Bilimsel Yöntemde Materyalizm-İdealizm Tartışmaları: Kopernik Devrimi’ne Gelirken – Gökçe Şentürk
Bu yazı Panzehir Kültür Sanat dergisinin son sayısında yayınlanmıştır.
Önceki sayıda bilimsel yöntemde materyalizm idealizm tartışmaları yazısını 3 bölümde ele alacağımı yazmıştım; ilk bölümde Antik Yunan’da bilimin o zamanki adlandırılışı Doğa Felsefesini ve bilim yaparken ya da bilimsel düşünce ve yöntemde diyalektik kavrayışın, kaideyi kurarken materyalizmin ya da idealizmin filozofların dünyayı anlama biçimlerini ne denli etkilediğini sorgulamaya çalışmıştık. Temel olarak da bugünkü dünyada hakim olan görüşün aksine tarihin ve dolayısıyla bilimin de salt isimler üzerinden değil yaşanılan toplumsal süreç ve zeminler üzerinden araştırılması gerektiği, hem de bahsettiğimiz kaide de temel bileşenin, harcın ne olduğunun yani önceki yazıya referansla sarkacın iki ucunun, materyalizm ve idealizm, belirleyici olduğunu söylemiştik. Bu yazıda da aynı önermeden hareketle tarihte Kopernik’le birlikte başlayan ve bilim devrimi olarak geçen sürece nasıl gelindiğini ele alacağız, elbette aynı etkileşim ve ilişkiler çerçevesinde.
Bir önceki yazıda Pisagorcu okulun devamcılarından Aristarkhos’un güneş merkezli evren fikrini ortaya attığından fakat o dönem Platon’un idealist fikirlerinin ve dolayısıyla da değişimden nefret eden bütün değişim ve dönüşümleri yozlaşmanın bir göstergesi olarak kabul eden görüşlerinden kaynaklı sabit olanın tabiri caizse kutsandığından bahsetmiştik. Dolayısıyla da artan gözlem yetenekleriyle gezegenlerin karmaşık hareketleri varolan önermeler ve paradigmalarla açıklanamıyor, Platon ise kaideyi sabit tutarak gezegenlerin hareketlerinin açıklanmasını salık veriyordu. Dolayısıyla da bu durum bir süre dünya merkezli evren fikrinin yaklaşık 1500 yıl boyunca sorgulanmamasına ve gezegenlerin hareketlerinin açıklanması için de kendi içinde tutarlı fakat bir o kadar karmaşık ve anlaşılması güç, devamlılığı olmayan, yeni verilerle uyuşmayan anlayışların türetilmesine sebep olacaktı. Bunun en bilinen örneklerinden biri Aristotales’in soğan evreni olarak adlandırabileceğimiz iç içe geçmiş elli beş küresi, daha da inanılmaz ve dâhice olanıysa Kopernik’e kadar kabul görecek olan Claudius Batlamyus (MS 150) bir diğer adıyla Ptolemy’nin dış çemberler düzeneğiydi. Karmaşıklığı ölçüsünde hayranlık uyandıran Batlamyus’un modeli için astronominin destekçisi olan Bilge X Alfonso “Eğer her şeye gücü yeten efendimiz yaradılışa girişmeden önce bana danışmış olsaydı, ona daha basit bir şey önerirdim.” diyerek durumun vahametini özetlemiştir.
Batlamyus’un Almagest’i;
Batlamyus İskenderiye okulunun son büyük astronomuydu dolayısıyla Aristo ve Platon’dan etkilenmişti. Dünya merkezli evren fikrindeki aksaklıkları açıkladığı modelini yayınladığı 13 kitaptan oluşan Almagest(Matematik Sentezi) 17. yüzyıl başlarına kadar astronominin İncil’i olmuştur. Aristotales’ten sonraki astronomlar Güneş’in gezegenler üzerindeki etkisini aynı zamanda hem inkar etmiş hem de onaylamışlardır. Batlamyus’tan sonrada devam edecek olan temel kaygı “görünüşü kurtarmak” idi. Diğer bir deyişle kuram gözlemlerle, olgularla uyuşmalıydı. Ancak zamanla bu ifade farklı anlamlara gelmeye başladı. “Astronom gezegenlerin düzensiz biçimli yörüngeler üzerindeki düzensiz hareketlerini, dairesel yörüngeler üzerindeki düzenli hareketlere ayrıştırabilen bir hipotez ortaya koymayı başardığı ölçüde –bu hipotezin doğru ya da yanlış olmasından, yani fiziksel olarak olanaklı ya da olanaksız olmasından bağımsız olarak – görünüşü “kurtarmış” oluyordu.”( Uyurgezerler; Arthur Koestler; sy 73) Yani, özetle astronominin temel problemi gökteki dairesel olmayan hareketler sorununu mazur göstermekti. Gerileme döneminde Yunan bilimi çözümsüz bir çatışma içerisine girdi fakat bu elbette resmi tarih anlatısında olduğu gibi salt felsefi altyapının, idealizmin materyalizme, galebe çalmasından değil o dönemki toplumsal yapının ve sınıfsal farklılıkların da bir yansımasıydı.
Skolastiklerin Evreni; Yeni Platonculuk
- Yüzyıldan 12. Yüzyıla kadar Yeni-Platonculuk, 12. Yüzyıldan 16. Yüzyıla kadar da evreni ay altı ve ay üstü alem olarak ayıran ve bunlar arasında da bir süreklilik olduğunu ortaya koyan Aristotales düşüncesi egemen oldu. Yeni-Plantonculuğun gizemciliğiyle yoğrulmuş göksel tasarımda öğeler çok uzakta olsa da, ilişki mutlaktı: Yıldızlar insanlarla ilgili birer simge değillerdi, gerçektiler; Kozmik, toplumsal ve fizyolojik düzenlerin bir ve benzer olduğu, benzer hiyerarşilere dayandığı varsayılıyor, bütün öğelerin belli bir yere sahip olduğu bir evren tasarımı oluşturuluyordu.“Aristotales’in sürekli dünyası ile Tanrı eliyle bir anda yaratılıp bir anda yok edilebilen, tek tanrılı dinlerin fani dünyası arasında sağlanan uzlaşma, ortaya feodal toplumun sınıfsal hiyerarşisini yansıtan bir evrensel hiyerarşi çıkarmıştı. Çok tanrıcılığın izini taşıyan gökyüzü meleklerinin – her biri evrenin işleyişinde bir göreve sahipti ve rütbelerine göre gezegenlere bağlanmıştı- hiyerarşisi: Papa, başpiskoposlar, piskoposlar, imparator, krallar, derebeyleri ve soylulardan oluşan toplumsal katmanlaşmanın bir dışavurumuydu.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi; cilt8; sy 2642) “ bir iğne ucunda kaç meleğin dans edebileceği” gibi, alayla anılan ve büyük olasılıkla da çoğunlukla yanlış yorumlanarak tahrif edilen ‘sözde sorunlar’ Ortaçağ geleneği içinde büyük önem kazanıyordu; her şeyiyle bir bütün oluşturan evrensel görüşün siyasi/toplumsal yorumlarına sık sık gönderme yaptıkları ve sınıf ya da çıkar çatışmalarında önemli rol oynadıkları düşünüldüğünde; farklı okulların ve tarikatların şiddetle tartıştığı konular, bu alaylara layık olacak kadar gereksiz görülemez.Yine aynı nedenle kilise astronomideki yeni herhangi bir görüşe karşı acımasızdı; bu tür bir girişim düşünsel alandaki bir düzeltme ve eleştiriden çok evrensel görüşün bir noktasına yapılmış bir saldırı şeklinde değerlendirildiğinde imanla rasyonelliği bağdaştıran Ortaçağ düşüncesine yapılacak bir itiraz, toplum düzenine, dinsel kurumlara ve bizzat evrenin uyumlu düzenine karşı açılmış bir savaş olarak görülüyordu. Bilime gelince Hristiyanlık âleminin ilk beş yüz yılı , “buzla kaplı stepler üzerinde sadece Yeni Platonculuğun soluk Ay ışığının yansıdığı bir buzul çağıydı.” (Uyurgezerler; Koestler; sy 99) Buzul Çağı’nı sona erdiren aniden ve nereden geldiği belli olmayan bir güneş değil Müslümanlardı. Çok daha kapsamlı ele alınması gereken bu konuya bu yazıda yer veremeyecek olsak da İslam dünyasındaki filozoflar 7. ve 8. yüzyıllarda Yunan bilimi ve felsefesinin Anadolu’daki ve İskenderiye’deki kalıntılarını dolaylı yoldan Avrupa’ya taşıdı. 12. yüzyıldan sonra da Öklid’den Aristo’ya Batlamyus’a kadar pek çok filozofun eseri çevrildi. Ortaçağ’da özellikle Doğu toplumlarından devşirilen pek çok teknik buluş ve icat olduğunu da söylemek yanlış olmaz. Fakat bu durum gösteriyor ki, tekniklerin gelişmesi ya da birtakım buluşların yapılması, kurulu yapıların dönüşümünü açıklamak için yetersiz bir dayanak. Hatta bu anlamda tarihte bugünkü bilimsel gerçekliklere yakın pek çok yaklaşımın, ya da modern anlamda önemi olan pek çok buluşun bazen toplumsal olarak anlam kazanabilmesi için yüzlerce yıl beklemesi gerekebiliyor. Nitekim Kopernik’le başlayan bilimsel devrimin düşünsel anlamda bir kıpırdanma yaratması için de neredeyse yüz yıl geçmesi gerekecekti. Dolayısıyla Ortaçağ’ın çerçevesini kıran keşif ve icatların kendisi değil toplumsal dinamiklerin onların kullanımını gerektirmeye başlamasıydı. “Ortaçağ düşünce sisteminin kırılganlığı, yüzlerce yıllık egemenliğini borçlu olduğu statik ve sağlam yapısından kaynaklanır; yeni tekniklerin geliştirilmesi, bilimsel alanda yol katedilmesi için ve hepsinden önemlisi doğmakta olan yeni toplumsal sınıflara uygun bir hayat tarzının yeşerebilmesi için skolastik düşüncenin tümüyle reddedilmesi zorunluydu.”
Bu yadsımanın sadece Rönesans ve aydınlanmayla sınırlı kalmadığına örnek Engels’in 1845’te yazdığı Doğanın Diyalektiği’nin girişinde bulunabilir: “Birçok alanda işe yeniden başlanması zorunluydu. Antikite, Öklid’i, Batlamyus’un güneş sistemini; Araplar ondalık sistemi, ilk cebir bilgilerini, modern sayıları ve simyayı miras bırakmışlardı; Hristiyan Ortaçağ ise hiçbir şey.” Feodal yapı ve bu yapıya dayanan Ortaçağ ekonomisi, kilisenin öğretisi kadar sarsılmaz ve statik değildi. Bütün bir Ortaçağ boyunca yavaş yavaş biriken teknik buluşlar, kırsal alanların içinden çıkacak olan kentler ve bu kentlerde yeşeren yeni toplumsal sınıflar, başka bir dünyanın habercisiydi. Fikirler hatta onların somutlanmış hali olan çeşitli icatlar içinde bulunduğu toplumsal yapının yönüne göre anlam kazanıyordu. Bu da bize bu yazıda tartışmak istediğim asıl meseleyi gösteriyor; yani ne bilim ne de bilim insanları varoluşları itibariyle içinde yaşadıkları çağdan ve fikirlerden azade olamaz.
Kopernik; Utangaç Rahip
Kopernik’te değildi. Güneş merkezli evren fikrini ortaya attığında ne kendinden önceki filozoflardan farklı düşünüyor ne de o zamanki egemen sınıflara karşı bir duruş sergiliyordu; yapmaya çalıştığı şey dünyayı evrenin merkezinden çıkarıp yaratıcının o güne kadar mükemmel olarak tasvir edilen eserine kara çalmaktan çok yaratıcının mükemmelliğini kanıtlamaktı. O nedenle de ölüm döşeğine gelene değin hiçbir yazsının yayınlanmasını istemedi. O ölmeden hemen önce basılan tek kitabı da; Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine’dir. Kopernik sisteminin Batlamyus’un dünya merkezli sistemi üzerindeki üstünlüğü bir yönden geometrik olarak da daha basit olmasıdır. Evrenin merkezinin Dünya’dan alınıp Güneş civarında bir yere taşınması ile, eskilere çok sorun çıkartmış olan ve Platon’un görüntüyü koru/kurtar fikrinden hareketle zorlama yollarla açıklamaya çalıştıkları gezegenlerin gerileme hareketleri ortadan kalkmıştır. Eğer merkez Güneş’in yakınında ise ve diğer gezegenlerle birlikte Dünya’da onun etrafında dönüyorsa, Dünya’nın (daha yavaş bir hızla dönen) bir dış gezegeni, yakalayıp geçtiği her seferde bu gezegen bir süreliğine geriliyormuş gibi görünecektir ve tersine Dünya’nın daha hızlı hareket eden bir iç gezegen tarafından yakalanıp geçildiği her seferde de yine bir yön değişimi ortaya çıkacaktır. Salt kendi içinde düşünüldüğünde oldukça basit ve sorunsuz olan bu önerme, kağıt üzerinde taşıdığından çok daha büyük toplumsal anlamlar ihtiva ediyordu. İşte tam da bu nedenle gözlem ve deneye dayalı değil sadece matematiksel şekilde Kopernik’in ifade ettiği bu açılım hem anlaşılamadı hem de toplumsal bir çelişkiye göz kırptığından kendisi tarafından da açıklanmak istenmedi, ta ki yeni toplumsal dinamiklerin ve dolayısıyla da dönüşümlerin üzeri kapatılamayacak kadar aşikar olduğu yaklaşık bir yüz yıl sonrasına kadar.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere; Kopernik ile başlayıp Keppler, Galileo, Newton ile devam eden süreci 20. yüzyıla kadar tartışacağız.
Kaynakça
Koestler, A (2013) Uyurgezerler, Ankara: Phoenix
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi
Kuhn, T (2015) Bilimsel Devrimlerin Yapısı, İstanbul: Kırmızı