AKP’nin Tarım Politikası ya da Yiğit Kuru Soğana Muhtaç Olurken-Okan Çakan
Doğadan kopmuş günümüz şehir insanının çevresi teknolojinin en son mucizeleriyle çevrili. Akıllı telefonlar, bilgisayarlar, tabletler… Sadece çevremiz değil, zihnimiz de aynı teknoloji çağından doğan kavramlarla sarılı: endüstri 4.0, inovasyon, sanal zeka… Tüm bunların arasında tarım kelimesi kulağımıza anakronik geliyor. Köylülük ise geçen çağı çağrıştıran bir kavram bizim için. Yediğimiz meyve-sebzeyi hasat eden köylü ile onun gibi yüz milyonlarcasının çalıştığı tarım sektörünü pek fazla hatırlamıyoruz. Fakat marketlerde zeytin-peynir fiyatları bile elimizi yaktığında, etin tadını unuttuğumuzu fark ettiğimizde, soğanın fiyatı dolarla yarışa tutuştuğunda biz de tarım sektörünü hatırlıyor ve sorunları üzerine kafa yormaya başlıyoruz.
Tarım, her şeyden önce kapitalist ekonominin temel kalemlerinden birisi. Örneğin organik tarım ürünlerinin dünya ölçeğindeki pazarı 90 milyar dolar civarı. Tarım sektörünün hammaddesini sağladığı gıda sektörünün sırf Türkiye pazarı bile 60 milyar doları buluyor. Ülke nüfusunun %18’inin geçimini tarımdan sağladığı da düşünüldüğünde tarımın kapitalist toplumdaki yeri daha kolay hayal edilebilecektir.
Ayrıca tarım egemen sınıflar için sadece ekonomik bir kalem değil, son derece politik bir alandır da. Ezilen sınıflar yoğun çalışma saatlerine, düşük ücretlere, hatta eğitim ve sağlık gibi bir dizi temel ihtiyaca ulaşamamaya bile bir noktaya kadar tahammül edebilir. Ama etin tadını unutmaya başladılarsa, peynir lüks tüketim maddesi haline geldiyse, ekmeği alırken bile aile bütçesine bindireceği yükü hesaplamak zorunda kaldılarsa çanlar sistem için çalıyor demektir. Fransız İhtilalinde kitleler için bardağı taşıran son damlanın buğday fiyatlarındaki yükseliş olduğu bilinir. Hadi bu eski bir örnek. Peki, üzerinden daha on yıl geçmeyen Arap İsyanları ile ekmek fiyatının küresel çapta yükselmesi arasındaki ilişkiyi kim reddedebilir? Eğer kapitalizm çoktan dolan vadesini bir süre daha uzatmak istiyorsa ezilen sınıftan milyarlarca insanın karnını doyurmayı bir şekilde başarmak zorundadır.
Tarım Sektöründeki Tıkanma
Tarım sektörünün sorunları bir süredir Türkiye’nin gündeminde kendisine ciddi yer buluyor. Önce yükselen et fiyatları ve devletin fiyatları düşürmek için canlı hayvan ithal etmek zorunda kalmasıyla tarım ve hayvancılığın sorunları gündemimize girdi. Haziran ayında ise soğanın fiyatı bir önceki seneye göre %210, patatesin ise %100 arttı. Elbette gübreden mazota, mazottan tohuma kadar bütün girdileri ithalata dayanan bir sektördeki fiyat artışları doların son aylarda hızlı değerlenmesiyle beklenilmesi gereken bir durumdu. Ama halk türkülerinde bile yoksulluğun en son noktası olarak işlenen soğan fiyatlarındaki artış sektördeki tıkanıklığı gözlerden saklanamaz hale getirdi.
AKP’nin tarım politikaları yüzünü halka çarşı pazarda, market fiyatlarında gösterse de sektörün nereden nereye geldiğine dair daha net rakamlar da var elimizde. Mesela Türkiye’nin tahıl üretim alanı AKP döneminde 14,2 milyon hektardan 11,5 milyon hektara düştü. Buğday üretiminde kendi kendisine yeterliyken AKP döneminde buğday ithaline 11.3 milyar dolar ödendi. Hayvancılıkta ihracatçı konumdayken aynı dönemde canlı hayvan ithaline 3,4 milyar dolar ödendi. Ekim yapılan tarım alanları 2005 yılında 41,2 milyar iken, 2016 yılında 38,3 milyon hektara düştü. Belçika’nın toplam yüzölçümü kadar tarım alanı terk edildi.
Peki, ama tarım yazının girişinde bahsettiğimiz kadar önemli bir alansa burjuvazi için, AKP neden ihmal etti tarımı. Neden Marie Antoinette’i andırırcasına “soğan bulamıyorsanız kek yiyin” diyecek noktaya gelerek iktidarını tehlikeye attı? Ya da daha kötüsü ihmal etmedi de biz şu an AKP’nin yanlış tarım politikalarının meyvelerini mi yiyoruz? (ya da şu örnekte yiyemiyoruz)
AKP Döneminde Tarım
Bizimki gibi geç kapitalistleşmiş ülkelerin tarımda yaşadığı en büyük sorun tarım arazilerinin miras yoluyla bölünerek iyice küçülmüş, verimsiz üretim birimlerine dönüşmüş olmasıdır. Tarım; gerek teknoloji kullanımını yaygınlaştırmak, gerek maliyetleri düşürmek, gerekse daha rasyonel planlamalar yapabilmek için mümkün olduğunca büyük üretim birimlerine bölünmüş araziler ister. Tarım arazileri küçüldükçe tarımla teknolojiyi bütünleştirmek de zorlaşır, maliyetleri düşürmek de. Basit bir örnek verelim. Bir traktör beş birimlik bir araziyi sürebiliyor olsun. Siz bu araziyi beş ayrı üretim birimine böldüğünüzde bir traktörün yapabileceği iş için beş ayrı traktör kullanmak zorunda kalırsınız. Diğer tarım aletlerinden sulamaya, depolamadan ilaçlamaya pek çok alana genelleyebilirsiniz bu örneği.
Biz sosyalistler için bu çelişkinin aşılma yolu bellidir: Küçük köylüler kolektif üretimin daha verimli olduğuna ikna edilmeli, tarım köylülerin gönüllü katılımıyla oluşacak olan kooperatiflerce örgütlenmelidir. Uzun vadede ise bu kooperatifler; mülkiyeti tüm topluma ait, planlı ekonominin parçası olan kamu çiftliklerine dönüşmelidir. Kapitalist bir parti olan AKP ise dünyaya mülkiyet ilişkilerinin gözlükleriyle bakar. İktidara geldiğinde tarıma da bu gözlüklerle baktı ve sorunu tarım arazileri üzerinde çok fazla mülkiyet bulunması olarak tespit etti. O zaman yapılması gereken belliydi: Küçük üretici tasfiye edilmeli, tarım arazileri büyük üreticilerin mülkiyetinde yoğunlaşmalıydı. Tarım, kapitalistleşmeliydi.
AKP iktidara geldiğinde tarımda istihdam edilen nüfus % 35 idi. Bu oranın tarımsal istihdamın % 5 ila 10 arasında değiştiği emperyalist ülkelere kıyasla oldukça yüksek olduğu ortadaydı. AKP de tarımda istihdam edilen nüfusu emperyalist ülkeler seviyesine düşürmeyi stratejik hedef olarak önüne koydu. Fakat nüfusun % 30’unu kanun çıkararak ya da polis zoruyla şehre göçe ikna edemeyeceği ortadaydı. O da küçük üreticiyi desteksiz bırakarak, küçük üretimi sistematik olarak baltalamaya başladı.
İddiamızın spekülatif olduğunu düşünenler 2006 yılında çıkarılan “Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”a bakabilirler. Kanun, AKP’nin tarıma bakışını yansıtmada oldukça önemli bir veri. Bu kanun kendi varoluş amacını şöyle tanımlıyor:
“MADDE 1 – Bu Kanunun amacı; toprağın korunması, geliştirilmesi, tarım arazilerinin sınıflandırılması, asgari tarımsal arazi ve yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüklerinin belirlenmesi ve bölünmelerinin önlenmesi, tarımsal arazi ve yeter gelirli tarımsal arazilerin çevre öncelikli sürdürülebilir kalkınma ilkesine uygun olarak planlı kullanımını sağlayacak usul ve esasları belirlemektir.”
Yine aynı kanunun 7. Maddesinde şu ifadeler yer alıyor:
“Bakanlık, gerekli hâllerde asgari tarımsal arazi büyüklüğünün altındaki tarımsal arazileri toplulaştırabilir veya bu Kanun kapsamında değerlendirmek üzere kamulaştırabilir. Toplulaştırma uygulamalarında, tahsisli araziler asgari tarımsal arazi büyüklüğünün altındaki araziler ile birleştirilerek asgari büyüklükte yeni tarımsal araziler oluşturulabilir.”
Küçük Üreticinin Yaşam Damarı Tarım Desteklerinin Tasfiyesi
AKP öncesi hükümetlerin de tarım karnesi pek iç açıcı değildi. Ama onlar, dünya çapında neoliberal politikalar çerçevesinde yerel küçük tarımı bitirmeyi önüne koyan IMF ve Dünya Bankası programlarını uygulamak konusunda AKP kadar kararlı ve istikrarlı değillerdi. Krediler, doğrudan destekleme ve ürün taban fiyatları gibi yöntemlerle küçük üreticiyi üretimi devam ettirmeye teşvik ediyorlardı. AKP, küçük üreticiyi tasfiye politikası gereği bu desteklemeleri kimi zaman yasal olarak sonlandırdı, kimi zaman içini boşalttı, kimi zaman ise tarım kapitalistlerine destek olarak uyguladı.
1999 yılında IMF ile imzalanan anlaşmayı harfiyen uygulayan AKP, söz verildiği gibi köylüye ürün bazında desteği, ucuz krediyi, tarımdaki destek programlarını kaldırdı; tütün, şeker ve üzüm üretiminin azalması için gerekli adımları attı; Tekel ve şeker fabrikalarını özelleştirdi. 2002’de Dünya Bankası ile yapılan anlaşmada talep edilenlerin de hepsi yaşama geçirilerek tarım ve hayvancılık çökertildi: Tarımda destekleme politikalarına ve kredilere verilen sübvansiyonlara son verildi, arazi büyüklüğüne dayalı doğrudan gelir desteğine geçildi ve tarım sektörüne destek veren devlet kurumları büyük oranda kapatıldı.
2006 yılında çıkarılan bir kanuna göre gayri safi milli hasılanın (GSMH) yüzde birinin çiftçi desteğine ayrılması gerekiyordu. Pratikte ise ancak binde 5-6’sı çiftçi desteğine ayrılıyor. O da adil dağıtılmıyor, büyük üreticinin desteklenmesi için kullanılıyor. Yakın bir tarihin, 2015’in rakamlarına bakalım isterseniz:
2015 yılı GSMH 19 trilyon 535 milyar TL idi. Tarımsal destek en az 19,5 milyar olması gerekirken 11 milyar 644 milyon TL oldu, 8 milyar az ödendi. Çiftçilerin yüzde 55’i 1000 TL altında, yüzde 4’ü 10 bin TL üstünde destek aldı. Bu yüzde 4’lük kesim toplam desteğin yüzde 40’ını alıyor.
Küçük Üreticinin Tasfiyesi Tarımın Toptan Tasfiyesine Dönüştü
AKP’nin tarımsal nüfusu azaltma politikasının bir açıdan başarılı olduğunu söylemek mümkün. 2002 yılında yüzde 35 olan tarım istihdamı günümüzde yüzde 18’lere dek gerilemiş vaziyette. Önümüzdeki yıllarda daha da azalarak yüzde 15’in altına inmesi bekleniyor. Ürünleri para etmeyen, devlet desteğinden mahrum kalan küçük üretici kırsalda hayatta kalma şansını kaybedince tarlasını bırakarak metropollere göç etti. Türkiye burjuvazisi için ucuz iş gücü olma rolünü üslendi. Kimi durumda bir lokma ekmek için hayatını bile riske atmayı kabul etmek zorunda kaldı. (Soma’da ölen maden işçilerinin geçim kaynaklarını kaybettikleri için madende çalışmak zorunda kalmış çiftçiler olduğu hatırlanacaktır.)
Fakat AKP’nin tarımda yaşanmasını umduğu devrim yaşanmadı. Tarımda büyük üretimin oranı artsa da istenilen seviyeye gelemedi. Küçük üretim tasfiye edilmeye çalışılırken, süreç tarımın toptan tasfiyesine dönüştü. Tarihten de biliyoruz ki kırsal nüfusun doğasına tepeden inme yöntemlerle yapılmaya çalışılan bu kadar sert müdahaleler tarımsal üretimde uzun yıllara yayılan büyük düşüşlere yol açar.
Türkiye’de tarımın sorunları tarım arazilerinin bölünmüşlüğünden çok daha derin. Sektörün mazot, gübre, tohum, ilaç gibi tüm girdileri ithalata dayanıyor. Teknolojinin tarımda kullanımı sınırlı. Planlama kelimesi ise zaten AKP’nin neoliberal ekonomi sözlüğünde hiç yer almadı. AKP, geride kalan 16 yılda tüm bu sorunların çözümü için parmağını bile oynatmadı. Tarihsel olarak rantçı Türkiye kapitalizmi de sermayesini kârlılığı düşük tarım sektörüne yatırmak yerine küçük üreticiden boşalan tarım arazilerini enerji ve inşaat yatırımları için kullandı.
Yazının başlarında Belçika büyüklüğünde tarım arazisinin AKP döneminde terk edildiğini söylemiştik. Şimdi bu arazilere ne olduğunu anlamış bulunuyoruz. Birkaç çarpıcı örnekle konuyu daha da açıklığa kavuşturmak mümkün. Konya ovasını ilkokul zamanlarımızdan beri Türkiye’nin tarım ambarı olarak biliriz. Fakat TUİK verilerine göre AKP döneminde Konya’nın tarım arazilerinin % 27’si imara açıldı. Bu oran Adana’da %20 , Diyarbakır’da %24, Kars’ta %37. Manisa’nın Yırca köyünde yapılacak olan Termik Santral inşaatı için kesilen 6 bin zeytin ağacına AKP milletvekili Selçuk Özdağ’ın yorumu ise, tarım arazilerinin AKP döneminde ranta açılması konusunda en ciddi delil olarak duruyor karşımızda: “Kolin grubu 5 bin kişiye istihdam sağlayacak. Bu tür işler yapılırken ağaç kesilmesi zaman zaman olacak.”
Yeni Hal Yasası Sofradaki Yangına Çare mi?
Tarım ürünleri sofralarımıza tarladan çıktığı fiyatla ulaşmıyor. Tarladan tüccara, oradan hâl komisyoncusuna, oradan da marketlere ya da manavlara uğrayarak mutfağımıza giriyor. Bu yolculuğu sırasında da fiyatı iki, bazen üç kat artıyor. Aradaki fark ise tüccarın, hâl komisyoncusunun cebine giriyor. Zaten zar zor geçinen küçük üreticinin sırtına bir de aracıların sömürüsü biniyor. Ziraat odaları birliğinin 2017 yılına ait verilerine göre kuru soğanın tarladan çıkış fiyatıyla pazarda tüketiciye ulaştığı andaki fiyatı arasındaki fark % 600. Bu oran elmada % 310, lahanada % 206, maydanozda % 200… AKP, geçtiğimiz yıl gündeme sunduğu yeni hal yasası ile bu fiyat farkının kapanacağını iddia ediyor. Yeni yasa, hal sayısının azaltılmasını, hallerin belli başlı merkezlerde toplanmasını öngörüyor. Bu sayede kayıt dışı olarak piyasaya sürülen tarım ürünlerinin de kayıt altına alınacağını, bunun da fiyatlarda düşüşe yol açacağını iddia ediyor. Gerçekte ise amaçlanan, % 40’ları bulan kayıt dışı ticareti denetim altına alarak devletin de bu yağma düzeninden payını tam almasını sağlamak. Yoksa hallerin birkaç merkezde toplanmasıyla ne aracılar ortadan kalkacak, ne de üretici daha çok kazanacak.
Ne Yapmalı?
Tarım sorunu, diğer pek çok sorun gibi, bizimki gibi geç kapitalistleşmiş ülkelerin kronikleşmiş sorunlarındandır. Kapitalizm sınırları içinde nihai olarak çözülemezler. Tarımın ilkel yöntemlerle verimsiz şekilde yapılmaya devam etmesi ile neoliberal politikalar sonucunda emperyalist tekellerin hakimiyetine girmesi arasında salınmak, bizim seviyemizdeki kapitalist ülkelerin kaçınılmaz kaderidir. Türkiye tarımı AKP öncesinde de verimsiz ve dışa bağımlı idi. AKP ise çözüm olarak uyguladığı neoliberal rantçı politikalarla sorunu daha da ağırlaştırdı. Çözüm ise kapitalizme karşı örgütlü mücadeleden geçiyor. Ancak bu sayede tarım emperyalistlerin tahakkümünden kurtulabilir. Ancak bu sayede geleceğimiz olan tarım arazilerini burjuvazinin rantçı saldırısına karşı savunabiliriz. Ancak bu sayede köylü; tüccarın, tefecinin boyunduruğundan kurtulup kooperatifler üzerinden örgütlenerek ihtiyaç duyduğu her türlü tarım araç gerecine ve mali desteğe kavuşabilir, planlı üretimin nimetlerinden faydalanabilir. Kapitalizm, bırakın küresel çapta bir refah vadetmeyi, milyarlarca insanı doyurmaktan bile aciz. Gerçek anlamda açlık, dünyamızda kol geziyor. Tarım kapitalistleri ise bizim boş midelerimiz üzerinde yükselerek her geçen gün servetlerine servet katıyor. Eğer insanlığın dünya üzerinde bir geleceği olsun istiyorsak, tarımı kapitalizmden kurtarmak önümüzde yakıcı bir görev olarak duruyor.