Arap Devrimleri – Yeni Tarihsel Eğilimler – V.U. Arslan
Tunus’ta başlayan, Mısır’da devam eden bu ayaklanma dalgasına genel olarak, “Arap Baharı” adı verildi. Birçokları, “Bahar” tanımlamasına gerçekleşen büyük dönüşümlerin boyutlarını küçük gösterdiği gerekçesiyle şiddetle itiraz etti. Bu itirazı yapanlar “Bahar”a alternatif olarak “Arap Devrimleri”ni öne çıkardılar. Bu sefer de gerçekleşen dönüşümlerin bir devrim sayılamayacak kadar sığ, yani içeriksiz olduğu, yeterince kökten bir değişim olmadığı, hareketin bir programının bulunmadığı ve neticede iktidara Müslüman Kardeşler’in yerleştiği vurgulanacaktı. Bir diğer seçenek de süreci ayaklanma ya da isyan terimleriyle tanımlamaktı, ama bunlar da daha çok anlık, kısa erimli patlamaları tariflediği için bir süreç olarak meseleyi ifade edemezdi. Peki, bu durumda en yaygın kullanımlar olan “Bahar” ya da “Devrim”den hangisini tercih etmek gerekir? Baharın gelişi, çetin kış koşullarının sona ermesi, doğanın yeniden uyanmasını bakımından binlerce yıl boyunca insanlar için müjdeli bir haber olmuştur.
Sınıf mücadelesinde de uzun baskı döneminin çetin şartlarının kırıldığı ve mücadelenin yeniden yükseldiği dönemlere için “Bahar” analoji kullanılmıştır. 12 Eylül baskılarının kırıldığı 89 İşçi Baharı, Prag Baharı gibi. Mısır ve Tunus’taki süreçlerde de uzun baskı dönemlerinin ardından kitleler uyanışa geçmiş ve üzerlerindeki devlet terörünü dağıtmışlardır. Bu anlamıyla bir bahardan söz edilebilir elbette, ama Mısır ve Tunus’taki süreç, şiddeti ve yoğunluğu bakımından Bahar kavramsallaştırmasını aşmaktadır. Bahar kullanım olarak bir yumuşaklığı içinde barındırır; bir alt üst oluştan, ağır bedellerle yürütülen radikal bir süreçten ziyade koşulların iyileştiği görece ılımlı bir dönüşümü ifade eder. Bu yüzden bizler Arap Devrimleri kullanımından yanayız. Mısır ve Tunus’ta yaşananlar, üretim ilişkilerinin değiştiği bir “sosyal devrim” değil (en azından henüz), ama mevcut iktidarları milyonların zor yoluyla yıkması anlamında gerçek bir “politik devrim”. Bu bakımdan Mısır ve Tunus için Arap Devrimleri ifadesi doğru bir kullanımdır. Sürecin içerik olarak zayıf olması da politik devrim tanımlamasını çürütmek için yeterli olamaz. Kaldı ki burjuva diktatörlerin yıkılmasının üzerinden iki yıl geçmesine rağmen kitle hareketi hala çok güçlü, hem Mısır’da hem de Tunus’ta Müslüman Kardeşler yönetimini sallıyor ve bu sırada kitleler sola kayışını sürdürüyor.
Diğer taraftan Arap Devrimleri için “kara bahar” ya da “komplo” tanımlamalarını uygun bulanlar da var. Bu tutumun özelilkle Türkiye’de bir hayli yaygın olduğunu gözlemlemek mümkün. Komplo teorileri üzerinden Arap Devrimleri’ne burun kıvrıldığında halk hareketlerinin estirdiği rüzgarların Türkiye’yi etkilemesi süreci baltalanmış oluyor. Oysa şimdilerde Müslüman Kardeşler’i sallamakta olan emekçi ve gençlik hareketinin Mursi’yi devirmesinin T.Erdoğan ve AKP’sini ne kadar tedirgin edeceğini hesaplamak zor değil. ABD komplosu temalarını işleyenlerin temel tezi Müslüman Kardeşler’e iktidar yolunun açılmasıydı. Gelgelelim Müslüman Kardeşler’in kısa zaman zarfında ağır darbeler alması, bu tezlerin birinci argümanını çürütmüş oldu. Suriye ve Libya’da yaşananları öne çıkararak bütün sürece kara çalan ve emekçilerin hareketine dudak büken elitist tutumun son derece gerici bir nitelik taşıdığını belirtmekte fayda var. Komplo tartışmalarına Ortadoğu’daki ABD politikalarının ele alındığı ileriki bölümlerde yeniden döneceğiz.
İsyanları Gruplandırmak
Kavram tartışmasında gözlenen genel bir zaaftan bahsetmek, bu çalışmanın neden Mısır merkezli olduğunu açıklaması anlamında, gerekli gözüküyor. Sürece devrim diyenler de komplo diyenler de aynı hatayı yaparak farklı Arap ülkelerini ve buradaki kalkışmaları, aynı torbaya koyup genelleme yapıyorlar. Oysa diktatörlüklere yönelen bu kalkışmalar, kendilerine miras kalan tarihsel miras nedeniyle farklı doğrultularda ilerlemek zorunda kalıyor. Mısır ile Suriye, Tunus ile Libya, Yemen, Bahreyn, Ürdün.. Bütün bu ülkeler farklı iç ve dış dinamiklere sahipler. Bu nedenle bütün Arap ülkelerini kapsayan tek bir açıklama, bir devrim (ya da komplo) genellemesi hiç de gerçeklerle bağdaşmıyor.
Gerçekleştiği ülkelere göre Arap isyanlarını kabaca iki gruba ayırabiliriz: Birinci grupta toplumun bütününün (popüler ifade ile %99) çıkarlarını ifade eden, sınıf eksenli emek ve gençlik hareketi söz konusu iken ikinci grupta farklı etnik-mezhepsel-aşiretsel kimlikler çatışıyor, emekçiler birbirlerine düşman oluyor. İç dinamiklerin belirleyici olduğu birinci grup Mısır ve Tunus’taki ayaklanmalarla en iyi ifadesini bulurken, dış müdahalelerin belirleyici olduğu, giderek daha çok Şii-Sünni bölünmesi üzerinden şekillenen ikinci grubu da kendi içerisinde ikiye bölmek uygun olabilir. Bir tarafta ABD’nin ortakları olan Bahreyn, Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki ayaklanmalar varken diğer tarafta Suriye ve Libya gibi ABD ile çelişkili diktatörlerin egemen olduğu ülkelerdeki ayaklanmalar mevcut. Bu son gruptaki ayaklanmalar hızlı bir şekilde emperyalizmin kontrolüne girdi, daha bağnaz, katliamcı ve ayrımcı bir çizgiye oturarak emekçiler ve gençlik adına ilericilik taşıma olasılığını tümden kaybetti. Türkiye ve dünya basınının özenle gözlerden uzak tutmaya çalıştığı ama alttan alta devam eden ve enerji toplayan Bahreyn ve Suudi Arabistan’daki ayaklanmalar da neticede esas olarak kimlik meselesi üzerinden gitseler de ana akım emperyalist akıntıya karşı durduklarından içlerinden değişik eğilimler çıkarmaya daha yatkınlar.
Bu kaba tasnife göre dünya emekçilerini heyecanlandırması gereken esas ayaklanmalar Mısır ve Tunus’ta yaşananlardır. Bu ülkelerdeki hareket ulusun bütününü kapsama iddiasıyla esas olarak sınıf merkezli sloganlarla hareket ediyor, halkların birbirini gırtlakladığı bir senaryo yerine farklı kimliklerden emekçileri birleştiren bir güce sahip. Nitekim hareket içerisinde işçiler, kadınlar, solcular, sosyalistler, ezilenler öne çıkıyor; yeni bir enerji akımı, sanata edebiyata yayılıyor, emperyalist kapitalizmin değerleri sorgulanırken, bağnazlık geriletiliyor…
Mısır ve Tunus’ta yaşananlar, bu yüzden, büyük bir potansiyele sahip. Özellikle 85 milyonluk Mısır, adına Arap Baharı denen sürecin merkezi durumunda. Mısır’ın zaten Arap dünyasının kalbi olduğunu akılda tuttuğumuzda Mısır’daki sürecin ne kadar belirleyici olduğunu anlarız. Bu yüzden bu çalışmada Mısır’ı merkeze almak daha doğru olacaktır. Tunus ile Mısır’ın arasında da, mutlaka, farklar olmakla birlikte her iki ülkede de emekçilerin ve gençliğin çıkarlarını ifade eden geniş halk hareketleri mevcut ve bu örnekler sınıf mücadelesinin öne çıkması anlamında Arap isyanlarının geleceğini ifade etmekteler. Bu çerçevede Tunus’taki harekete, yeri geldiğince, kimi önemli parallellikler ve ayrışmalarda değineceğiz. Ama çalışmanın merkezi Ortadoğu’nun ve Arap Devrimlerinin kalbi Mısır olacak. Önümüzdeki dönemde burada yaşanacak olanlar sadece Arap dünyasını değil tüm dünyayı ve özellikle de bizi etkileyecektir.
Suriye ve Libya Değil, Mısır ve Tunus
Sessizlikle geçen uzun uzun yılların ardından önce Tunus, ardından Mısır’da patlayan halk hareketleri, on yıllardır iktidarda olan diktatörleri devirdi. Mücadeleci yeni bir kuşağın yetiştiğini müjdeleyen bu ayaklanmalar, tüm dünyada büyük sempatiyle karşılandı. Bedel ödemeye hazır milyonlara ev sahipliği yapan Tahrir, mücadele ruhu ve cesaretiyle, tüm dünyada sembolleşti. ABD merkezli İşgal Et (Occupy) hareketlerinde, krizin emekçilerin yaşamını felç ettiği Yunanistan ve İspanya’da ve aslında tüm dünyadaki mücadelelerde kitleler Tahrir’e selam yolladılar.
Bin Ali ve Mübarek devrildikten sonra mücadele bu ülkelerde durulmamıştı. Kitleler yeni sorunlarla yüz yüze gelirken örgüt ve program yoksunluğuyla hatalar da yaptılar, ama durmadılar. Mücadele yeni süreçte yeni soru ve sorunlarla ilerlerken Libya ve ardından Suriye’den de isyan haberleri geldi. Buralardaki protestolarda işlenen temalar, başlangıçta diğer ülkelerdekilerle benzerdi. Ama bu ülkelerin özgün ulusal ve uluslararası konumunun belirleyici olduğu sebepler nedeniyle bu protesto hareketleri yörünge değiştirdi. Libya ve Suriye’deki isyan hareketleri nüfusun büyük çoğunluğunun çıkarına, en genel anlamda sosyal adalet ve demokrasi mücadelesi olmaktan çıkıp, aşiretsel-mezhepsel-etnik hesaplaşmalara dönüştü. Hızla iç savaşa evrilen bu sürecin yönlendiriciliğini ABD ve müttefikleri yapacaktı. Emperyalist güçler böylelikle bir taşla bir sürü kuş vurmuş oluyorlardı: Libya’nın yer altı zenginlikleri yağmalanıyor, Rusya ve Çin ile yakın ilişkileri olan Kaddafi devriliyor ve Arap Baharı, “ABD planlamasıdır” yanılsaması yaratılarak bir bütün olarak hareket dünya çapında gözden düşürülüyordu. NATO bombaları sayesinde Kaddafi vahşice öldürüldü, destekçisi aşiretler darmadağın edildiler. Suriye’de de NATO güçleri isyanın kontrolünü ele geçirdi. Tez elden muhalifleri silahlandırdılar, etnik-mezhepsel boğazlaşmayı örgütlediler. Esad rejiminin düşüşü, İran’a ve Rusya’ya vurulmuş büyük bir darbe olacağından iç savaşı körüklemek için ellerinden geleni halen yapıyorlar. Suriye şimdilerde Afganistan senaryosunu yaşamakta. Silahlı muhalefet içerisinde kontrol, her geçen gün daha bariz şekilde Selefi fanatiklerin eline geçiyor. Bunların zaferi, diğer her şey bir yana soykırım ve etnik temizlik anlamına gelecek, daha sonrası için de Suriye’nin uzun yıllar boyu savaş bataklığına saplanıp kalmasına vesile olacak.
Süreç boyunca bir yandan Libya ve Suriye’ye NATO müdahaleleri gerçekleşiyor, diğer yandan da Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler iktidara geliyordu… Bu gelişmeler Arap Baharı’nın arkasındaki tarihsel dinamiğin kolayca göz ardı edilmesine yol açtı. Dünya çapında geniş kesimler ve bu arada da Türkiye kamuoyu, Arap isyanlarının bir çeşit ABD komplosu olduğuna inanmaya başlamıştı ki Mısır ve Tunus’ta kitle hareketi Müslüman Kardeşler’i sallamaya başladı. Bu da, meselenin basitçe bir Batı tezgahı olarak görülemeyeceği gerçeğini gözler önüne savurdu. Özellikle Mısır’da yeni mücadele kuşağı öncülüğünde milyonlarca emekçi, Müslüman Kardeşler ile ölümüne mücadele ediyor, bedel ödüyor ve yeni deneyim ve fikirlerle yoluna devam ediyor. Mısır ve Tunus, hem Arap Devrimleri’nin çıkış noktası, hem Arap coğrafyasının her açıdan merkezi ülkeleri (özellikle Mısır), hem de hareketin çizgisinin belirlendiği en ileri ülkeler olarak sürecin başını çekecektir.
Arap Devrimleri Siyasi İslam’ın Yenilgisine İşaret Ediyor
Gözlerden kaçırılmaması gereken bir diğer nokta da Arap ülkelerindeki isyanların kapitalizmin büyük krizinden bağımsız ele alınamayacağıdır. Tüm Ortadoğu’da on milyonlarca gencin iyi bir gelecek kurabilecekleri düzgün bir işe sahip olma umudu yok. Çalışan genç emekçiler, ucuz emek cennetinin derbeder neferleri olmak durumundalar. Bunu da bulamayan bunalımlı işsiz yığınlar kentlerde birikmiş durumda. Hayat pahalılığı emekçilerin belini büküyor. Üstelik emekçiler için ızdırap olan bu sömürü sisteminin efendileri, çürümüş rejimleri, yolsuzlukları ve lüks yaşamlarıyla, otoriter polis devleti uygulamaları ile keyif çatmaktaydılar. Bütün bunlar Arap isyanlarının temel temalarıydı ve isyanların özünde sınıfsal meseleler olduğunu gösteriyor. Nitekim hem Tunus’ta, hem de Mısır’da örgütlü işçi hareketi, diktatörlerin devrilmesinde belirleyici oldu. Diktatörlerin devrilmesinin ardından iki ülkede de iktidara gelen Müslüman Kardeşler, kitle hareketi tarafından hedef alındığında sendikalar ve örgütlü işçi hareketi, yine belirleyici roller üstlenmekteler. Mısır’da gençlik hareketi ve örgütlü işçi sınıfı, hareketin başını çekerken Tunus’ta muhalefet bayrağını sendikalar taşıyor.
İsyan dalgasının başından beri en zayıf noktası, ideolojik- programatik ve örgütsel açılardan net olmamasıydı. Baskıcı burjuva diktatörlükleri altında gençlerin ve emekçilerin gelişmiş örgütsel biçimler yaratamamaları gayet doğaldır. Ama bu durumun ciddi zaafiyetler yarattığı da bir gerçek. Uzun süreç boyunca biriken toplumsal enerji, kendisini patlamalı şekilde ortaya koyduğunda kitleler “sosyal adalet” ve “özgürlük” sloganlarının altının nasıl doldurulacağı sorunuyla yüzyüze geldiler. Mübarek’ten sonra askeri cuntayla, askeri cuntadan sonra da Müslüman Kardeşler ile savaştılar ve savaşıyorlar. Ana slogan “devrimi tamamlamak”, ama bu tamamlanıştan ne anlaşıldığı ve bu tamamlanışa nasıl gidileceği koca bir muamma durumunda. Emperyalist kapitalist sistemden kopuş olmadan sosyal adalet ve özgürlüğün havada kalacağı gerçeği, giderek daha fazla sayıda genç emekçi tarafından hisssediliyor. Bu unsurlar hareketin en ileri bileşeni durumundalar ve hareketi ileri doğru çeken asıl güç bu unsurlardan oluşuyor. Bu çerçevede aslında kendi kafaları da karışık olan küçük sosyalist oluşumlar güçlenmekteler. Öyleki sokak hareketinde yabana atılmayacak bir güce sahipler. Kitle hareketinin ana gövdesi, el yordamıyla, karşılarına çıkan burjuva-emperyalist güç odaklarıyla hesaplaşıyorlar ve bir bütün olarak sola doğru kayıyor.
Devrimi tamamlamanın devrimi süreklileştirmekten geçtiğinin farkına varan, bu çerçevede örgütlenen emekçi-gençlik kesimlerinin güçlenmesi ve giderek sosyalist devrim ile işçi iktidarı perspektifini özümsemesi, bu bakımdan hayati öneme sahip. Ne de olsa milyonlarca insan, hedefin ve bu hedefe ulaşmak için yapılması gerekenlerin belirsiz olduğu bir ortamda uzun süre boyunca teyakkuz halinde bulunamaz. Belirsizlik durumu kitle hareketini belirli bir saatten sonra yavaş yavaş yormaya başlayacaktır.
Diğer taraftan kitle hareketi, ani ve uzun erimli bir yavaşlama içerisine girse bile (en kötü senaryo) bu saatten sonra bir takım eşikler geçilmiş, bazı tarihsel eğilimler vaka halini almıştır. Bunlardan ilki Mısır ve Tunus’ta yeni bir gençlik kuşağınin politik eylemlerde can verecek kadar radikalleştiği ve burjuva güçlerin en esaslısı Müslüman Kardeşler ile ölümüne kavga edecek kadar net bir tutum takındığıdır. Bu, Mısır ile Tunus’ta (dünyadaki genel eğilimin öncüsü olarak) yeni bir eylemci kuşağın tarih sahnesine çıktığının bir ifadesidir. Batı yanlısı laik liberallerin bu toplumlarda etkilerinin çok sınırlı olduğu hesaba katıldığında bu yeni kuşağın yüzünü sola çevirmesi, gelişimin normal sonucudur. Kısacacı 30-35 yıllık bir aradan sonra Ortadoğu’da ibre yeniden adım adım sola ve sosyalistlere dönmektedir. Bu yeni kuşak gelecekte Ortadoğu’daki dönüşümün başını çekmeye adaydır. İkinci tarihsel eğilimse siyasi İslam’ın gelecek kuşaklar açısından tüm çekiciliğini, prestijini, meşruiyetini yitirmekte olduğudur. Mısır ve Tunus’ta milyonların Müslüman Kardeşler’e karşı harekete geçmesi, bu sürecin zaten öteden beri işlemekte olduğunu kanıtlıyor. İran’dan sonra İslam aleminin diğer merkezi olan Mısır’da da siyasal İslam’ın tüm moral üstünlüğünü yitirmekte olduğunu söyleyebiliriz. Geriye kalan Taliban, El Kaide, Suudi Arabistan ve türevlerinin gelecek kuşaklar için bir çekiciliği olacağını kimse iddia edemez. Kapitalist sömürücü, baskıcı, emperyalizm işbirlikçisi, bağnaz… Siyasal İslam 30 yıldır sınanıyor, sonuç ortada…