AKP ve TÜSİAD – Güneş Gümüş

AKP ve TÜSİAD – Güneş Gümüş

16 Nisan referandumu, fiilen işleyen tek adam rejimine resmiyet kazandırdı. Böylece 15 Temmuz sonrasında Erdoğan’ın şahsında şekillenen yürütmenin özerkleşmesi taçlandırılmış oldu. Geçen sayıdaki yazımızda 15 Temmuz sonrasında yürütmenin aşırı özerkleşmesinin açıklamak için başvurulan Bonapartizm tespitini ele alarak böyle bir değerlendirmenin süreci karşılamadığını tartışmıştık. Tek adam rejiminin gelişim dinamiklerini ortaya koymayı hedefleyen yazı dizisinin bu bölümünde ise AKP ile büyük sermaye arasındaki ilişkiyi konu edinerek yürütmenin aşırı özerkleşmesinin nasıl mümkün olduğu sorusuna yanıt geliştirmeye başlayacağız.

İktidara İlk Adım

AKP, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Fazilet Partisi’nden çıkan ve Yenilikçiler olarak adlandırılan R.Tayyip Erdoğan öncülüğündeki kanat tarafından 2001 Ağustos’unda kurulmasından çok kısa bir süre sonra 15 yıl kesintisiz devam edecek iktidarına uzanmıştı. AKP’nin uzun yıllar sürecek iktidarına ilerleyişi, özel ulusal ve uluslararası koşullar çerçevesinde mümkün olmuştu. 2000’li yıllara gelindiğinde neoliberalizm Türkiye’de bir kriz içindeydi. 1990’lı yıllar boyunca Türkiye siyasal hayatının vazgeçilmez bir parçası olan koalisyon hükümetleri, hükümet ortaklarının farklı yönelimleri ya da aldıkları oyları koruma kaygıları adına yöneldikleri popülizm çerçevesinde neoliberal programın gereklerini yerine getirmek konusunda başarılı olmamıştı:

Önce askeri yönetim, ardından Özal iktidarıyla neoliberal küreselleşmeye eklemlenme yolunda hızlı bir giriş yapan Türkiye, 1990’larda hız kesmiştir. Gerek sık değişen iktidarların özelleştirme gibi kapsamlı işlevleri yerine getirememesi, gerekse Kürt sorununun askeri yöntemlerle çözülmesi konusundaki ısrarın Silahlı Kuvvetlerin rolünü ve önemini artırması ve bütün bunlara eşlik eden ekonomik krizler, devletin dönüşümü açısından 1990’ların kayıp yıllar olarak kalmasına yol açtı (Uzgel, 2010: 25).

1990’ların sonunda iyice belirginleşen neoliberalizm krizi, merkez sağ partileri de beraberinde dibe çekmiş; 2002 seçimleri Türkiye siyasi hayatını tümden değiştirmişti.

1990’ların sonuna gelindiğinde merkez sağ partilerin tabiri caizse yolun sonuna gelmeleri, AKP’nin yükselişinin geri planını oluşturan gelişmelerden biriydi. Bu durumun iki yönlü bir etkisi olmuştu. Birincisi; merkez sağın içine girmiş olduğu kriz hali, sağ seçmende yarattığı alternatifsizlik nedeniyle AKP’nin başarısında etkili olmuş; AKP, böylece, içinden çıktığı Fazilet Partisi’nin kemikleşmiş ciddi taban desteğinin yanına merkez sağ kitlenin desteğini de katmıştı. İkinci olarak siyasal sistemin tıkanmasının açıklık kazandığı bir konjonktürde neoliberal programın sadık bir uygulayıcısı olacağı güvencesini veren ve tek başına iktidar olmak için gerekli toplumsal desteği elde eden (%10 seçim barajı sayesinde) AKP, ulusal ve uluslararası sermaye açısından neoliberalizmin 1990’ların sonunda yaşadığı krize çözüm olarak tek alternatif olarak belirmişti. Bu temellerde AKP, 2002’de iktidara gelirken uluslararası bağlamda AB ve ABD’nin; içerde ise TÜSİAD’ın desteğini arkasına almıştı. Özellikle Avrupa Birliği’ne üyelik perspektifinin toplum çapında desteklendiği ilk iktidar döneminde Avrupa Birliği’nin siyasal ve ekonomik liberalizasyon programını uygulama iddiasındaki AKP’yi desteklemesi, bu partinin toplumsal meşruiyet kazanmasında etkili olmuştu.

AB’nin talep ettiği ekonomik liberalizasyon; neoliberal programın AB’nin popülaritesi altında yeniden yaşama geçirilmesine denk düşüyordu ki sermayenin hükümetlerden en büyük taleplerinden biri buydu. Siyasal liberalizasyon ise özünde askeri-sivil bürokrasinin iktidar üzerindeki etkisinin kırılması ve Kürt sorununda müzakereye dayanıyordu. Bu talepler, TÜSİAD’ın sivil-askeri bürokrasi ile mücadelesi için kritikti. AKP açısından ise bu yönde adımlar, tarihsel düşmanı olan Kemalist sivil-askeri bürokrasiyle hesaplaşmak ve ilerleyişinin önündeki en büyük engeli böylece bertaraf etmek için büyük bir fırsattı. “Demokrasi”, “insan hakları”, “askeri vesayet karşıtlığı” söylemleriyle yürüttüğü bu kavgasında AB, TÜSİAD, liberal aydınlar AKP’nin yolunu açacaktı.

Büyük sermaye ile AKP arasında AKP’nin iktidara ilerleme sürecinden başlayan destek ilişkisi, 15 yıl boyunca inişler çıkışlar yaşasa da önemli bir dönem boyunca genel olarak sürdü. Elbette bu desteğin içerik ve boyutu açısından sermayeyi bir bütün görmemek gerek. Örneğin, 2002’de Sakıp Sabancı AKP iktidarını ilk ve en candan selamlayan patronlardan birisi idi. Seçimlerin galibinin demokrasi olduğunu söyleyen S.Sabancı “Öyle hissediyorum ki, 2. Turgut Özal trenine yeniden biniyoruz. Kararlı, istikrarlı, güven veren, işsize iş verecek, bizi AB’ye götürecek yeni trene bineceğiz.” diyerek AKP’nin zaferinden memnuniyetini de ifade ediyordu.

Şimdilerde aldığı rantların şevkiyle AKP’nin patronlar cephesinde büyük destekçilerinden olan Zorlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Nazif Zorlu, “Halka saygı duymak lazım. Türkiye’ye hayırlı olmasını diliyorum. Şu ana kadar bölük pörçük koalisyonlar bir şey beceremediler. Tek partili bir iktidar Türkiye için daha iyi sonuçlar doğurabilir. Türkiye için iyi olacağını umuyorum.” sözleriyle çok daha ılımlı bir açıklama yapıyordu.

Eşi Ümit Boyner’in TÜSİAD başkanlığı döneminde Erdoğan ile çok kapışan Cem Boyner ise neoliberalizmin şaşmaz uygulayıcısı olacağına inandığı ve bir yandan da bunu şart koştuğu AKP’ye destek beyan ediyordu: “Biz YDH zamanında çok söylemiştik, merkezden bir itiraz çıkmazsa uçlardan bir itiraz merkezin yerine gelir. Türkiye iktidar partilerini silip süpürdü ve yerine yeni bir merkez inşa etti. Artık kimsenin AKP’ye uç, kenar, marjinal deme durumu yok. Yüzde 35 de AKP için büyük ve ağır bir sorumluluk. AKP, IMF programına aynen uyacağını taahhüt etti, AB ve liberalleşme konusunda, yabancı sermayeyi çekme ve Mali Milat’ın kaldırılması konusunda çok çaba sarfedecekler. Ekonomik konularda müthiş gaza basacaklar.”

Sadece tek tek büyük patronların değil, onların örgütünün AKP’ye yönelik desteği aşikardı. O dönemki TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan ve onun başkanlık yaptığı TÜSİAD heyeti, Avrupa ülkeleri yönetimleriyle görüşerek AKP’nin AB taraftarı olduğunu anlatıyor ve AKP’ye kefil oluyorlardı: “Durmadan karşılaştığımız soru AKP’nin nasıl bir parti olduğu, İslam’la ilgili düşünceleri. Biz laik bir parti olduğunu, Türkiye’nin laiklik çerçevesine sıkı sıkı sarıldığını anlatıyoruz. AKP’nin diğer Avrupa’lı ülkelerde olduğu gibi muhafazakâr demokrat bir parti olduğunu belirtiyoruz”

TÜSİAD, ülke yönetiminde mücadele içinde olduğu Kemalist sivil-askeri bürokrasinin adım adım bertaraf edildiği 2010 yılına kadar AKP ile çeşitli gündemler (artan otoriterlik, toplumun muhafazakarlaştırılması yönünde adımlar vb.) üzerinden atışsa da (kavga bile demesi mümkün olmayan ürkek atışmaların ötesine hiç geçilemedi desek abartmış olmayız) AKP’ye desteğini eksik etmedi. Elbette tarihsel rakibi sivil-askeri bürokrasinin AKP sayesinde alt edilmesi azımsanmayacak bir kazançtı. AKP’nin büyük sermaye açısından artısı bununla da sınırlı değildi. AKP, Özal dönemine taş çıkarır şekilde 15 yıllık iktidarı boyunca neoliberal programın en saldırgan uygulayıcısı oldu. İşçi haklarına yönelik en ağır saldırılar bu dönemde hayata geçirildi. 2002’de 15 bin olan kamu ve özel sektörde çalışan taşeron işçilerinin sayısı 2 milyona dayandı. Modern köle pazarları olan özel istihdam bürolarına izin verildi ve onlara modern köleler sağlayacak kiralık işçilik yasası çıkarıldı. Emeklilik yaşı 65’e kadar yükseltildi. En büyük çapta özelleştirmelerin yapıldığı bu dönemde sendikalaşmaya da büyük darbe vurulmuş oldu. Şimdilerde ise en büyük saldırılardan biri; kıdem tazminatının fiilen kaldırılması için harekete geçiliyor. AKP döneminde işçi haklarına yönelik saldırılar saymakla bitmez. Patronlara bundan daha büyük bir kıyak olabilir miydi; elbette hayır! AKP, güçlendikçe, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel hedeflerinden farklı bir yönelime doğru kaysa da iktidarının başında olduğu gibi bugün de katıksız burjuva bir programa sahip.

AKP, neoliberal programın azgın bir uygulayıcısı olarak büyük patronlar açısından nimet oldu. Ama AKP’nin sermayeye hizmetleri bunlarla sınırlı değil. Her daim devletten aktarılan kaynaklarla semirmiş (ve de bu kaynakların başını tutan sivil-askeri bürokrasiye tabi olmuş) Türkiye büyük sermayesi, AKP döneminde de çeşitli şekillerde kendisine sunulan kamu kaynaklarından büyük çapta yararlandı. Tarihin en büyük özelleştirmelerine imza atan AKP, yaratılan kamu birikimlerini sermayeye aktardı. Özelleştirmeler sağlık, eğitim, elektrik, su gibi kamu hizmetlerini metalaştırarak da sermayeye yeni kar kapıları açtı. Satış hacimlerine göre Türkiye’nin en büyük 500 şirketini belirleyen Fortune 500 Türkiye 2016 listesinin ilk 15’inin 4’ünü özelleştirilen kurumlar oluşturuyor (Tüpraş: Koç, Petrol Ofisi: önce Doğan – sonra OMV, Türk Telekom: Oger, Ereğli Demir Çelik: OYAK). İstanbul Sanayi Odası’nın hazırladığı, 2015 tarihli Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu listesinin bir numarası olan ve 2015 yılında yaklaşık 36 milyar liralık net satış yapan Tüpraş’ı özelleştirme sonucunda alan Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili Ali Koç, boşuna, “Hükümetimiz bizlere Cumhuriyet tarihinin en önemli programlarını, teşviklerini yetiştiriyor. Hiçbir dönemde sanayicilere bu imkânlar sunulmamıştı” diyerek AKP’ye teşekkürlerini sunmadı. Tüpraş, 2016 yılında, tek başına Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşunun yarattığı toplam katma değerinin yaklaşık %20’sini gerçekleştirdi.

AKP’nin sermayeye kaynak aktarımı özelleştirmelerle sınırlı değil; yollar, köprüler, HES’ler, mega projeler üzerinden kamu kaynakları sermayeye sunulmuş olunuyor. Büyük sermaye cephesinde AKP’nin rant dağıtımından faydalanma eşit şekilde gerçekleşmiyor; inşaata dayalı bir büyüme modeli üzerinden ilerleyen AKP iktidarından en çok nemalananlar özelleştirme ile önde gelen işletmeleri kapatanlar kadar inşaat sektöründe faaliyet gösterenler oluyor. Bu nedenle büyük sermaye cephesinde inşaatçılığa kayanlar sayısı oldukça fazla. Örneğin Anadolu Grubu’nun Anadolu Gayrimenkul’u; Boyner Holding’in Altınyıldız Gayrimenkul’u; Ülker’in Sağlam Gayrimenkul’u AKP iktidarı döneminde gelişen inşaat sektöründen pay kapmak için kuruldu.

AKP, inşaata dökülen kamu kaynaklarıyla Ahmet Çalık, Fettah Tamince, Albayraklar, Remzi Gür, Torunlar, Simpaş, Kiler gibi daha küçük çapta kendi organik sermayedarlarını yaratsa da sanayiden inşaatçılığa kayan büyük sermayedarlar da parsayı topluyor. Mustafa Sönmez, Doğuş, Dinçkök ailesi (Akmerkez), Akfen, Yeşil, Nurol, Alarko ve Narin (Martı) gibi grupların geçmişte sanayici kimlikleriyle tanınan şirketlerinin şimdi inşaat sektöründe yerlerini aldığını söylüyor. Büyük sermaye cephesinde AKP’nin ballı kamu ihalelerinde en çok yaralananlar; onun en önde gelen destekçileri de oluyor. Mesela bakınız Alarko Holding (İshak Alaton) ve Doğuş Holding (Ferit Şahenk). Sahip olduğu medya organlarından NTV yayın yönetmeninin “Zaten hükümet yanlısı yayın yapıyoruz, artık neredeyse babam bile izlemiyor bizi. Sadece tarafsız görünmeye çalışıyoruz. Tarafsız görünmemiz sizin daha çok işinize yarar. N’olur bunu anlayın.” diyerek biraz olsun tarafsız yayın yapmak için Cumhurbaşkanı basın danışmanı Akif Beki’ye yalvardığı Doğuş Holding; AKP iktidarı boyunca özelleştirilen araç muayene istasyonları (yıllık cirosu 750 milyon dolar), Galataport (702 milyon dolar değerinde), Üsküdar-Çekmeköy Metrosu, Konya Mavi Tüneli; Artvin, Boyabat, Aslancık HES ve Tekfen İnşaat ile birlikte Ankara-İzmir Hızlı Tren Projesi’nin Afyonkarahisar-Uşak kesimi ile Afyonkarahisar direkt geçişi altyapı inşaatı işleri (879 milyon lira bedelle) gibi ihaleleri alarak 2005’teki 3-4 milyar dolarlık zenginliği 2016’ya gelindiğinde ikiye katlanarak 7-8 milyar dolara çıkardı. 2010 referandumu sırasında iki kere evet dediğini açıklayan ve “Türkiye bugün yeni bir atılımın eşiğinde… Bu referandum, bu gelişmeye muhteşem bir ivme verdi.” diyerek referandumdan hayır çıkarsa sanayici için kaos ortamı oluşacaktır diyecek kadar ileri giden İshak Alaton’un Alarko Holdingi ise 15 yılda Havaray, Meram Elektrik Dağıtım, Ankara – İstanbul hızlı tren hattı, havaalanları inşaatları, Adana raylı taşıma sistemi inşaatı, birçok metro inşaatı, HES’ler, Bakü-Ceyhan Petrol Hattı Projesi ve Kıbrıs Suyu projesi gibi kamu ihaleleriyle zenginliğine zenginlik kattı. Alarko Holding’in internet sitesinde projeler bölümü incelendiğinde İshak Alaton’un AKP sevgisine şaşırmamak gerektiği açıkça görülüyor.

İşler Hep İyi Gitmiyor!

Tarihsel rakipler olan Kemalist sivil-askeri bürokrasiyi alt eden, neoliberalizmin şaşmaz bir uygulayıcısı ve sermaye için kamu kaynaklarını kullanıma açan AKP, elbette iktidarının başından itibaren uzun bir dönem boyunca TÜSİAD’dan büyük destek gördü. AKP, özellikle sivil-askeri bürokrasinin son kalanlarını da etkisizleştirdikten ve dolayısıyla iktidarının gücü önündeki asıl engelleri temizledikten sonra artan otoriterleşmesiyle birlikte üyesi tek tek sermayedarların tavırlarından bağımsız olarak TÜSİAD’ın kurumsal desteği ortadan kalkmaya başladı. TÜSİAD, AKP iktidarının ilk günlerinden beri çeşitli eleştiriler geliştirmiş; zaman zaman ipler gerilmişti. Ancak AKP güçlendikçe bu eleştiriler daha korkakça olmaya, eleştirilerin arkasında daha az durulmaya başlandı.

2003’te TÜSİAD Başkanı olan Tuncay Özilhan, hükümetin Kıbrıs sorununda tavrı nedeniyle AB yolunun tıkandığı ifade ederek AKP’ye sert ifadelerle yüklenmişti: “ABD ile ilişkinizi onarılması güç noktaya getirirseniz, AB ile ilişkileri çıkmaza sokarak dünyadan da tecrit olursanız, kalan seçenek nedir? Otoriter bir Ortadoğu ülkesi olmak mı? Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü seçerek AB yolunu tıkadık… Bunun dünyadan tecrit anlamına geleceğini bile bile bu yola girdik. Biz Türkiye’nin geleceğine yatırım yaptık. Dünyadan koparılmasına izin vermeyiz.” Erdoğan, o zaman bu eleştirelere “talihsiz” demekle yetinmek durumunda kalıyordu.

Özilhan’dan sonra TÜSİAD Başkanlığı yapan Ömer Sabancı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde İstanbul’da eyleme katılan kadınların polis tarafından yerlerde sürüklenmesine ve MB Başkanlığına ataması sürecinde “bal gibi atarım, istediğimi getiririm” anlayışı için “yanlış” dediğinde Erdoğan bugünlere göre yumuşak bir üslupla TÜSİAD Başkanı’nı “nezaketsizlik”le suçlamıştı. Erdoğan, bütün TÜSİAD’ı karşısına almamak adına “tüzel kişilik olarak TÜSİAD ile sorunumuz yok, TÜSİAD camiasının içindekilerle de bir sorunumuz olmasını istemiyoruz” açıklamasında bulunmuştu.

Oysa ki bütün ipleri aldığı 2010’lardan sonra TÜSİAD’ın kurumsal temsilcisi olan yönetim kurulu başkanlarından gelen açıklamalara karşı hem çok sertti, hem de randevu vermeme, davetlerine katılmama gibi yaptırımlara başvuruyordu.

2010-2013 arasında TÜSİAD Başkanı olan Ümit Boyner, artık Erdoğan’ın daha güçlü olduğu bir dönemde eğitim sistemine dair ideolojik bir değişiklik girişimi olan 4+4+4 sistemine dair eleştiri yaptığında Erdoğan’ın “kendi ayağına kurşun sıkıyor” şeklindeki tehditvari ifadeleriyle karşı karşıya kalmıştı. “TÜSİAD Başkanlığı ateşten gömlek” diye tanımlayan Boyner, “Yeni yönetimin Allah yardımcısı olsun” ifadeleriyle iktidar karşısında zayıflıklarını ortaya koymuştu. 2012’de Ahmet Hakan benzer bir tespitle bu dönemde Türkiye’deki en tehlikeli pozisyonun TÜSİAD başkanlığı olduğunu yazıp şöyle devam ediyordu: “TÜSİAD’a başkan bulmakta acayip zorlanılıyor… Devler bırakın TÜSİAD Başkanlığı görevini üstlenmeyi, TÜSİAD’ın kendisinden bile kaçıyor… Ümit Boyner’in maruz kaldığı cümleleri gören, işiten işadamları ve işkadınları ‘Aman benden uzak olsun’ diye uzuyor.”

17-25 Aralık dönemi ve Gezi isyanı döneminde TÜSİAD Başkanı olan Muharrem Yılmaz, “Hukukun üstünlüğüne riayet edilmeyen, yargı mekanizması AB normlarında çalışmayan, düzenleyici kurumlarının bağımsızlığına gölge düşen, vergi cezaları veya başka türlü cezalarla şirketlerinin üzerinde baskı kurulan, ihale yasası onlarca kez değiştirilen böyle bir ülkeye yabancı sermayenin gelmesi mümkün değildir” diye açıklama yaptığında Erdoğan daha da sertleşerek vatan hainliği suçlanmasına yönelmişti. “Biz bu makamlara TÜSİAD’la gelmedik, TÜSİAD’a rağmen geldik” diyen Erdoğan, Yılmaz’a randevu da vermemiş; bu gelişmeler üzerine Yılmaz başka bir bahane öne sürerek TÜSİAD yıpranmasın diye başkanlıktan istifa etmişti (ki bu istifa TÜİSAD tarihinde bir ilk olmuştu). Yılmaz sonrasında 2014-2015 tarihleri arasında TÜSİAD Başkanı olan Haluk Dinçer’in “Muhattabımız Cumhurbaşkanı değil Başbakan” açıklamasından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Madem biz muhatap değiliz, bundan sonraki davetlerine katılmayız” diyerek TÜSİAD’a karşı tavır almıştı. Haluk Dinçer de TÜSİAD başkanlığı için yeni dönemde aday olmamıştı.

AKP, TÜSİAD üyesi sermayedarların gerektiğinde eleştiri seslerini keserek hizaya sokmak için kullandığı en önemli araçları vergi cezası ve ihalelerde önlerinin kesilmesi idi. 2009 yılında, AKP’ye yönelik eleştiriler yapan Doğan Grubu için hesaplanan vergi aslı ve cezalarının toplamı yaklaşık 6,5 milyar lirayı (zamanının 3 milyar dolar’ı) buldu. Cezalandırmanın büyüklüğünü anlatmak için 2009 yılında Türkiye bütçesi gelirlerinin 215 milyar lira olduğunu belirtelim.

Gezi direnişine yönelik polis saldırısında Taksim’deki Divan Otellerinin kapılarını eylemcilere açan Koç Grubu’nun üç büyük enerji şirketine, Erdoğan’ın “Teröre destek veren ve otelini eylemcilere açanlar bunun hesabını verecek” sözlerinin ardından maliye baskınları yaşanmış; şirket hisseleri borsada 5 milyar TL değer kaybetmesinin yanında Yapı Kredi Bankasına yaklaşık 130 milyon liralık, Tofaş’a da 67,5 milyon liralık vergi cezası kesilmişti. Koç Grubu’na yönelik bir başka yaptırım da kazandıkları 1 milyar 150 milyon Euro’luk kamuya ait MİLGEM savaş gemisi ihalesinin Başbakanlık tarafından iptal edilmesi olmuştu.

Geri Adımlar Hep TÜSİAD’dan

AKP/Erdoğan güçlendikçe TÜSİAD’ın kaypaklığı daha da arttı ve belirginleşti. İktidardan tokat yiyenler, genel olarak, ilk geri adımı atarak iktidarla arayı iyi tutmanın yoluna bakanlar oldular. Örneğin Erdoğan tarafından vatan hainliğiyle suçlanan, randevu verilmeyen, TÜSİAD Başkanlığını bırakmak zorunda kalan Muharrem Yılmaz; Sütaş fabrikasının açılışına Erdoğan’ı davet edip konuşmasını ayakta alkışlamıştı.

2014 yılındaki TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısında 28 Şubat sürecinden, Gezi eylemlerine, 17 ve 25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarından Gülen Cemaati ve Bank Asya tartışmalarına birçok konuda TÜSİAD üyelerini hedef alan bir konuşma yapan Erdoğan salonda alkışlarla karşılanmıştı. Konuşmayı nasıl bulduklarını soran Yeni Şafak gazetesinde Erdoğan’ın isim vermeden yüklendiği Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer “muhteşem” yanıtı verirken Gezi eylemlerindeki tavrı nedeniyle Erdoğan tarafından hedef alınan Koç Holding’in Onursal Başkanı Rahmi Koç “Çok olumluydu, beğendim” ifadelerini kullanmıştı. Vergi cezalarıyla sindirilen Doğan Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ ise Erdoğan’ın sözlerinden “zenginleşme mücadelesinde ortak hareket etme çağrısı” mesajını aldığını söylemişti.

Sırtına vergi sopası indirilen Doğan Grubu, 1 Kasım sonrasında geri adım atarak AKP/Erdoğan ile uzlaşma yoluna girmiş; medya grubundan muhalif sesleri temizleyerek Abdülkadir Selvi’ye kapılarını açmıştı. Hatta Erdoğan’ın Brookings Enstitüsü’nde konuşma yapması için araya girenin Arzuhan Doğan Yalçındağ olduğu söylenmişti. 16 Nisan referandumunda Hayır diyeceğini açıktan beyan eden medya çalışanları da işten çıkarılmıştı.

Yine Gezi direnişindeki tavrı nedeniyle vergi cezaları, ihale iptalleriyle karşılaşan Koç grubunun başındaki Ali Koç; 2015’teki “çocuklarımızın geleceğinden endişe duyuyorum” sözlerinin aksine ABD’de Obama’dan randevu almak için kıvranan Erdoğan’a, AKP’yi ülke tarihi boyunca sermayeye en büyük desteği veren hükümet olarak niteleyerek destek vermişti.

Açıkça eleştiri ve taraf almayı bir kenara bırakalım; 2010’dan sonraki dönemde TÜSİAD üyesi patronlar, giderek, AKP’nin dayatmaları karşısında bile kem küm ederek sıyrılmaya baktılar. Örneğin TÜSİAD, 2010 referandumu için açık destek (yani “evet”ten yana tavrını) beyan etmediğinde Erdoğan’ın “TÜSİAD kendini çek etsin. Bitaraf olan bertaraf olur. Senin paran varsa benim milletim var” şekilde saldırılarına maruz kaldığında ancak “talihsiz” bir açıklama diyebilmişti.

Yine Başkanlık tartışmalarının arttığı 2015 yılında konu hakkında fikirleri sorulan Eczacıbaşı öyle ortacı bir açıklama yapmıştı ki ertesi gün gazeteler kendi duruşuna göre Eczacıbaşını başkanlık destekçisi ya da karşıtı olarak haberleştirmişlerdi: “Bu konu kişilerden bağımsız tartışılmalı. Cumhurbaşkanı da tercihini bu yönde belirtti. ‘Benimle ilgili bir konu değildir’ dedi. Önemli olan demokrasinin güvence altına alınmasıdır. Denetim ve denge mekanizmaları en sağlam biçimde yerinde olmalıdır. Parlamenter sistemin çok başarılı olmadığı da bir gerçek. Örneğin seçim barajı ve hukuk sistemi gibi… Parlamenter sistemin eksiksiz pürüzsüz bir ortam sağlayamadığını bugünkü koşullarda görüyoruz. O nedenle demokrasinin temele oturduğu yeni bir sistem düşünülebilir.”

TÜSİAD içindeki en az geri adım atanlardan TÜSİAD eski başkanı Ümit Boyner, 16 Nisan’daki anayasa değişikliğine karşı olduğunu üstü kapalı ve yumuşak şekilde ifade edebilmişti: “Referandum meşru yol ama tek başına yeterli değil. “Çoğunluğu buldum, referandum kararı aldım” demek sorunu çözmez. Partiler arasındaki mesafe bu denli açılmışken bir değişikliği zorlamak siyasi tansiyonu yükseltebilir. Kapsamlı anayasa paketlerinde, parlamentoda uzlaşma tercih edilmeli.”

2015-2017 döneminde TÜSİAD Başkanı olan Cansen Başaran Symes ise “OHAL’in bir an önce kaldırılmasını, ülkenin Meclisi’nin yeniden görevini yapmaya odaklanmasını ve Kanun Hükmünde Kararnameli yönetimin sonuna gelinmesini bekliyoruz” şeklinde açıklama yapsa da kurumsal olarak TÜSİAD ve üyesi patronlar, OHAL’i kalıcılaştıracak ve tehlikeli şekilde bütün yetkiyi Erdoğan’ın elinde toplayacak başkanlık rejimine açıktan bir karşı çıkış göstermediler. Sübliminal mesajlarla (!) tavrını hissettiren TÜSİAD’ın Başkan Yardımcısı Sedat Şükrü Ünlütürk, 1 Aralık 2016 tarihinde Ankara’da eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de AB ile ilgili kaygılarını dile getirdiği bir toplantıda “Türkiye yol ayrımında… Ya kaos, ya hukuk” gibi ifadeler kullanmıştı.

Sonuç Olarak

AKP ile büyük sermaye arasındaki ilişkiyi anlamak için en iyi rehber Troçki’nin sürekli devrim tezi olacaktır. Tarih sahnesine geç çıkmış bir burjuvazinin güdüklüğünden, kaypaklığından, kendi sınıf çıkarlarını korumaktan acizliğinden bahseden Troçki açısından Türkiye büyük sermayesi (ve onun örgütü TÜSİAD) iyi bir örnek olacaktır. Zayıf gördüğü iktidarlar karşısında aslan kesilebilen TÜSİAD, uzun yıllar boyunca iktidarın asıl sahibi olan sivil-askeri bürokrasi karşısında boyun eğmişti. Örneğin 1997’de TÜSİAD’ın Prof. Dr Bülent Tanör’e hazırlattığı “Demokratikleşme Perspektifleri Raporu” Kürt sorunundaki önerileri ve “Genelkurmay Başkanı Milli Savunma Bakanı’na bağlansın, MGK kaldırılsın” ifadeleri nedeniyle Genelkurmay’ın tepkisini çekince kaypakça rapora sahip çıkılmayarak 1996 faaliyet raporundan bile çıkarılmıştı. Üstüne TÜSİAD’a üye patronlar da tepki göstermişti. TÜSİAD şimdi de çok güçlenmiş Erdoğan/AKP karşısında aynı sinikliğe devam etmektedir. Düşünün AKP iktidarı döneminde TÜSİAD tarihindeki ilkler yaşanmakta; randevu verilmeyen, hedef tahtasına oturtulan bir başkan istifa etmek zorunda kalmakta. Onun yerine gelen Haluk Dinçer ise 7 aylık deneyiminden sonra başkanlığa devam etmek istememekte.

TÜSİAD’ın 12 Ocak 2017’deki son genel kurulunda “ağırlıklı” bir başkan bile çıkarılamadı. Ahmet Hakan’ın sözlerindeki gibi ağır toplar Saray’la karşı karşıya gelme korkusuyla geri durmayı tercih ediyorlar. Artık birçok ismin TÜSİAD başkanı olmak için yarıştığı günlerden başkan olması için birilerine ikna turları yapılan zamanlara gelindi.

TÜSİAD’ın AKP karşısındaki çaresizliğinin arka planında geç gelişen kapitalist ülke burjuvazisinin toplum ve siyasal yaşam üzerindeki hegemonyasının zayıflığı bulunmaktadır. 1990’lar boyunca iyi kötü dayanılan merkez sağ partiler 2000’lerde yolun sonuna gelmişti. Ki o zaman bile Cem Boyner kendi partisini kurarak siyaseti burjuva temellerde ilerletme gereği duymuştu (başarılı olamasa da). Merkez sağ iflas ettiğinde AKP’den başka bir seçenek kalmadı. Türkiye büyük sermayesi ile AKP arasında iktidarın başlangıcından sonra 2010’lara kadar devam eden destek ilişkisi Erdoğan/AKP’nin giderek güçlenmesi ve iktidar yetkileri daha çok kendinde toplamasıyla sarsılmaya başladı. İktidarı boyunca AKP yoldan çıkmaya başlayınca başka siyasal alternatifler (Gül ve çevresi ya da CHP üzerinden) zorlanmadı değil. Ancak başarısız olunca üstü kapalı, sinik eleştirilerin ötesine geçilemedi. Hatta AKP/Erdoğan’ın gücü arttıkça iktidarla arayı iyi tutmanın, uzlaşmanın yollarına bakıldı.

Türkiye’nin AB üyeliği hedefinin terk edilmesi, liberal parlamenter demokrasi yolundan sapılması ve burjuva hukuk düzeninin yerle yeksan edilmesi karşısında bile ses çıkaramayan TÜSİAD bir yandan güçsüz ve çaresiz, diğer yandan çıkarcı ve kaypak olduğunu defalarca ispatlamıştır. TÜSİAD’ın çok büyük bölümü, Türkiye’nin Ortadoğulu otoriter bir muz cumhuriyetine dönüşünü izleyen ve bundan çıkar sağlayan bir profil sergilemiştir. Diğer az sayıdaki grup ise sadece ve sadece çaresizdir.

TÜSİAD’ın yekpare bir bütün olmadığını belirttik. TÜSİAD içinde azımsanmayacak kadar patron AKP’nin açtığı kamu kaynakları çeşmesinin başını tuttuğundan AKP/Erdoğan’dan çok memnunlar. Örneğin 16 Nisan referandumundan sonra Yaşar Holding Yönetim Kurulu Başkanı Selim Yaşar, “‘Evet doğru karar veren Türk halkına şükranlar’”; “En yüksek Hayır Karşıyaka’dan YH (Yaşar Holding) düşünüyorum ve Ankara ile ters düşmemek için sponsorluğu yeniden gözden geçirmek gerekli” şeklinde açıklamalar yaparak yalakalıkta sınır tanımıyordu. AKP’ye oldukça yakın Doğuş, Alarko, Akfen, Ülker, Torunlar, Zorlu, Limak, Çalık, Kibar, Demirören gibi holdinglerin; Erdoğan’a danışmanlık yapan Cüneyt Zapsu gibi isimlerin de TÜSİAD üyesi olduğu akıldan çıkarılmamalı.

KATEGORİLER
ETİKETLER