Barış Bildirisinin Ardından İki Yıl: Kısa Bir Muhasebe – Güneş Gümüş
Savaş ortamının ve katliamların son bulması ve müzakere sürecine geri dönülmesi çağrısını yükselten “Bu suça ortak olmayacağız” metninin 1128 akademisyenin imzasıyla yayınlanmasının üzerinden 2 yıl geçti. Bu iki yıl hem imza atan bizler, hem de Türkiye açısından olağanüstülüklerle yoğrulmuş bir süreç oldu.
İmza metninin kamuoyuyla paylaşılmasının ardından Erdoğan’ın işaretiyle biz Barış Akademisyenleri‘ne yönelik saldırılar zirve yapmış; iktidardan gerekli teşviği alan üniversite yönetimlerinin soruşturma terörü, medyada vatan haini ilan edilmeler, kanımızda banyo yapmak isteyen çete elebaşlarının açıklamaları gırla gitmişti. Bütün bu ağır saldırı dalgasına rağmen akademide dayanışma büyüyerek imzacıların sayısı 2216‘ya ulaşmıştı.
Birliğimizin güçlenmesi karşısında iktidar daha da saldırganlaşarak 4 arkadaşımızı 10 Mart 2016’da sözümüzün arkasında olduğumuzu ifade eden bir basın açıklamasını okudukları için bir aydan fazla cezaevinde tutmuştu. Onların ilk dava günü olan 22 Nisan’da yine dayanışmayı büyüterek arkadaşlarımıza kalabalık şekilde sahip çıkıp onların tahliyesiyle Çağlayan Adliyesi’nden ayrılmıştık.
Bu dönem boyunca bize yönelik bedel ödetme çabası özellikle küçük üniversitelerde yoğunlaşmıştı. Sürecin seyrini değiştiren ise 15 Temmuz darbe girişimi ve arkasından iktidarın her türlü gücü elinde toplamasına imkan veren OHAL dönemi olacaktı. AKP ve RTE, 15 Temmuz’u fırsata çevirdi ve kendi sivil darbesini yaptı. Bizler de bir darbe döneminde başımıza gelebilecek olanları yaşamaya başladık.
Soruşturmalar döneminde en cevval üniversitelerden olan Ankara Üniversitesi‘ndeki imzacılar olarak bizim soruşturmalarımız zaten memuriyetten çıkarılma talebiyle YÖK’e gönderilmişti. Birçok üniversite için de benzer bir durum söz konusuydu. Ancak iktidar işini şansa bırakmadan; her zaman kör topal işleyen burjuva hukuka bile güvenmeden sayısı 30’u bulan KHK’larla parça parça 300’den fazla barış imzacısını akademiden ihraç etti. Şimdilerdeyse bütün imzacılara yöneleceği düşünülen bir “terör örgütü propagandası” davasının sanıkları durumundayız.
Uzun yıllar boyunca hatırlanacak bu sürecin bir muhasebesini çıkarmak; neleri başardığımızı, neleri eksik bıraktığımızı görmek, mücadelenin seyrini daha etkili hale getirmek için önemli.
Başardıklarımız
Geçtiğimiz günlerde kendisi de ihraç edilen bir barış akademisyeni olan Murat Sevinç, “üniversite biat etmez” sözünün içinin boş olduğunu yazmış. Evet genel bir akademi güzellemesinin bir geçerliliği yok. Sonuçta kapitalizmin vasıflı işgücü yetiştirmek için her geçen gün yüksek meslek okullarına çevirdiği, dolayısıyla eleştirel düşünceye de pek yer kalmamış bir kurumdan bahsediyoruz. Hatta AKP Türkiye’sinde akademi için daha da özel şeyler söylemek gerekiyor: Bugün Türkiye’de üniversiteler liseler düzeyine doğru geri düşmektedir, rektörler de okul müdürlerinden farksızdır.
Diğer taraftan bu sürecin eşitsiz bir şekilde ve farklı hızlarla ilerlediği de bir gerçek. Bu yüzden de Barış Akademisyenleri en sert konuda net bir meydan okuyuşa girişebildi ve hala potansiyel direnç noktaları tükenmiş değil. Yani bütün meselelere olduğu gibi üniversiteye de diyalektik bir bakış açısıyla yaklaşmak gerekiyor. Bir yandan kapitalizmin, neoliberal çağın gereklerine uygun olarak yapılandırılmış, iktidarın-sistemin çıkarlarına uygun bireyler yetiştiren bir kurum varsa diğer yandan da üniversitelerin -hocasıyla, ortamıyla- sorgulamaya kapı aralayan, eleştirel düşüncenin genç beyinlerle buluşmasına imkan sağlayan bir yanı olduğunu da görmek lazım. Zaten AKP iktidarının saldırganlığının altında sadece Kürt sorununda gösterilen tavra karşı nefret değil, toplumsal muhalefetin önemli sinir uçlarından üniversitelere darbe indirme derdi de etkili.
Bu çerçevede biz kitlesel şekilde hem bu çok ses getiren metne imza atarak hem de imzamızın arkasında durarak gelecek kuşaklara önemli bir miras bıraktık. Ülkede bu mirasların mücadelenin devamlılığı açısından önemli bir etkisi olduğunu hepimiz biliyoruz. Alt kuşaktan her yeni nesil içerisinden binlerce genç, Deniz Gezmiş ve onun gibi yiğit devrimcilerin yarattığı geleneğin heyecanıyla mücadeleye katılıyor. Biz de en azından “toplumcu bir akademisyen nasıl olur” konusunda bir ilham yarattık.
Çok önemli bir başarımız daha var ki Kürt sorununun en sertleştiği dönemde devletin savaş konseptine karşı güçlü bir tepkiyi, barış sesini yükseltmemizdi. Bu, Kürt halkının yalnız olmadığı; bu konuda büyük bedeller ödeyerek tavrını koyan aydınların varlığını hafızalara kazıdık. Kürt şehirleri yakılıp yıkılıyorken kimsenin sesi çıkmadı denemeyecek. Bunun Türkiye’de sol için anlamı büyüktür. Bu bile bizim için başlı başına bir onurdur.
Soruşturmalar, tehditler, hedef göstermeler başlayan ve ihraçlarla devam eden süreç boyunca bir arada durmak, geri adım atmamak konusunda da önemli bir başarı sergiledik. Dava süreçlerinde de dayanışmamız güçlü şekilde devam ediyor.
Dayanışma konusundaki başarımızın kritik bir yanı da Türkiye tarihinde görülmemiş çapta bir dayanışma ağını kurabilmemiz ve bir yılı aşkın bir süredir bunu sürdürebilmemizdir. Sadece akademisyen olarak değil, bütün ihraç edilen KESK’lileri içine alan ekonomik dayanışma bu sürecin birçoklarımız açısından daha kolay atlatılmasına büyük katkı sundu.
Bir diğer dikkate değer nokta da çok güçlü olmasa da çeşitli araçlarla (dayanışma, sokak akademileri) sesimizi gençlikle temas ettirme imkanları yaratmamız oldu. Elbette üniversitede olduğu kadar geniş bir çevreye ulaşamasak da anlamlı.
Kısacası, kendimizi saldırılar karşısında kolektif bir savunma cephesi oluşturabilmek konusunda başarılı saysak çok haksız sayılmayız.
Eksik Kaldıklarımız
Gelelim eksiklerimize ki başarılarımız kadar önemli, hem bizim hem ülkenin geleceği açısından. Bu konuda ana eksikliğimiz istikrarlı bir mücadele cephesi yaratamamış olmaktır. Bize “ağaç kökü yesinler” diyenleri, bizi ihraç ettikleri için pişman edemedik. Bunun yolu mücadelemizle güçlü bir ihraçlar ve OHAL karşıtı sesin Türkiye kamuoyuna taşınmasını sağlamaktan geçiyordu. Elbette bu, sadece akademisyenlerin başaracağı bir iş olmasa da bu konuya pekala öncülük edebilirdik.
Emek örgütlerinin süreci en az hasarla atlatmak adına kafasını kuma gömdüğü bir dönemde homojen olmayan bir kitlenin birlikte hareketini örgütlemek elbette zor. Ama bu süreçte gördük ki çok aktif bir şekilde mücadele yürütemediğimiz halde sesimiz etki yaratıyor. Mesela Erkan İbiş üzerinden yaratılan gündemler hızla Türkiye kamuoyunda bilinir, duyulur hale geldi. Dolayısıyla yürüteceğimiz mücadelenin sesi büyüklüğümüzden daha çok çıkma potansiyeliyle yaygınlaşır ve AKP’nin bugün ihraçlar dışında üniversitede soruşturmalarla, mobbinglerle, kadro tehditleriyle yarattığı baskı ortamı geriletilebilirdi.
Şunu dedirtemedik: keşke atmasaydık; başımıza daha büyük bela oldular.
Bu eksikliğimizin geri planına dair bir sınıfsal analiz yapmadan bitirmeyelim. Mücadeleyi afişlerle, kampanyalarla, çeşitli eylemlerle ilerletememizin arkasında iktidarın saldırganlığının yarattığı korku iklimi, sendikal liderliğin geri çekilmesi, sokakta bütün muhalefet kanallarının neredeyse kapatılması kadar akademisyenlerin kendi sınıfsal konumuna dair bakışının etkili olduğunu söyleyelim. Kendisini emekçi olarak görmeyenlerin emek mücadelesinin yöntemlerine çok sıcak yaklaşmaması da ne yazık ki kaçınılmaz oluyor.