Antonio Gramsci'nin Eylem ve Düşüncesi (II): Gramsci ve Fabrika Konseyleri Deneyimi- V. U. Arslan

Antonio Gramsci'nin Eylem ve Düşüncesi (II): Gramsci ve Fabrika Konseyleri Deneyimi- V. U. Arslan

Yazının birinci bölümü için tıklayın: ANTONİO GRAMSCİ’NİN EYLEM ve DÜŞÜNCESİ

Gramsci’nin Marksist bir teorisyen ve eylem adamı- lider olarak gelişmesinde belirleyici olan koşullar, kapitalizmin çöküşü ile emperyalist savaşlar ve devrimlerin kapısının aralandığı uluslararası iklimin ürünü iken, aynı zamanda İtalyan yerelliğinin belirleyiciliğini de taşır. İtalyan yerelliğinin göze çarpan ilk özelliği İtalya’da ulusal devletin ortaya çıkmasının tarihsel olarak geç bir sürece tekabül etmiş olması gelir. Üstelik, İtalya’nın tek bir devlet olarak birleşmesine verilen İtalyanca isimle Risergimento, aşağıdan halk kitlelerinin katılımı ile değil tepeden gerçekleşmiştir. Ayrıca, kuzey İtalya büyük oranda sanayileşmiş, modern sınıfsal ilişkilerin ve buna bağlı sınıf mücadelelerinin gelişmiş olduğu bir bölgeyken, İtalya’nın güneyi ve güneyle benzer sosyo-ekonomik özelliklere sahip adalar olan Sicilya ve Sardunya büyük oranda kırsal-geri bölgeler olarak kalmıştı, bunun neticesinde güneyde feodal ilişkilerin varlığını sürdürdüğü bir durumdan söz etmek gerekiyordu. Güney İtalya kırsalı hala İtalyanca konuşamıyordu, okuma yazma bilmeyenlerin oranı hala yarıdan fazlaydı, insanlar derin bir yoksulluk içerisinde bulunuyorlar, sıtma gibi yaygın bulaşıcı hastalıklarla boğuşuyorlardı. Kuzey İtalya’da gelişen kapitalistler ile hali vakti yerinde orta sınıflar gönençli bir yaşama sahipken kent proletaryası ve güney İtalya köylüleri için durum tam tersiydi. Bu özellikler, İtalyan liberal devlet aygıtının zayıflığında, egemen sınıflar arası ilişkilerde ve bunlara bağlı olarak genel anlamda sınıf mücadelesinin İtalya’da seyredeceği biçim açısından belirleyici olacaklardı.

Böylece, Gramsci’nin şekillendiği ulusal ve uluslararası tarihsel arka planın genel çerçevesine kısaca değinmiş olduk. Yazının ilerleyen bölümlerinde bu arka planın etkileri daha ayrıntılı biçimde ortaya konacaktır.

Gramsci’nin Çocukluk ve Gençlik Yılları 

Gramsci, 1981 yılında Sardunya adasında küçük bir kasaba olan Ales’te orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Sardunya, gelişkin kuzey İtalya’dan daha çok güney İtalya’yı andırıyor, geri üretim ve değişim ilişkileri ile belirlenen yoksul bir hayat sürüyordu. Muhtemelen çok küçük yaşta geçirdiği bir kaza, Gramsci’nin belkemiğinde kalıcı hasarlara yol açarak O’nun kambur ve aşırı derecede kısa boylu olmasına yol açtı. Orta düzeydeki bir kamu görevlisi olan babası yolsuzluk suçlaması ile tutuklanınca ailenin ekonomik durumu bozuldu ve Gramsci, on bir yaşında başarılı bir öğrenci olduğu okulundan ayrılmak zorunda kaldı. Okula dönebilmesi için babasının hapisten çıkması gerekecekti. Gramsci, 17 yaşına geldiğinde Sardunya’nın başkenti olan Caglari kentinde ağabeyinin yanında liseye başladı. Ağabeyi İtalyan Sosyalist Partisi’nin yerel birimine üye idi ve Gramsci’yi sosyalist politika doğrultusunda etkileyen de O olmuştu. Gramsci’nin politikleştiği bu ilk dönemlerde sosyalizmin enternasyonalist çizgisiyle Sardunyalı (Sard) milliyetçiliği arasında bocaladığı bir evre olmuştur. Gramsci’nin Sardunyacı eğilimlerden koparak enternasyonal sosyalizmi benimsemesinde üniversite yıllarının deneyimleri etkili olmuştur. Liseyi başarılı bir öğrenci olarak bitirdikten sonra Torino Üniversitesi’ne kayıt yaptıran Gramsci kısa zamanda bu kentin politik atmosferinin etkisinde kalacaktı. Sanayileşmiş kuzey İtalya kentlerinden birisi olan Torino’yu özel bir şehir yapan başını FİAT işçilerinin çektiği kent proletaryasının radikalizmi ile yoğun bir proleter devrimci atmosfere sahip olmasıydı. Ayrıca, Gramsci üniversite yıllarında sıkı bir okuma süreci ve her zaman sadık kalacağı entelektüel disiplinle Hegelci düşünür Benedetto Croce, İtalyan Marksizminin kurucularından Labriola ile Marks ve Engels’in yapıtlarını okudu (Fiori, G. Bir Devrimcinin Yaşamı: A.Gramsci). Teorik çalışmalarına paralel olarak Gramsci, Torino’da oldukça etkili olan İtalyan Sosyalist Partisi (İSP)’nin çekim merkezine girmekte gecikmedi ve partiye katıldıktan sonra bütün enerjisiyle politik faaliyetlere katıldı. Bu arada siyasal çalışmaların yoğunluğu nedeniyle 1915’te üniversiteden ayrıldı.

Emperyalist Savaş ve İtalyan Liberal Devletinin Çözülüşü

Artık, Gramsci’nin fiziksel sıkıntıları nedeniyle muaf tutulacağı emperyalist savaş, kendisini iyiden iyiye hissettiriyordu. İtalyan burjuvazisi için savaşın somutlaşan en önemli hedeflerinden biri, Trieste ve Trentino’nun elde edilmesiydi. Ne var ki İtalyan ordusunun çoğunluğunu oluşturan güney İtalya’nın genç yoksul köylüleri için bu hedef savaşta ölmek için hiç ama hiç cazip değildi. Kendilerinin olmayan bir savaşta oldukları çok açıktı. Cephe gerisinde de durum farklı değildi,  emperyalist savaş tüm şoven propagandaya rağmen, yaygın gıda kısıntısı ve yüksek fiyatlarla boğuşan emekçi sınıflar tarafından hiçbir zaman coşkuyla karşılanmadı. Grevler yasaklanırken işyerlerinde askeri disiplin uygulanıyordu. Emperyalist savaş, sınıflar arasındaki gerilimi tırmandırırken, İtalyan burjuva devlet aygıtının çelişkilerini de bir toplumsal krize doğru evriltiyordu.
Partinin emperyalist savaş karşısında takınılacak hayati önemdeki tavır anına gelindiğinde Gramsci bir yandan İSP içerisinde eğitim seminerleri veriyor, bir yandan da Avanti, II Grido del Poppolo gibi partinin yayın organlarında yazıları çıkıyordu. Bu süreçte adından söz ettirmeye başlamıştı. Gelgelelim İSP’nin emperyalist savaş karşısındaki tutumu yurtseverlik ile pasifizm arasında gidip geliyordu. Lenin’in devrimci yenilgicilik formülasyonu ile İSP’nin tutumu arasında bir paralellikten söz etmek mümkün değildi. Aksine İSP 2.Enternasyonal’in genel eğilimine uygun olarak devrimci bir tutum geliştirmemişti. Gramsci’nin de bilinçli politik faaliyetinin ilk yıllarında partinin genel çizgisinden farklı bir şekilde kendisini konumlandırmadığı görülür.
İSP, 2.Enternasyonal’in genel anlayışına uygun olarak farklı eğilimleri birarada barındıran bir kitle partisi konumundaydı. Genel olarak partide etkili 3 kanattan söz etmek mümkündü: Filippo Turati ve Claudio Trevves önderliğindeki parlamento grubu ile partiye bağlı oldukça güçlü bir sendika olan CGL’yi yöneten reformist kanat, partinin resmi liderliğini yapan Giacianto önderliğindeki aslında uzlaşmacı olan Maksimalist kanat ve Amadeo Bordiga önderliğindeki daha küçük olmakla birlikte parti gençliği içinde belirgin tesiri olan boykotçu- ultra solcu kanat. İtalya’da sınıf mücadelesi sertleştikçe bu kanatların aynı parti içerisinde kalması giderek zorlaşacak ve partinin temel meselelerde bile birbirleriyle uyumlu politikalar geliştirmesi zorlaşacaktır.
İtalya’nın savaşa girdiği Mayıs 1915’ten itibaren hızla gelişen savaş endüstrisi sanayi ordularının giderek daha da kalabalıklaşmasına yol açacaktı. Torino, Milano, Cenova üçgeninde sanayileşme zirvesine çıkacak endüstriyel şirketler sermayelerini birkaç yılda onlarca kat genişletirken, endüstriyel işçi sınıfının büyümesi de olağanüstü boyutlara erişiyordu. Örneğin, 1914’te 4300 olan FİAT işçilerinin sayısı 1918’e gelindiğinde 40 bine ulaşacaktı. 1919’a gelindiğinde savaş endüstrisinde çalışan işçilerin sayısı 900 bine ulaşacaktı. (aktaran M.Trudell,.isj, v.114,Statistics from Paul Corner, s19; Vera Zamagni, The Economic History of Italy 1870-1990 (Oxford, 1993), s225; and Giovanna Procacci, ‘Popular Protest’, s34.) Söz konusu fiziksel güç artışı ile endüstrinin savaş sırasında kazandığı özel önem, işçi sınıfının kendisine güveninin artmasına ve bununla paralel olarak da savaşın neden olduğu yoksunluklara karşı işçi mücadelelerinin artışına yol açıyordu.
Sınıf mücadelesinin genel çerçevesi, gıda maddelerindeki kısıtlamalar ve pahalılık ile cepheye sevkiyatlara karşı yapılan protestolar ile şekilleniyordu. Savaşın bedeli oldukça ağırdı, yaklaşık 5,5 milyon insan cephelere gönderilmişti, bunların 615 bini hayatını kaybedecekti Cepheden gelen asker mektupları emekçi halkı bizzat mücadeleye çağırıyordu. Kadın işçiler, cepheye gönderilme korkusu yaşamadıklarından mücadelede ön saflarda katılıyorlardı. 1917’de ilk genel grev dalgası Torino’da gıda kıtlığına karşı yapılan bir protestoda 2 kişinin öldürülmesine karşı başladı. İşçi sınıfının devrimci iktidar adayı olarak kendisini ilk defa gösterdiği 1917 Torino grev süreci boyunca kadın işçiler İtalyan “carabinerisi”ne (polis gücü) “Kardeşlerinizi vurmayın” çağrıları yapıyordu. Ne var ki grev dalgası çok sert şekilde bastırılacak 50’den fazla işçi katledilecekti.

Ekim Devrimi İtalya’da Sınıf Mücadelesini Etkilemeye Başlıyor

1917’de gerçekleşen bir olay vardı ki tüm dünyayı sarstığı gibi Gramsci’yi de derinden etkiledi. Çarın devrildiği, işçilerin ve köylülerin ayaklandığı ve başarılı olduğu, askerlerin ayaklanmaya katıldığı haberleri İtalya’yı tam da sınıf mücadelesinin yükseldiği bir evrede yakaladı ve etkisi muazzam oldu. Ekim Devrimi’nin ilham verdiği milyonlar ve özellikle başını Torinoluların çektiği kent proletaryası artık hayata daha farklı gözlerle bakmaya başlamışlardı. Gramsci için Ekim Devrimi’nin anlattığı başka şeyler daha vardı. Gramsci’nin Ekim Devrimi’nden çıkardığı en temel sonuç, 2.Enternasyonal’in tarihe şema ve aşamalarla bakan, kaba-mekanik materyalizm ve determinizmin iflas ettiğiydi. Bunu “Kapital’e Karşı Devrim” adlı makalesinde ifade etti ve burada 2.Enternasyonal’e hâkim olan pozitivizm ve teleolojik yorumları mahkûm etti. Yazısının ismi ilk bakışta kafa karıştırıcı gibi gelse de bunun bir açıklaması vardır. 2.Enternasyonal’e liderlik eden siyasi düşünce Marksizmin en baş temsilcileri olarak bilinmekte, Kautsky de Ortodoks Marksizmin üstadı olarak takdim edilmekteydi. Lenin bile 1914’e kadar Kautsky’i üstat olarak kabul etmekteydi. Lenin ya da Troçki, İtalyan solu için henüz yabancı isimlerdi. Dolayısıyla Gramsci yazısına verdiği “Kapital’e Karşı Devrim” ismini Ortodoks Marksizm’in babası olarak görülen Kautsky ve düşüncesine bir eleştiri olarak kasıtlı biçimde verdiğini düşünebiliriz. Zira, bu anlayış Rusya gibi İtalya’yı da tarihsel olarak ilk önce demokratik kapitalist gelişme aşamasını yaşamak zorunda olan ülkeler olarak tarifleyerek işçi iktidarı ve sosyalist devrimin bu ülkeler için gündemde olmadığını iddia ediyordu. Gramsci’ye göre Bolşevikler, tarihsel materyalizmin hiç de sanıldığı gibi katı olmadığını göstererek aslında bu kitabın yaşayan, içkin düşüncesini hayata geçirmişlerdi. (aktaran M.Yetiş, Gramsci Hapishane Defterleri, s.34)  Burada, bu düşünceler ile Troçki’nin formüle ettiği “sürekli devrim” kuramı arasındaki paralellikler dikkate çeker. Troçki, Rusya’da 2.Enternasyonal’in merkezi görüşlerine daha 1903 gibi erken bir tarihte karşı çıkarak ve hatta bu anlayıştan gerçek anlamında Nisan Tezleri ile 1917’de kopabilecek olan Bolşevik görüşten de daha açık bir formülasyon geliştirerek Rusya’da köylülerin desteği alan, sömürülen ve ezilen yığınların liderliğine geçecek olan proletaryanın iktidarı almak zorunda kalacağını öngörmüştü. Bu teorisini geliştirirken de eşitsiz bileşik gelişim diyalektik yasasını kendisine temel almıştı. Bu yasaya göre tarihsel gelişim farklı ülkeler ve coğrafyalarda eşitsizdir, yani bir yerde en modern fabrikalar, uçaklar vb’leri kullanımda iken bir başka yerde ilkel çağların yaşama biçimi hüküm sürebilir. Diğer taraftan tarihsel gelişim bileşiktir, geri bölgeler gelişmiş bölgelerin takip ettiği gelişim çizgisini aynen takip etmezler, bu bölgelerin kazanımları kendisini tüm bölgelere yayma eğilimindedir. Örneğin geri Çarlık Rusya’sı sanayileşmeye yüzlerce yıl sürecek olan manüfaktür vb. aşamaları geçerek değil doğrudan Batı Avrupa’nın en gelişkin üretim birimleri ile başlamıştır. Bu yasayı geliştirdiği teorilerinde etkili bir şekilde kullanan Gramsci, sürekli devrim teorisiyle kendisinin tutumu hakkında bir paralellik ilişkisi kurmayacaktır, tabii ki şunu eklemek gerekir ki Gramsci’nin faşizmin hapishanelerinde Troçki’nin kitaplarına özellikle ulaşmak isteyip ulaşamadığı bilinmektedir. Bir de Troçki konusundaki tutumunun ne kadarının Togliatti ve İKP tarafından sansürlendiğinin bugün için de muamma olduğunu eklemeliyiz. Burada vurgulanması gereken bir diğer nokta da 1925-26 gibi tarihlerde Troçki önderliğindeki Sol Muhalefet’e mesafeli hatta karşıt duran James P.Connon ya da Andreas Nin gibi tarihsel kişilerin olayların akışı sonrasında Troçkist hareketin en önemli figürleri haline geldikleridir. Yani, daha sonra Stalin’e karşı eleştirel tutumlar alan Gramsci’nin 20’lerin sonlarından itibaren beliren gelişmeler ışığında pekâlâ Troçki karşısındaki tavrının değişebileceği savunulabilir.

Fabrika Konseyleri Deneyimi 

Gramsci’nin, Ekim Devrimi’nden çıkardığı en büyük sonuçlardan birisi de onun Sovyet deneyiminin İtalya’da da uygulanabilir ve uygulanması gereken bir şey olduğu idi. Nitekim, 1919-20 yılları giderek artan sınıf radikalizminin bir ürünü olarak tarihe iki kızıl yıl (Biennio Rosso) olarak geçecek ve Gramsci kuzey İtalya’da ortaya çıkacak konsey hareketinin başında Ekim derslerini uygulamaya sokacaktı. 1919’da 1663 tane endüstri temelli grev yaşanırken bu sayı 1920’de bu sayı 1881’e çıkacaktı. Savaş sonrasında evlerine dönen silahlı eski askerlerin başını çektiği köylülerin toprak işgallerinde patlama yaşanıyordu. Biennio Rosso ve fabrika konseyleri, İtalyan emek hareketinin tarihi zirvesine işaret ediyordu. İSP’nin üye sayısı bu iki yılda 200 bine ulaşırken, partiye bağlı sendika konfederasyonu CGL’nin üye sayısı çeyrek milyondan 2 milyona fırlıyordu. (aktaran M.Trudell, Maurice Neufeld, Italy, School for Awakening Countries: the Italian Labour Movement in its Political, Social, and Economic Setting from 1800 to 1960 (New York, 1961), p547.)
Sovyet-konsey deneyimi Gramsci için her şeyden evvel işçi sınıfının yaratıcı eylemci gücünü ve sosyalist toplumun gelecekteki mimarı olarak tüm potansiyellerini ortaya koyuyordu. İşçi sınıfının müdahale yeteneğine duyduğu güven ve sempati Ekim Devrimi’nin bir ürünü olarak şekillenmişti. Burjuva demokrasisinden farklı olarak katılımcılığı ile niteliksel bir sıçramayı ifade edecek olan işçi demokrasisinin bel kemiği de fabrika konseyleri-sovyetler olacaktır. Ayrıca, Gramsci, yeni türden bir devletin, işçi devletinin siyasal biçiminin konseyler-sovyetler vasıtasıyla belirleneceğini Ekim Devrimi’nden öğrenmişti.
Gramsci savaş sonrası İtalya’nın Rusya’daki gibi radikal bir dönüşüme açık olduğu fikrinden yola çıkarak konsey hareketini Sovyet deneyiminin dersleri ışığında yeni bir toplumun habercisi olarak gördü. Mayıs 1919’da çıkarmaya başladığı L’Ordine Nuovo (Yeni Düzen) dergisi etrafında bu hedefe yönelik çalışmalara koyuldu ve giderek konsey hareketi içerisinde etkili olmaya başladı. Hatırlanması gereken Sovyet deneyiminin o sıralar Rusya ile sınırlı kalmadığı ve Almanya, Avusturya ve Macaristan’a yayıldığı idi.
Gramsci, işçi konseylerinde yeni toplumun nüvesini ve öncüsünü görüyordu. Konseyler bir yandan yeni bir iktidar organı işlevini üstlenirken diğer yandan eskiden kopuşu temsil ediyordu. “Fabrika konseyleri, bir işçi devletinde özyönetimin yolunu açacağından, İtalyan işçi sınıfı hesabına bu tarihsel deneyimlerin bir ilk adımı olmuştur… Yoldaşlar, bu sorunları fabrika meclislerinde tartışarak, hemen işe girişilmelidir. Bu tartışmalara çalışan kitlelerin tümü katılmalı ve onların deneyim ve belleklerinin ışığında, sorunların çözümüne katkıda bulunulmalıdır. Tüm fabrika meclislerinde, bu sorunlar üstüne, kapsamlı önergeler tartışılıp, oylanmalıdır: ve bu kongrelerde, sunulacak raporlar fabrika meclisi tartışmalarının, bütün çalışan kitlelerin somut hakikati arama konusunda sarf ettiği düşünsel emeğin damıtılmış halini temsil etmelidir. Torino Konseyler Kongresi o zaman ve ancak o zaman, en büyük tarihsel önemde bir olay olacaktır.” (A.Gramsci, Komünist Partiye Doğru, Belge Yay, s.62)Burjuva toplumun birer parçaları durumunda olan işçi sendikalarının ve İSP gibi partilerin yeni toplumun ve kopuşun ifadeleri olamayacağını görmüştü. Sendikaların, sistem içindeki doğal pozisyonu uzlaşmaya dayanmaları idi. Endüstriyel yasallık ile sözleşme ilişkisi de sendikal yaşamın bir parçasıdır. İşverenle işçinin birlikte var olmaları koşulu sendikaların varlık nedeni idi. Bu durumda sendikaların işçi dinamizmi ve radikalliğinde kaos ve dikbaşlılık görmeleri şaşırtıcı değildir. Nitekim, profesyonel sendikacılığın işçi sınıfının gündelik varoluş biçimlerine yabancılaşması, bunun bir makam-mevki haline dönüşmesi kaçınılmaz şekilde bürokratizm eğilimini beraberinde getirecektir. Dolayısıyla sınıfların ortadan kaldırılması hedefi ile sendikaların bu hedefin devrimci bir bileşeni olması arasında bariz bir çelişki mevcuttur. Hatta varlığını emek sermaye çelişkisindeki sözleşme ilişkisine ve genel uzlaşma mantığına borçlu olan sendikal bürokrasinin işçi sınıfının devrimci atılımının karşısında bizatihi reformist bir duvar örmesi şaşırtıcı olmamalıdır.

Fabrika Konseyleri Yeniliyor

İtalya fabrika konseyleri deneyimi dar bir bölgede sıkıştığı ölçüde yenilmeye mahkumdu. İSP içerisinde geniş bir çoğunluk konsey hareketine şüpheyle yaklaşıyordu. İSP’nin Turati önderliğindeki reformist kanadına bağlı olanlar işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi Genel Emek Federasyonu (CGL)’yi kontrol altında tutuyor ve konsey hareketinin etkisini baltalıyordu. Parti merkezi de konsey hareketine sıcak bakmıyordu, Bordiga önderliğindeki boykotçu kanat da sekterlikleri nedeniyle konsey hareketine şüpheyle yaklaşmaktaydı. Parti içinde de oldukça cılız kalan L’Ordine Nuovo grubunun üstelik kendisi de siyasal anlaşmazlıklar içerisindeydi. Bunun neticesinde yenilgi kaçınılmazlaşıyordu. Gramsci’nin ifadesi olan devrimci inisiyatifin böylelikle gücü yetmemiş oluyor ve bunun neticesinde İtalya tepe taklak faşizmin karanlığına yuvarlanıyordu.
Fabrika konseyleri hareketinin yenilgisi İtalya’da yeni bir sayfanın açılması anlamına geliyordu. Faşizmin yükselişe geçmesi bir yana İSP içerisindeki çelişkiler artık bölünmeye doğru evriliyordu. Komintern, böyle bir bölünmeyi reformistlerden kopuş bağlamında teşvik ediyor, daha doğrusu devrimcileri böyle bir ayrılığa davet ediyordu. Temmuz 1920 tarihli Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’na sunulan raporda İSP ve ona bağlı CGL konsey hareketine karşı düşmanca tavırlar içerisinde olmakla acı bir şekilde eleştiriliyordu, bu metin komünistlerin İSP’den ayrılması gerektiğinin sinyallerini veriyordu. Bu ayrılık Ocak 1921’de Livorno Kongresi’nde gerçekleşti. Gramsci, derhal yeni kurulan İtalya Komünist Partisi’ndeki yerini aldı.
1923’te İKP’nin önderliği Bordiga ve merkez komitesinin faşizm döneminde tutuklanmasından sonra partinin başına geçecekti. Partinin yeni döneme uygun olarak merkezi, disiplinli ve illegal şartlara uygun bir hüviyete bürünmesi için yoğun çaba içerisindeyken Kasım 1926’da Mussolini’nin faşist diktatörlüğü tarafından milletvekili dokunulmazlığı olmasına rağmen tutuklanıp hapse atıldı. Gramsci, yoldaşlarıyla birlikte yargılandığı davada özel olarak kurulmuş Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından 20 yıla mahkûm oldu.
Gramsci, fabrika konseylerinin yenilmesinin ardından devrimin yenilgi nedenlerinin araştırılması, iktidarın ele geçirilmesi yolunda yeni ve geçerli taktiklerin geliştirilmesi amacı ile başladığı çalışmalarına artık faşizmin zindanlarının en ağır koşullarında sürdürmek zorunda kalacaktır. Tutuklandığı sırada devam etmekte olduğu “Güney Sorunu Üzerine Kimi Gözlemler” başlıklı yazısını ve daha birçok yazıyı hapishanede devam ettirerek arkasında devrimci parti, taktik ve stratejiler, üst-yapı kurumları bunların birbirleri ile ilişkisi, tarihsel ve diyalektik materyalizm gibi konularda derin bir yazın bırakacaktı.

 

KATEGORİLER
ETİKETLER

Yorumlar

(0)