Chernobyl: Geçmişle Geleceği Anlatmak – Emre Güntekin
HBO’nun 5 bölümlük mini dizisi Chernobyl 4 Haziran’da yaptığı finalin ardından gündemde önemli bir tartışma konusu oldu. Kimileri diziyi bir Amerikan yapımı olması nedeniyle kara propaganda olarak nitelerken, kamuoyunun büyük bölümü özellikle nükleer santrallerin yarattığı tehdit üzerine yoğunlaşıyor. Elbette bunda Türkiye’de yapımı devam eden nükleer santrallerin bulunmasının payı büyük.
Peki bizler ne yapmalıyız? Sırf kara propaganda diyerek insanlık için böylesine önemli bir konuda susmalı mı, yoksa olan bitenin doğrusu neyse aktararak “sosyalizm” adına işlenen büyük bir günahın ardındaki gerçekleri mi anlatmalı? Soğuk Savaş döneminde SSCB’nin nükleer enerji konusundaki sicilinin en az Batılı hasımları kadar kirli olduğunu saklamak ne sosyalizme ne de bu bayrağı bugün temiz bir şekilde taşımaya çalışanlara bir şey kazandırır. Nitekim sadece SSCB’de değil, 20. Yüzyıl boyunca Batı’da da birçok nükleer kaza yaşandı ve bunların büyük çoğunluğu özellikle Soğuk Savaş atmosferinde devletlerin insanlığın geleceğinden daha “önemli” olan çıkarları gereği ört bas edildi. HBO elbette Amerikan devletinin çıkarları gereği bize 1979’da Three Mile Adası’nda gerçekleşen nükleer felaket yerine Chernobyl’i anlatacaktır. Ya da HBO’nun dizisine cevap olarak Rusya’da NTV kanalının çekmeye hazırlandığı ve felakette CIA ajanlarının rolünü anlatacak olan ısmarlama diziyi bu bakış açısıyla tamamen doğru mu kabul edeceğiz?
Felaketin gerçekleşmesiyle birlikte santralin bulunduğu Pripyat kentinin yaklaşık 70 km güneyinde 2,5 milyon kişinin yaşadığı Kiev başta olmak üzere yaklaşık 50 milyon kişinin yaşadığı geniş bir coğrafya radyasyondan yoğun bir şekilde etkilendi. Trajediyi asıl büyütense santral bölgesinde yaşayan onbinlerce insanın ancak 36 saat sonra tahliye edilmeye başlanması ve felaketin boyutları konusunda kamuoyundan gerekli bilgilerin saklanmasıdır. İnsani ve ekolojik yıkımın boyutları konusunda bugün bile tahmin yürütmek güç. Türkiye’de de özellikle Karadeniz Bölgesi’nde felaketin ardından kanser vakalarının hızla artması dikkat çekicidir. Bu noktada, sırf ABD kara propagandasına alet olmama iddiasıyla felakete neden olan Stalinist bürokrasinin günahlarını halı altına süpürmek devrimcilerin en son yapacağı şey olmalıdır.
Diziden kısaca bahsedecek olursak… Dizi, Ukrayna’nın Kuzey bölgesinde yer alan Pripyat kentindeki Chernobyl Nükleer Santrali’nde kazanın yaşandığı dakikalarla başlıyor ve izleyici ilk etapta kazaya müdahale etmek isteyen nükleer santral çalışanlarının, itfaiyecilerin yaşadığı trajedilerle karşılaşıyor. İlk bölümlerde göze çarpan, reaktördeki yangına kahramanca müdahale edenlerin maruz kaldığı radyasyonun vücutlarında yarattığı tahribat dizinin en vurucu sahnelerini oluşturuyor. Moskova ise ilk etapta kazayı ört bas etmeye çalışsa da İsveç ve Almanya gibi Avrupa ülkelerinde alışılagelmişin dışında radyasyon seviyesiyle karşılaşılması meselenin uzun süre saklanmasını zorlaştırıyor. Kazayla ilgili gerekli önlemlerin alınması için Başkan Yardımcısı Boris Scherbina ve Bilim Adamı Valery Legasov görevlendirilirken dizi boyunca Moskova bürokrasisinin nasıl işlediği ve halkın güvenliğinden ziyade bürokrasinin çıkarlarının nasıl ön planda tutulduğu gözlemlenebiliyor. Finalde ise Valery Legasov, büyük bedeller ödeme pahasına mahkemede gerçekleri açıklıyor: Nükleer reaktörün güvenlik testleri tamamlanmadan nasıl devreye alındığını, reaktör yapımında maliyeti düşürmek için güvenlik tedbirlerinin nasıl gevşetildiği ve Sovyet endüstrisinin çıkarları uğruna bilimin nasıl alaşağı edildiği finalde ayrıntılı bir şekilde dile getiriliyor.
Bu dizinin anlatısı… Peki Chernobyl felaketine giden süreç nasıl gelişti, kazadan sonra neler yaşandı?
İnsanlık 20. yüzyılda büyük bir ivmeyle gelişen nükleer teknolojinin nasıl bir yıkım potansiyeline sahip olduğunu acı deneyimlerle öğrendi. 1945’te Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombaları kapitalizmin yaşattığı en büyük trajedilerden birisi olarak tarihin sayfalarına kazındı. Fakat savaştan güçlenerek çıkan hem ABD hem de SSCB Soğuk Savaş dönemi boyunca nükleer faaliyetleri birbirlerine karşı birer koz olarak sürdürdüler ve birçok kez Hiraşima ve Nagasaki gibi yıkımları yeniden yaratmanın eşiğine geldiler. Her iki süper güçte enerji üretimi amacıyla kurulan nükleer santralleri nükleer silah projelerinin birer perdesi olarak kullandılar. Belki nükleer savaş yaşanmadı, ama 20. yüzyıl boyunca nükleer santraller bir çok felakete yol açtı.
Özellikle kar hırsına dayalı bir herhangi bir endüstriyel üretim sürecinde güvenlik ve kontrol mekanizmalarının bu hırsa cevap verecek şekilde gevşetilmesi, insan sağlığı ve güvenliğinin geri plana atılması kapitalizmin günümüzdeki yazısız kurallarından biridir. Fakat söz konusu bir nükleer reaktörse askeri rekabette geri kalmamak uğruna güvenlik önlemlerinden vazgeçmek milyonlarca insandan vazgeçmekle ve ekolojik bir yıkımla aynı anlama gelir. Chernobyl’de inşa edilen dördüncü reaktörün yapımında maliyeti düşürmek amacıyla yanlış malzemeler kullanılması ve gerekli güvenlik testleri tamamlanmadan devreye sokulması bir HBO kuruntusu olmaktan öte tarihsel gerçekliklerdir.
Kazadan sonra sadece SSCB’de değil, nükleer santrallerin olduğu hemen hemen bütün ülkelerde kitleler topraklarında nükleer bir felaketle burun buruna yaşamak istemediklerini dile getiren eylemlere imza attılar. Kazanın ardından başta Batı Almanya, Polonya, Fransa ve ABD’de kitleler “Daha fazla Çernobil İstemiyoruz!” diyerek sokaklara döküldüler, üstelik bunu sadece SSCB’ye olan öfkeleri nedeniyle değil; nükleer yarışta geri kalmamak için büyük kaynaklar akıtan, nükleer kazaları kendilerinden saklayan ve nükleer denemelerle doğayı yıkıma uğratan kendi egemen sınıflarına karşı öfkeleri nedeniyle yaptılar. Küresel ölçek nükleer santrallerin kapatılmasına ve nükleer silahların bertaraf edilmesine yönelik bir politik akım başgösterdi. Nitekim kazadan bir buçuk yıl sonra, 8 Aralık 1987’de Reagan ve Gorbaçov kamuoyu baskısıyla nükleer başlık taşıyan kısa ve orta menzilli balistik füzelerin sınırlandırılması yönünde anlaşma imzaladılar. Bu anlaşma geçtiğimiz yıl içerisinde Trump çekilene kadar yürürlükte kalmaya devam etmişti.
Gelelim Türkiye’ye… Chernobyl felaketinden sonra özellikle Trakya ve Karadeniz’de yüksek radyasyon seviyelerine rastlanırken, askeri rejimin bakanlarının canlı yayında radyasyonlu çayı “Azıcık radyasyon insan sağlığına faydalıdır.” diyerek nasıl yudumladığını iyi hatırlarız. Bu sorumsuzluğun bedeli kanser vakalarında, özellikle Karadeniz Bölgesi’nde, hızlı bir artışla ödendi. Bugünse durum daha kötü. Hemen hemen hiçbir kazada sorumluluğu üzerine alma zahmetine girmeyen, aksine gerçekleri ortaya çıkaranları cezalandıran, bütün kayıpları mukadderata bağlayan, sadece elde edeceği ranta bakan bir tek adam rejimi elinde nükleer bir santralin var olduğunu düşününce insanın uykuları kaçıyor. İronik bir şekilde Akkuyu’da nükleer santrali inşa eden Rosatom firmasının geçmişte farklı bir adla Chernobyl’i inşa eden firma olduğunu düşünürsek nasıl bir tehlikeyle yüz yüze kalacağımız ortaya çıkıyor.
Nükleer enerji insanlık için olmazsa olmaz değildir. Nükleer bir kazanın bedelini sadece o coğrafyada yaşayan insanların ödemediğini, bütün insanlığın geleceğinin tehlikeye atıldığını başta Chernobyl olmak üzere bütün nükleer felaketler bize acı derslerle öğretti. Elbette kapitalistler geçmişte olduğu gibi gelecekte de nükleer enerji kılıfına sarılı nükleer silahlanmayı bize dayatmaya devam edecek.
Bunun için NÜKLEER’E HAYIR! demek bütün insanlığın ortak görevidir.