Kapitalizm ve Kentler

Fikret Seyhan – 20.07.2012
Dün iki katlıydı,
Bugün üç katlı,
Derken,
Dört katlı, beş katlı, altı katlı
Yükseliyor efendim yükseliyor,
Memleket yükseliyor.
Melih Cevdet Anday’ın Apartman şiiri bugün gözümüzün önünde canlanıyor.
“Doğal afet meydana gelen bölgelerde gerek görüldüğü takdirde konut ve sosyal donatıları, altyapıları ile birlikte inşaa etmek, teşvik etmek ve desteklemek” le yükümlü, ancak son olarak Samsun’da 11 kişinin apartmanın bodrum katını basan sel sularında boğulmasıyla kendisi başlı başına bir doğal afet kaynağı olan TOKİ bulduğu her yaşam alanının üzerine beton atmaya devam ediyor. Her gün gökyüzünü bir başka noktadan delen devasa gökdelenler, köprüler, alışveriş merkezleri, çürük apartmanlar, hidroelektrik santraller vs. çarpık bir modernleşme anlayışının ürünü olarak yükselmeye, dört yanımızı saran silueti karanlığa dönüştürmeye devam ediyor.
Peki, gerçekten memleket yükseliyor mu dersiniz?
Dünyadan Kent Manzaraları
Bilindiği gibi son yılların pratiği bize şunu söylüyor. Kentlerin her yanını saran beton yığınları gelişmenin değil, aksine karanlık bir dönemece yakınlaştığımızın habercisi. ABD’de, İspanya’da ve genel olarak krizle boğuşan ülkelerde krizin çıkış dinamiklerinden birisinin “Mortgage Krizi” adı verilen süreç olduğunu unutmamak gerek. Piyasanın çarklarını döndürmek için, ihtiyacın çok çok üzerinde yapılan konutlar en sonunda birer hayalet yuvaları haline gelmişti. Sahipleri kredi borçlarını ödeyememiş ve sonunda patlak vermek için ufak bir bahaneye ihtiyacı olan kapitalist krizin yolunu açmıştı. Sonuç on binlerce evsiz.
Dünyada evsizlikle ilgili veriler hiç de iç açıcı değil. Wall Street Journal gazetesi 2011 yılında sadece New York kentindeki evsiz sayısının bir yıl içerisinde 2,648’den 3,262’ye çıktığını açıklarken; rakamsal verilerine bu konuda daha fazla güvenebileceğimiz Coalition for the Homeless adlı sivil toplum kuruluşu gerçek evsiz sayısının 41,200 olduğunu ileri sürdü. ABD genelinde yaklaşık 2 milyon insan ya evsizlikle boğuşuyor ya da ev olarak adlandırılamayacak kadar kötü koşullarda yaşamaya mahkûm bırakılıyor. Ev diye adlandırılamayacak kadar kötü koşullar sakın meselenin ağırlığını hafifletmesin gözümüzde. Birçok kentte evsizler kolektif çadır kent kolonilerinde barınıyor. En büyük çadır kent Florida eyaletinde ve yaklaşık 300 kişi kalıyor. Bu çadır kentlerden birinde kalan 23 yaşındaki Alana Gehringer “Battaniyelerimiz, başımızı koyduğumuz yastığımız rutubetten kapkara küfle kaplanıyor.” İfadesiyle yaşadıkları sorunların sadece çok ufak bir boyutuna temas ediyor (International Press Medya, 14 Şubat 2012). Çadır kent organizatörlerinden Brian Durance’de  ”Örneğin dün gece bir telefon aldık; evsiz sığınağında yer olmadığı için altı kişinin dışarıda kaldığını söylediler. Bizim bir yer bulabileceğimiz umuyorlar. Her akşam böyle 9-10 kez aranıyoruz.” Sözleriyle çadır kentlere süren insan akını hakkında bizi aydınlatıyor.
Krizin bir diğer uğrağı olan Avrupa’da da durum farklı değil. Krizi en derin yaşayan ülke olan Yunanistan’da evsizlerin sayısı son iki yılda % 25 oranında artarak 20,000’i geçti. Evsizler, yoksullar her gün kendileri için dağıtılan yardımlarla karınlarını doyurabiliyorlar. Krizin ardından işsiz kalan Hristo durumunu şöyle anlatıyor: “Sağda solda, arkadaşlarımda kalıyorum. Arkadaşlarım da işsiz. Yardımsever insanlar sayesinde hayatımızı sürdürüyoruz. Artık iş aramıyorum çünkü iş yok, iş bulmak çok zor.” (Sabah,25 Ocak 2012).
Güney Amerika’da geçtiğimiz dönemlerde zenginlerle yoksulların yaşadığı bölgeler birbirlerinden yüksek duvarlarla çevrilmişti. Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te 3 metre yüksekliğinde, 1.5 kilometre uzunluğunda;  Rio de Jenario’da 3.5 metre yüksekliğinde; Meksika’nın başkenti Mexico City’de 3 metre yüksekliğinde dikilen utanç duvarları kapitalizmin yarattığı sosyal adaletsizliği gözlerden kaçırmaya çalışıyor.
Batı cephesinde durum böyle. Peki ya doğu?
Çin’deki rejim de ülkenin güneyinde yer alan Guangzhou şehrinde artık köprü altlarında yaşayan insanlarla baş edemeyeceğini anlayınca çözümü dâhiyane bir fikir de buluverdi: Köprü altlarına ucu sivri piramit şeklinde bloklar koymak. Böylece köprü altları steril bölgeler haline getirilecek. Benzeri bir şekilde ABD’de birçok şehirde (ışıltılı dünyasıyla kumar merkezi Las Vegas bu yasağın öncülüğünü yaptı.) evsizlerin kent merkezlerinde birikmesinin önüne geçebilmek amacıyla onlara yiyecek verilmesine yasak getirdi. Dünyanın inşaat sektörüne en fazla yatırım yapan ülkelerinde durum böyle.
Türkiye’de Durum
Türkiye’de evsizlik giderek artan bir problem. Araştırmalara göre İstanbul’da 7-10 bin arası, Türkiye genelinde de 70,000 evsiz bulunuyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2011 yılının Ocak ve Mart ayları arasında 2187 kişinin Tevfik Aydeniz Spor Salonu’nda kaldığını açıklamıştı. Bu konuda verilen birçok istatistik gerçeği yansıtmaktan uzak bulunuyor.
Meselenin trajik içeriği zaten rakamsal verileri kat be kat aşıyor. 11 Ocak 2011’de Şişli’de sokakta yaşayan Faruk Bağlar adlı bir kişi soğuktan donarak ölür. Ve bir başkası daha… “Açık hava oteli”ni paylaşanların çektiği sıkıntılar buradan okunabilir:www.ntvmsnbc.com/id/25049586/
Ancak bizi ilgilendiren kısım bunun da ötesinde. Her gün bir yenisi açıklanan çılgın kanal projeleri, boğaz köprüleri, devasa camiler, gökdelenler bir yandan gelişimin habercisi olarak parlatılırken, kentler esasında sermayenin dizginsiz yağma hırsına teslim ediliyor. Üstelik milyonlarca insanın canı pahasına. Doğanın en ufak bir kıpırdanışında milyonlarca kişi ölümle burun buruna yaşadığı gerçeğiyle yüz yüze kalıyor.
Kentsel Dönüşüm Yasası’nın geçmesinin ardından memleketin üstüne beton atma hevesini her fırsatta dışa vuran eski TOKİ Başkanı, şimdinin Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar müjdeliyor: “20 milyon binamız var. Ve bunun 6,5 milyonu diri fay hatları üzerinde, yani riskli bölgede. Sadece deprem olarak da değil, sel, toprak kayması, çığ, yangın gibi riskleri de değerlendiriyoruz.” . Samsun’da dere yatağına yapılan evlerin bodrum katını basan sel sularında 9 kişinin ölümü bu sözlere karşı acı bir yalanlama olarak duruyor.
Sermaye içinse bu anlayış bulunmaz bir nimet. İnşaat sektöründe açılan alanı iktidarın desteğini de arkasına alarak iyi kullanan ve hızla zenginleşen Ali Ağaoğlu gelecek dönemde kentsel dönüşümle kentleri yeniden kurmanın en hevesli isimlerinden biri. Ama Ali Ağaoğlu’nun olduğu yerde insanlık başka felaket aramamalı:  “Boğaz’ın iki yakası kum deposuydu. Eski takalar denizden kumu alır, kamyona yükler inşaatlara giderdi. O çürük binaları ben dâhil, herkes yaptı, çünkü malzeme yoktu.” sözleriyle bunun nedenini kendisi gayet öz bir şekilde açıklıyor.
Sermayenin karının yanı sıra AKP iktidarı açısından da kentlerin beton bloklarla doldurulması önemli bir propaganda kaynağı. Seçimlerden önce ortaya atılan Kanal İstanbul projesinin ekmeğini seçim döneminde Tayyip Erdoğan’ın az yemediğini söylemek gerek. Bir de tabiî ki duble yol meselesi var. Van Depremi’yle öğrendik ki; normalde afet zamanları için emekçilerin bütçesinden kesilen vergiler, AKP’nin propagandasının temel malzemelerinden olan duble yollar için harcanmış! Van’lı depremzedeler ise uzun süre devletten en ufak bir yardım görememişlerdi.
Kentsel dönüşüm uygulamaları hızla sürdürülürken, güdülen bir başka amaçta varsa kent merkezlerini kuşatmış gecekonduların yıkılması ve yoksul halkın kent dışına sürülmesidir. Böylelikle arazi değeri yüksek olan yerler sermayeye rant alanı olarak açılması planlanıyor. Tayyip Erdoğan daha Nisan 2006’da 1. Konut Kurultayı’nda “Şehirlerimizi bir ur gibi saran gecekondu düzenini ortadan kaldırmak bizim en büyük idealimizdi, şimdi bunu başarıyoruz.” sözleriyle sürecin işaretini vermişti. Erdoğan’ın ilan ettiği bu yıkım sürecinin yaratacağı tablo şu: “Her büyük kentte, işçi sınıfının üst üste yığıldığı bir ya da daha çok kenar mahalle var. Doğrudur, yoksulluk çoğu zaman zenginlerin saraylarına yakın arka sokaklarda oturur; ama genelde, ona ayrı bir toprak parçası ayrılmıştır; orada o, mutlu sınıfların gözünden uzakta, yapabildiği ölçüde ayakta kalmaya çabalar durur.” (Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu)
Tabi ki, özellikle İstanbul örneğini ele aldığımızda bu sürecin maddi rant dışındaki anlamını da, yani ideolojik olarak nereye denk düştüğüne de bakmak gerekiyor. Seçim döneminde İstanbul’a bir İstanbul daha eklemeyi amaçlayan çılgın projeyi ifade etmiştik. Benzeri bir amaç İstanbul’un kentleşme açısından daha bakir, orman açısından daha zengin kuzey bölgelerini de hızlı bir kentleşmeye sürükleyecek üçüncü boğaz köprüsü için de söyleyebiliriz. Ancak son dönemde ortaya atılan Çamlıca Tepesi’ne dünyanın en büyük camisinin yapılması planı AKP eliyle inşa edilen yeni rejimin bu yeni döneme dair bir sembol arayışını ifade etmektedir. İstanbul’un her yerinden görülebileceği söylenen caminin AKP’nin İstanbul’a attığı bir imza olarak düşünmek yanlış olmayacaktır. Yine benzeri bir süreci kentin merkezi yerlerinde tarihsel ve kültürel yapılara dönük saldırganlıkta görmek mümkün. Örneğin Taksim’deki Emek Sineması, yine Taksim’i yayalaştırma adı altında aktarılan insansızlaştırma projesi, İstiklal’in göbeğinde tam bir ucube olarak nitelendirilmeyi hak eden Demirören AVM örnekleri artık İstanbul’un geçmişten gelen görkeminin de sermayenin açgözlülüğü karşısında tutunamayacağını göstermektedir. Elbette İstanbul örneği bir nevi bütün Türkiye’de yürüyen sürecin eksiksiz bir ayna tuttuğu açısından önemli.
Bütün bu sürecin en trajik yanıysa emekçi sınıfların bu süreçte oynadıkları rol. Hatırlanacağı üzere İstanbul’un en büyük AVM’sinin inşa edilmek istendiği Esenyurt’ta geçtiğimiz aylar 11 işçi çadırın tutuşması sonucu yanarak ölmüştü. Yine geçtiğimiz günlerde metrobüs köprüsünün inşasında bir işçi vinçten düşen beton bloğun altında can vermişti. Bunlara sayısız örnek eklemek mümkün. Kapitalizmin aç gözlülüğünü kimlerin ödediğinin en açık kanıtı da bu süreçte iş güvenliği adına her şeyin göz ardı edildiği alanlarda çalışan işçilerin katledilmesidir.
Türkiye’de gündemde en çok tutunan konulardan birisinin bu kentsel dönüşüm projeleri olması şaşırtıcı değil. Çünkü sermaye açısından kolay bir para kazanma yolu ve iştah açıcı bir rant yatıyor. Sermaye kazanırken, alt sınıfların yaşamlarındaki sefalet artıyor, evsizlik oranları yükseliyor. Bir yanda insansız evler yükselirken, sokaklarda evsiz insanların sayısının artması kapitalizmin yarattığı birikimin emekçi sınıfların yoksulluğu pahasına gerçekleştiğini yeterince kanıtlamıyor mu? Veya İstanbul’da aylar boyunca denizi bile göremeden yaşayan insanların var olması neyi gösteriyor?
Engels bu konuyu esasında daha 1800’lerde dile getirmişti: “Londra için geçerli olan, Manchester, Birmingham, Leeds için bütün büyük kentler için geçerli. Her yerde bir yanda barbarca bir kayıtsızlık, katı bir bencillik, öte yandan adı konmamış bir sefalet, her yerde toplumsal bir savaş; herkesin evi bir çembere alınmışlık içinde; her yerde yasa koruması altında karşılıklı yağmalama ve bütün bunlar öylesine utanmazca, öylesine açıktan ki, kendisini burada apaçık ortaya koyan toplumsal durumun sonuçlarından insan ürküyor ve bu çılgın dokunun hala bir arada durabilmesinden hayrete düşüyor.” (İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu)
Siz burada Londra’nın yerine İstanbul’u, diğer şehirlerin yerine de Ankara, İzmir, Bursa, Adana ve diğerlerini koyun. Karşınıza eksiksiz bir Türkiye tablosu çıkacaktır.
KATEGORİLER
ETİKETLER