Bir Kanser Çeşidi Olarak Yolsuzluk – Emre Güntekin

Bir Kanser Çeşidi Olarak Yolsuzluk – Emre Güntekin

Süleyman beye (eski Halkbank genel müdürü Süleyman Aslan) ne zaman selam versem hep borçlu çıkıyordum. Bu yüzden Happani’ye (yardımcısı Abdullah Happani) bir belgeye bir imza fotoşoplamasını söyledim ki Aslan’a daha fazla rüşvet vermek zorunda kalmasın.” – Reza Zarrab

Selâm verdüm, rüşvet değildür deyu almadılar.” dizesini dile getiren Fuzuli yaşasaydı bu ifadeye ne derdi bilemiyoruz. Günlerdir memleketin efendilerinin onlarca milyon doları, avroyu ve daha pek çok rüşveti nasıl götürdüğünü; koskoca iktidarlarının daha 30’larında bir cambaz tarafından nasıl oyuncağa çevrildiğini ibretle izliyoruz.ABD’deki eski Halkbank Eski Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’nın davasında karar verildi. Hakan Atilla,  yöneltilen 6 suçun 5’inden suçlu buldu. ABD’nin siyasi davası,”küçük adamlar” taşeronlar üzerinden mesaj verme niteliğinde. Yolsuzlukların küçük bir kısmını gösteren bu dava yıllar alacak görünüyor ancak mesaj çoktan yerine ulaştı. Elbette ABD adaletli ve şeffaf yönetim gibi bir sevda ile bu işlere girmiyor. Eski dostlar arasındaki birtakım çekişmeler diyelim biz. Asıl tablo, Hakan Atilla’nın küçük bir figüran olduğu devasa yolsuzluk ağı.

Türkiye’de rüşvet ve yolsuzluk gibi konular çok eski bir devlet geleneğidir. Bütün burjuva siyasal rejimlerde olduğu gibi Türkiye’nin de bundan muaf kalması tabii ki düşünülemez. Yolsuzluk denilince aklımıza ilk olarak büyük organizasyonlarla götürülen milyonlar gelebilir. Ama mesele bundan daha derinlere kök salmaktadır. Örneğin, Erzincan Üniversitesi’nde içinde tek bir cümle bile kurulmadan yazılan doktora teziyle eğitiminizi tamamlayıp aynı üniversiteye eş-dost-emmi-dayı torpiliyle akademisyen olarak atanabilirsiniz. Hayatınızın her alanında bu tarz örneklerle karşımıza çıkan yolsuzluk, adam kayırma, rüşvet vakalarıyla karşılaşabilirsiniz.

İşin bu denli kökleşmesinin sebebi de bunun toplumun tüm kesimlerince artık kanıksanmış olması. Atalarımız “Bal tutan parmağını yalar.” diye boşuna dememiş. Neredeyse yüzyıldır her yolsuzluk ve rüşvet skandalına çanak tutan klişeler hazır: “Çalıyor ama çalışıyor”, “Hangisi yemiyor ki!”, “Başkası yiyeceğine onlar yesin”… Günümüz Türkiye’sinde de siyasal fanatizm ve kamplaşma her türlü ahlaki çürümeyi mazur göstermeye imkân tanıyor. Hatta imkânı olup da çalıp çırpmamak bir tür saflık, yer yer enayilik addediliyor.

İslamcısından Sosyal Demokratına Yolsuzluğun Kısa Geçmişi

Yakın geçmişe gidecek olursak sosyal demokratından, İslamcısına, merkez sağcısından aşırı sağcısına kadar burjuva siyasetinin hemen hemen bütün unsurları, 1990’lı yıllarda yolsuzluklarla gündeme gelmişti. 90’lı yıllar boyunca yolsuzluk kavramı medyanın ve kamuoyunun gündeminin zirvesinden düşmemiştir diyebiliriz. Konuyu medyatikleştiren ve kamuoyu açısından ilgi çekici kılan ilk örnek 1993 yılında patlak veren İSKİ Skandalı’ydı. SHP’nin iktidarda olduğu bu dönemde İSKİ’nin genel müdürü Ergun Göknel’in paravan şirketler kurarak ihalelerde yolsuzluk yaptığı, sekreteriyle aldattığı eşi tarafından ortaya çıkarılmıştı. Tabi ki bu skandalın yansımaları Göknel’in kendisiyle sınırlı kalmamıştı ve ona o koltuğu veren SHP iktidarı da kamuoyunun gözünde sanık sandalyesine oturtulmuştu. Bu olay “hangisi yemiyor ki!” serzenişinde kendini bulan solcular da çalıyor, sağcılar da önyargısını güçlendirdi. Zaten döneminde adı müteahhitler partisine çıkan SHP’yi eriten en önemli nedenlerden biri bu oldu.

SHP’nin iflası 90’ların ortalarında Milli Görüş şahsında siyasal İslam’ın yükselişi için uygun bir ortam yaratmıştı. Yolsuzlukları eleştiren, yeri geldiğinde İslami söylemlere bulanmış sol bir retorik kullanan Refah Partisi iktidara geldiğinde yolsuzluğun salt sosyal demokratlara özgü bir çürümüşlük olmadığı çok geçmeden kendisini gösterdi. 1997 yılında aralarında Abdullah Gül gibi AKP kurucularının da olduğu bir grup Refah Partili Bosnalı Müslümanlara yardım kampanyası düzenlemiş; fakat buradaki paraların Bosna’ya değil parti üyelerinin cukkasına gittiği açığa çıkmıştı. Paraları yerine ulaştırmadığı gerekçesiyle davada sadece Süleyman Mercümek yargılansa da zamanaşımı yardımıyla kurtulmayı başarmıştı. 1998 yılında aynı Refah Partisi kayıp trilyon davasıyla gündeme gelmişti. Partinin kapatılmasının ardından hazinenin verdiği 1 trilyon devlete geri ödenmemiş; yıllarca kimin cebine gittiği belli olmayan “kayıp trilyon” aranıp durmuştu. Dava sonunda Erbakan 2 yıl 4 ay, RP’nin 68 yöneticisi de 1 ile 1 yıl 2 ay arası hapse mahkûm edilmişti.

Bu listeye Türkiye siyasetinde uzun yıllar boy göstermiş Süleyman Demirel, Turgut Özal, Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz gibi sağ siyasetçilerin yedikleri naneleri de eklediğimizde ortaya bu yazının boyutlarını aşan ansiklopedik bir kaynak çıkabilir.

Yolsuzluk Düzenin Genlerindedir!

Peki, bu sürekliliği sağlayan nedir? Temel mesele kapitalizmin özellikle 80’li yıllardan itibaren geçirdiği dönüşümü algılamakta yatıyor. Neoliberalizm sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada siyaset sahnesinde yer alan unsurlarla sermaye sınıflarını birbirlerine yakınlaştırdı ve özellikle devlet kontrolündeki ekonomik alanın liberal sermayeye terk edilmesi sürecinde kirli bir ittifak zemini yarattı. Özellikle Türkiye gibi burjuva demokrasisinin güdük kaldığı ve siyaset üzerindeki denetim mekanizmalarının yeterince işletilemediği ülkelerde yolsuzluklar sistemin her alanında yaşam alanı bulabildi. En dipteki sıradan memurdan, tepedeki cumhurbaşkanına kadar sistemin her kademesinin adının karıştığı bir örnek bulabilirsiniz.

90’lı yılları eleştirerek ve kendisini yeni bir alternatif olarak ortaya koyarak iktidara yükselen AKP başlangıçta yolsuzluklara karşı olduğunu, yetimin hakkını yedirmeyeceğini yüksek sesle dile getiriyordu. Fakat gelinen noktada AKP’nin tam bir çıkar örgütüne dönüştüğü, yolsuzluk pratiklerinin ise 90’ları mumla aratacak derecede kurumsallaştığı ve küreselleştiği gözlemlenmektedir.

ABD’de yürütülen davada ortaya saçılanlar yolsuzluk ağlarının ulusal sınırların ötesine taştığını gösteriyor. Burada tabi ki 30’lu yaşlarında milyar dolarlık bir para trafiğini yöneten bir cambazın iktidarı nasıl ele avuca aldığını ve yoksullukla boğuşan milyonların birileri deve yüküyle rüşvet götürürken buna nasıl tepkisiz kalabildiğini tartışmak gerekiyor.

Sorunun cevabı iktidarın devlet mekanizmalarıyla bütünleşmesinde yatıyor. AKP artık ilk kurulduğu günkü gibi klasik bir burjuva siyasal parti olmaktan çıkarken, devletin önemli mekanizmalarını da kendi avucuna alacak şekilde yeniden düzenledi. Yargı ve denetim mekanizmaları tamamen siyasal iktidara tabi kılınırken; ekonomik alanda da Merkez Bankası, TMSF, BDDK gibi bağımsız olması gereken kurumlar iktidarı da geçin, doğrudan Erdoğan’ın ağzına bakar hale getirildi. Varlık fonu gibi bir ucube oluşturularak devletin gelir getiren KİT’leri ve şirketleri Sayıştay denetiminin dışına çıkarıldı. Dahası önceden kamu harcamalarını kontrol amacıyla Sayıştay raporlarını inceleme yetkisi olan meclisin bu yetkisi de tırpanlandı. İktidarın tepesindeki Erdoğan’ın maceracı dış politikaları, iktidara yakın patronlara devasa rantlar sağlayan uçuk inşaat projeleri bütçenin içerisinde adeta bir kara delik yaratırken hesap sorabilecek tek bir mekanizma mevcut değil. Kısacası tek adam rejimi kuvvetlendikçe yolsuzlukların hem boyutları genişledi hem de bunun üzerine gidebilecek mekanizmalar ortadan kaldırıldı. Öyle ki 2016’da ilk kez bir hükümetin programında yolsuzluk kelimesi geçmedi ve daha önce yolsuzlukları araştırması için oluşturulan “Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu” kaldırıldı. Davutoğlu döneminde gündeme gelen şeffaflık paketinin Erdoğan’ın “Bu kanun çıkarsa ilçe başkanı dahi bulunmaz.” sözüyle rafa kaldırılması meselenin derinliğini özetliyor.

Yolsuzlukları örtbas etmek için harcanan bu çabalar tabelaya da yansıyor elbette. Ocak 2017’de açıklanan Uluslararası Şeffaflık Endeksi’ne göre Türkiye bir önceki yıla göre 9 basamak gerileyerek 66. sıradan 75. sıraya düştü. Bu tablo ister istemez uluslararası sermayenin Türkiye’yi yatırım yapılabilir bir ülke olarak görmekte ne kadar istekli davranacağını belirliyor.

90’lı yıllarda egemen sınıfların kendi içerisinde bölünmüş olması, devletin yargı organlarının siyaseten bu kadar kuşatılmamış olması, medyanın görece bağımsızlığı skandalların siyasetçiler tarafından sümenaltı edilebilmesini zorlaştırıyordu. Toplum da bugünkü kadar kutuplaşmamış olduğu için kamuoyu tepkisi daha güçlü çıkabiliyordu. Bugün ise tam tersi bir tablo söz konusu.

Yüksek yargının tepesindeki yöneticiler Erdoğan’la aynı kadraja girebilmek için fırsat kovalıyor; geleceklerinin onun ellerinde olduğunu, en ufak bir ters düşmede rahatlıkla FETÖ etiketi yapıştırılarak tasfiye edileceklerini biliyorlar. Medya dediğimiz olgu zaten başlı başına ayrı bir çürümenin içerisinde. Sabah, ATV, Akşam gibi TMSF’ye devredilen medya organları Ethem Sancak gibi iktidara yakın işadamlarına peşkeş çekilirken; toplumsal kutuplaşmanın derinleştirilmesi yönünde propaganda yapmak, iktidarın yalanlarını kamuoyuna yaymak gibi bir görev üstlenmiş durumdalar. Doğan gibi merkez medya unsurları ise iktidar korkusundan kimi zaman sansür ve çarpıtma konusunda lağım medyası ile yarışır halde. Toplumun sağlıklı haber alma olanağı ancak bir avuç bağımsız medya organının ve bu işi gönüllü üstlenen gazetecinin çabasına kalmış durumda, o da birçok meslektaşı gibi tutuklanıp susturulmazlar ise!

Fakat şurası bir gerçek ki yolsuzlukların faturası bugün onun öznelerine kesilmez ise bu faturayı emekçiler ödeyecektir. 2001 krizini hatırlayacak olursak bankaların içlerinin boşaltılmasının faturası IMF’nin acı reçetelerini harfiyen uygulayan Kemal Derviş ve ardılı AKP tarafından halka kesilmişti. Milyon euroları götüren bakanların (ki bunun buzdağının görünen kısmı olduğunu biliyoruz), iktidar sahiplerinin açgözlülüğünün faturası da eninde sonunda yoksul emekçilerin sırtına vurulacaktır. Zaten fiili olarak bir kriz içerisinde bulunan Türkiye ekonomisi, Zarrab Davası ile birlikte daha büyük bir bataklığın içine sürüklenirse rüşvetleri toplayanlar veya patronlar elbette tedariklerini hazırda tutuyorlardır; kaçacak yer bulmaları zor olmaz. Fakat milyonlarca emekçi için kaçacak başka bir yer bulunmayacaktır.