maddi koşulların ortadan kalkmasıyla kendiliğinden “sönümlenecektir.”
Esas itibarıyla da proletarya diktatörlüğü devleti ortadan kaldırmak için sınıfları ortadan kaldırmayı hedefler. Bu noktanın altını şiddetle vurgulamanın sebebi işçi devletine karşı getirilen çürük ve temelsiz saldırıları boşa çıkartmak ihtiyacındandır. İşçi devletinin de bugünkü devlet gibi bürokratik bir hal alacağı düşüncesinin altında yatan gerçek Ekim Devrimi’nden sonra bürokratik bir kapitalist diktatörlüğe dönüşen Stalinizmin önce sosyalizmi, sonra da komünizmi ilan ederek teoriyi tamamıyla reddetmesinden ve ne yazık ki Marksizmle özdeşleştirilmesinden başka bir
şey değildir. Bürokratizm tehlikesi her zaman varolsa da onu bertaraf etmenin tek yolu da yine aşağıdan yukarı örgütlenme ile burjuva toplumun asla gerçekleştiremeyeceği anlamda demokrasinin işletilmesiyle gerçekleşecektir. Özetle, devrim bir alt üst oluş yeni toplumun ilk sedası anlamı taşırken, proletarya diktatörlüğü devleti ve sınıflı toplumların ortaya çıkardığı bütün toplumsal hastalıkları yok etmenin ilk adımıdır.
Lenin devlet ve demokrasi olgusunun değişimini, başlıca üç tarihsel dönem itibarıyla (kapitalist toplum/ geçiş dönemi/ komünist toplum) ele almaktadır. Buna göre, geçiş dönemi, yani proletarya diktatörlüğü dönemi sona erip, komünist toplum dönemi yaşanmaya başlandığında, devletin ve dolayısıyla demokrasinin sönümlendiği bir özgürlük çağı açılmış olacaktır. Bu bağlamda Lenin (1969: 141), “Çoğunlukla ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’ kavramlarının aynı anlama geldikleri kabul edilir ve sık sık birinin yerine öteki kullanılır. (Başlarında Kautsky, Plehanov ve avenesi olmak üzere) vülger Marksistler de bu konuda aynen böyle düşünmektedirler. Gerçekte ise demokrasi özgürlükle bağdaşmaz. Gelişmenin diyalektiği (ileriye doğru seyri) şöyledir: mutlakiyetten burjuva demokrasisine; burjuva demokrasisinden proleter demokrasisine; proleter demokrasisinden demokrasisizliğe.” sözleriyle zaman zaman birbirini tamamlar nitelikte kullanılan özgürlük ve demokrasi kavramlarının asıl itibarıyla birbirini dışladığını vurgular. Son nokta olarak proletarya iktidarı ele aldığı anda büyük burjuvazinin özel mülkiyetini kamulaştırırken küçük burjuva özel mülkiyete dokunmaz, onu tarafsızlaştırarak, işçi sınıfının yanında saflaştırmaya çalışır.
KOMÜNİZMİN ALT EVRESİ: SOSYALİZM
“Gelişimin akışı içerisinde sınıf ayrımları kalktığında ve üretim tüm ulusun geniş bir birliğinin ellerinde yoğunlaştığında, kamu gücü siyasal niteliğini yitirecektir.… Sınıflarıyla ve sınıf karşıtlıklarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini, kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır” (Marx ve Engels, 2015: 155). Devletin sönümlendiği bu aşamayı Marks Gotha Programının Eleştirisi’ nde, komünizmin alt evresi olarak nitelendirirken, Engels ve Lenin ona sosyalizm demiştir. Sosyalizm sınıfların olmadığı, meta üretiminin ortadan kalktığı, devletin tamamen sönümlendiği, üretimin ve sosyal yaşamın tüm alanlarında üretici topluluklarının kelimenin tam anlamıyla özgürce ve doğrudan karar verdikleri ve uyguladıkları bir toplumsal düzen anlamına gelir. Bu anlamıyla da proletarya diktatörlüğü aşamasından nitelik olarak ayrılır.
Bir diğer önemli nokta ise kapitalizm bir dünya sistemi olduğu için sosyalizm de ancak bütün dünyada kalıcı olabilir. Bu nedenle de geçiş dönemi ancak dünya ölçeğinde tamamlandıktan sonra yerine sosyalizme bırakır, yani dünya devrimi gerçekleşene kadar proletarya diktatörlüğü zorunlu bir gereksinimdir. Dünya devriminin gerçekleşmesiyle birlikte baskı altına alınması gereken bir sınıf ortada kalmayacağı için devlet sönümlenir ve sosyalizm gelir. İnsanlık tarihinde bu aşama hiç yaşanmamıştır. Oysa Stalinizm proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm aşamalarını birleştirmiş üstüne üstlük de sosyalizmin tek ülkede gerçekleşebileceği yanılgısını gelecek kuşaklara bulaştırmıştır. Komünizmin alt evresi olan sosyalizmde sınıf yoktur ve dolayısıyla da devlete gereksinim kalmamıştır. Bu noktada devrimci Marksizmin taşıdığı miras sürekli devrim programıyla sosyalizmin ancak bütün dünya genelinde yaşanacağını ortaya koymasıyla Marksizme iade-i itibarını geri vermektir. Lenin, geçiş dönemiyle komünist toplumun alt ve üst evrelerini birbirinden ayırt edebilmek amacıyla aşağıdaki üçlü ayrımı yapar:
* Uzun süren doğum sancıları (proletarya diktatörlüğü),
* Komünist toplumun ilk evresi (sosyalizm),
* Komünist toplumun daha yüksek bir evresi (Lenin, 1975: 39)
SOSYALİZM VE KOMÜNİZM
Sosyalizm ve komünizm çoğu zaman aynı anlama gelen kelimeler olarak görülür. Bunun temelinde Stalin’in proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmi birleştirip teoriyi kendi kaidesini güçlendirmek ve tarihten referansla kendini haklı çıkarmak için gerçekleştirmesi yatar. Peki, bu iki aşama arasındaki farklılık aslında ne anlama geliyor? Sosyalizm ve komünizm temelde ekonomik altyapıları ve dolayısıyla üstyapısal birtakım farklılıkları itibarıyla ayrılıyor. Sosyalizm, sömürünün sınıfların devletlerin olmadığı sınıfsız toplumun alt aşaması, yani kapitalizmin “bağrından doğup geliştiği” şekliyle komünizm anlamı taşırken, üst aşama olarak komünizm, elbette sınıfların sınırların ve devletin olmadığı ama asıl olarak da kafa ile kol emeği ayrımının olmadığı aşamayı belirtir. Sosyalizm “eşit emek miktarına göre eşit pay” diğer bir deyişle “çalıştığın kadar yersin” ekonomik prensibine göre hareket eder. Dolayısıyla da Marks’ın da işaret ettiği biçimde gerçekte eşitsiz olan bireyler açısından “burjuva hukukun dar ufkunun” tamamen aşılmadığı anlamını taşır, üst aşama olan komünizmde ise üretimde bütün ayrımların ortadan kaktığı “herkesten yeteneğine göre isteneceği” ve “herkese ihtiyacına göre verileceği ilkesine göre hareket edilir. Marks burada hukuk kavramını kullanırken, bir burjuva hak anlayışı olan “eşdeğerlerin değişimi” ilkesinin henüz devam ettiğini belirtmekten başka bir amaç gütmemiştir.
KAYNAKÇA
Marx, K. ve Engels, F. (2015) Komünist Manifesto ve hakkında yazılar, İstanbul: Yordam
Marx, K. ve Engels, F. (2013) Alman İdeolojisi,Ankara: Sol
Engels, F. (2012) Ailenin Devletin Özel Mülkiyetin Kökeni, Ankara: Sol
Lenin, V. İ. (2003) Devlet ve Devrim, Ankara: Bilim ve Sosyalizm
Marx, K. (2005) Fransa’da İç Savaş, Ankara: Sol
Lenin, V. İ. (1975) Marksizm ve Devlet Üzerine, İstanbul: Öncü
Lenin, V. İ. (2010) Sosyalizme Geçiş
Döneminde Ekonomi, İstanbul: Agora