
Türkiye Nasıl Kalkınır? – Davud Caner B.
- Giriş – Yüzyıllık Bir Kalkınma Hayali
Türkiye’de “kalkınma” sözcüğü, cumhuriyetle yaşıt bir ağırlıkla siyasal ve ekonomik gündemin tam ortasında duruyor. Planlı kalkınma dönemlerinden neoliberal serbestleştirmeye, ağırlıklı olarak batıda esen rüzgarların paralelinde, bazen fikirsel etkilerle bazen de zor yoluyla manevralar yapılan ama sonuç olarak arzulanan noktanın çok uzağında kalan bir tablo ile karşı karşıyayız. Kimi zaman bu kelimeyle özdeşleştirilen devasa altyapı projeleri yapıldı, kimi zaman ihracat patlaması beklendi. Ama ortada olan şu; on yıllardır tekrarlanan bu kalkınma iddialarının hiçbiri, emekçiler için anlamlı bir dönüşüm yaratmadı.
Bugün yaşadığımız derin ekonomik krizden çıkış için ortada ne iktidarın ne de muhalefet unsurlarının kayda değer bir yol programı olmadığı ortada. Toplumun ezici çoğunluğu krizi ve yoksullaşmayı derinden hissederken, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz dün sevinçle Türkiye ekonomisinin 19 çeyrektir (yani 4,5 yıldır) kesintisiz büyüdüğünü müjdeliyordu. Ona inanırsak Türkiye’de ekonomik kriz yok diyebilir miyiz?
Burjuva iktisadın ana akım tanımlamasına göre bir ekonomi iki çeyrek üst üste küçülürse bu bir resesyon (durgunluk), eğer dört çeyrek üst üste küçülürse bu depresyon (kriz) olarak adlandırılır. Bu tanımlamayı Türkiye’nin gelişmekte olan bir ülke olarak konumlanması nedeniyle %3 veya %4 seviyesinin altındaki büyüme oranlarıyla da yapabileceğimize dair yorumlar olmakla birlikte, bu tartışmaya sizleri boğmadan devam edeceğiz. Zira daha önceki enflasyon yazımızda değindiğimiz gibi; bu düzende kriz, ekranlara düşmeden önce çoktan başlamıştır. Kriz, ekranlara düşmeden önce market raflarına düşer. Yani emekçiler makroekonomik rakamlar krizin varlığını ortaya koymadan çok önce gelmekte olanı mutfaklarındaki yangınla hissetmeye başlarlar.
İktidarın ekonomik kriz ifadesini kullanmaktan uzun süredir kaçınmasını bir yana bırakırsak, krizden çıkış için genel olarak bir ekonomiyi soğutma planı olduğu -yani bir şok tedavisi arzusu olduğu- TCMB yöneticileri, Mehmet Şimşek ve hatta Erdoğan tarafından son dönemlerde dile getirildiği ortada. 2023 genel seçimlerinin kazanılmasından sonra seçim ekonomisine uzun süre ihtiyaç duyulmayacağı hissiyatıyla ekonominin yönü bir kemer sıkma evresine doğru çevrilmeye çalışıldı. Plan basitti; faizler yükselecek, kredi muslukları kapanacak, iç talep yavaşlayacak, döviz kuru kontrol altına alınacak ve enflasyon düşecekti. Bir sonraki seçime kadar sabır gösteren halk (veya onların gözünde reaya veya tebaa) seçimin yaklaşmasıyla gevşeyecek musluklarla yeniden tüketebilecek ve mutlu olacaktı. Ne güzel bir plan değil mi?
Ne bir kalkınma ne de yeni bir ekonomik yapılanmadan eser olmayan bu program, açılan kredi musluklarıyla büyük çaplı tüketim yapabilenlerin toplumun bir azınlığı olduğu; bu azınlığın ise talep daralması gibi bir derdinin olmadığı, ürettiği talep beslenme ve temel ihtiyaçlardan fazlası olamayan on milyonlarca yurttaşın varlığı gibi çırılçıplak gerçeklere toslamış durumda. Bu içinden çıkılamaz gerçekliğin getirdiği iktidarı ve nemalanılan devasa zenginliği kaybetme korkusu ise İmamoğlu’nun tutuklanması ve Türkiye’nin rotasını artık seçimlerin bile yapılamayacağı bir karanlık tünel sapılması gibi sonuçlara doğru direksiyonun kırılmasını da beraberinde getirdi. Türkiye halkı artık ekonomik ve siyasi krizin içinde patinaj çeken bir rejimin deli gömleğini yırtmak ve arzularındaki sadece ekonomik olarak zenginleşen değil aynı zamanda sosyal olarak kalkınan bir düzenin parçası olmak istiyor. Fakat bu noktada sorulması gereken iki temel soru var: Gerçekten kalkınabilir miyiz? Ve bizi kim kalkındıracak?”
- Türkiye’de Üretim Araçlarının Durumu
2.a Tarım – Çekilmiş, Dağılmış, Terk Edilmiş
Türkiye’de tarım, ne iktidarların kalkınma planlarında ne de sermayenin yatırım hayallerinde yer bulabilmiştir. Bu alan yıllardır yalnızca kendi kaderine değil, aynı zamanda sermayenin ilgisizliğine terk edilmiştir. Oysa tarım sadece gıda üretimi değil; istihdam, teknoloji ve toprak politikaları üzerinden kalkınmanın vazgeçilmez bir parçası olmak zorundaydı.
Bugün kırsal nüfus yalnızca azalmış değil, üretim sürecinden de çekilmiştir. Aşağıdaki veriler, bu kopuşun nasıl ilerlediğini gösteriyor; 1930’da nüfusun %75,8’i kırsalda yaşıyordu. Bu oran 2025 itibarıyla %7’ye düşmüş durumda.
Yıl | Kent Nüfusu (%) | Kır Nüfusu (%) |
1930 | 24,20% | 75,80% |
1950 | 25,00% | 75,00% |
1970 | 38,00% | 62,00% |
1990 | 59,00% | 41,00% |
2010 | 76,30% | 23,70% |
2025 | 93,00% | 7,00% |
Not: 2012’de büyükşehir yasası yürürlüğe girdi. | Tablo 2.a.1 |
Bu dramatik çözülme, yalnızca köyden kente göçle açıklanamaz. Toprak artık aileler için bir geçim kapısı değil; bir ek gelir ihtimali ya da terk edilmiş bir miras haline geldi. Giderek daha az insan toprağa emek veriyor, toprağın kendisi de atıl bırakılıyor.
Bunun arkasında yatan temel nedenlerden biri üretim ölçeğidir. Türkiye’de toprak çok sayıda üreticiye dağılmış ama verimliliği sağlayacak büyüklükte değildir; çiftçilerin %80’den fazlası 5 hektarın altında araziye sahiptir. En büyük arazilere sahip %3’lük kesim, toplam tarım arazisinin %42’sini kullanmaktadır.
Arazi Büyüklüğü (hektar) | Toplama Oran (%) | Arazi Payı (%) |
0–1 | 34,1 | 6,6 |
1–5 | 46,6 | 22,5 |
5–20 | 15,9 | 28,7 |
20+ | 3,4 | 42,2 |
Toplam | 100 | 100 |
TÜİK 2016 | Tablo 2.a.2 |
Bu yapı, makineleşmeyi ve teknik gelişmeyi neredeyse imkânsız hale getiriyor. Küçük üreticiler çoğunlukta ama bu çoğunluk verimsiz, örgütsüz ve kırılgan. Sonuç: yüksek maliyetler, düşmeyen fiyatlar ve artan dışa bağımlılık.
Köylü üretiyor ama ürününü pazara ulaştıramıyor. Çünkü üretim zincirinin son halkasında hâlâ aracı var. Aracılar fiyatları belirliyor, çiftçinin emeği ise baskılanıyor. Tarımda sömürü, doğrudan değil dolaylı ama o kadar sistematik ki artık doğal sayılıyor.
Egemen sınıflar için bu tablo bir kriz değil. Sermaye açısından tarım, rant üretmeyen bir angarya. Türkiye burjuvazisi ne üretimle ne de kırla ilgileniyor. Onların kalkınma tahayyülünde toprak yok. Bu nedenle Türkiye, tarım kapitalizmini bile inşa edemedi. Sanayiyle entegre olmuş, teknikle gelişmiş bir tarım modeli hiç olmadı. Tek “başarı” ise: ucuz, güvencesiz ve örgütsüz mevsimlik tarım işçiliği oldu.
Ve bu “başarı”nın sınırlarını da şu tablo net biçimde gösteriyor:
Ülke/Bölge | Ortalama (hektar) | Kaynak |
ABD | 187 | USDA, 2022 |
Fransa | 69 | Agreste, 2020 |
Almanya | 61 | EC Europa, 2024 |
Hollanda | 32 | EC Europa, 2024 |
AB Ortalaması | 17 | Eurostat, 2020 |
Türkiye | 6 | FAO, 2021 |
Tablo 2.a.3 |
Bu tablo, sadece üretici ölçeğini değil aynı zamanda kalkınmanın hayalini de özetliyor. Türkiye, sanayiye dayalı bir tarımsal gelişmeyle değil, dağıtılmış ve tasfiye edilmiş bir üretim modeliyle yol alıyor.
2.b Sanayi – Çoklukta Mikro, Yapıda Düşük, Umutta Kırık
Türkiye’nin sanayi yapısı, ne teknolojiyle ne sermaye birikimiyle ne de ölçekle övünülebilecek durumda. Sanayiye dair her makro verinin arkasında parçalı, küçük ölçekli ve düşük teknolojili bir gerçeklik yatıyor. İstihdam yaratmakla övünen sanayi, aslında düşük katma değerli sektörlerde, ağır sömürü koşullarında ayakta kalmaya çalışıyor. Ve her şeyden önemlisi, bu yapı Türkiye’yi ne iç pazarda bir üretim gücüne ne de uluslararası düzlemde rekabetçi bir unsura dönüştürebiliyor.
Sanayi işletmelerinin %94’ü, 1 ila 9 kişi çalıştıran mikro ölçekli yapılar. Cirodan aldıkları pay sadece %23. Büyük ölçekli işletmeler ise yalnızca %0,15 oranında olmasına rağmen toplam cironun %36’sını alıyor. Bu uçurum, sanayinin çoğunlukla ölçek ekonomisinden uzak, verimsiz ve kârlılığı zayıf bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor.
İşletme Büyüklüğü | Şirket Sayısı | İşletme Oranı | İstihdam Payı | Ciro Oranı | En Yaygın Sektörler |
1–9 (Mikro) | 41.391 | 94,07% | 37,32% | 23,15% | Gıda ürünleri, Giyim eşyası, Mobilya |
10–49 (Küçük) | 2.187 | 4,97% | 19,57% | 19,71% | Metal eşya, Plastik ürünler, Tekstil |
50–249 (Orta) | 356 | 0,81% | 16,42% | 21,17% | Makine imalatı, Elektrikli teçhizat, Kimyasal ürünler |
250+ (Büyük) | 66 | 0,15% | 26,69% | 35,97% | Otomotiv, Ana metal sanayi, Kimya-petrokimya |
Toplam | 44.000 | 100,00% | 100,00% | 100,00% | |
TÜİK 2023 | Tablo 2.b.1 |
Teknoloji düzeyi açısından da tablo farklı değil. Düşük ve orta-düşük teknoloji düzeyindeki işletmeler, toplam işletmelerin %82’sini oluşturuyor. İstihdamın ve cironun neredeyse üçte ikisi bu iki gruba ait. Yüksek teknolojiye sahip sektörlerin toplam içindeki yeri yalnızca %3,9. Bu oran, sadece sektörel bir tercihi değil, bir sistem tercihini gösteriyor: sermaye, yeniliğe değil ucuz emeğe yatırım yapıyor.
Teknoloji Düzeyi | Şirket Sayısı | İşletme Oranı | İstihdam Payı | Ciro Oranı | En Yaygın Sektörler |
Düşük Teknoloji | 24.420 | 55,50% | 49,40% | 34,80% | Gıda ürünleri, Tekstil, Mobilya |
Orta-Düşük Teknoloji | 11.924 | 27,10% | 28,30% | 33,60% | Kauçuk-plastik, Metal eşya, İnşaat malzemeleri |
Orta-Yüksek Teknoloji | 5.940 | 13,50% | 16,90% | 24,40% | Makine, Elektrikli teçhizat, Motorlu araç parçaları |
Yüksek Teknoloji | 1.716 | 3,90% | 5,40% | 7,20% | İlaç, Elektronik, Hava-uzay sanayi |
Toplam | 44.000 | 100,00% | 100,00% | 100,00% | |
TÜIK 2023 | Tablo 2.b.2 |
İhracat tarafında da tablo daha parlak değil. Türkiye’nin en yüksek ihracat kalemi olan otomotiv sektörü orta-yüksek teknoloji kategorisinde yer alsa da, sektörün yüksek ithal girdiyle çalıştığı ve döviz bazlı maliyetlere bağımlı olduğu biliniyor. Hazır giyim, tekstil, demir-çelik gibi düşük teknoloji sektörleri ise ihracatın büyük kısmını oluşturuyor. Bu tablo, Türkiye’nin küresel üretim zincirlerinde nitelikli üretici değil, fasoncu olarak konumlandığını gösteriyor.
Kategori | İhracat Tutarı (Milyar USD) | Pay (%) | Teknoloji Düzeyi |
Otomotiv (motorlu kara taşıtları ve parçaları) | 35 | 13,7 | Orta-Yüksek |
Kimyevi Maddeler ve Mamulleri | 30,5 | 11,9 | Orta |
Hazır Giyim ve Konfeksiyon | 19,2 | 7,5 | Düşük |
Elektrikli Makine ve Cihazlar | 14,9 | 5,8 | Orta-Yüksek |
Kıymetli veya Yarı Kıymetli Taşlar ve Metaller | 11,8 | 4,6 | Düşük |
Plastikler ve Mamulleri | 10 | 3,9 | Orta |
Örme Giyim Eşyası ve Aksesuarları | 9,4 | 3,7 | Düşük |
Demir ve Çelik | 9,3 | 3,6 | Düşük |
Demir veya Çelikten Eşya | 9 | 3,5 | Düşük |
Örülmemiş Giyim Eşyası ve Aksesuarları | 6,9 | 2,7 | Düşük |
TİM, İHKİB, OSD 2023 | Tablo 2.b.3 |
Sanayi yatırımlarının bilimsel bir altyapıya dayanmaması da yapının başka bir zayıf halkası. Türkiye’nin Ar-Ge harcamalarının GSYH’ye oranı %1,32. OECD ortalaması %2,7 iken, Almanya, ABD gibi ülkeler bu oranın çok üzerinde. Sanayi, verimliliğin ve teknik iyileşmenin peşinden koşmak değil; ucuz iş gücü kozunu elinde tutmak istiyor.
Ülke/Bölge | AR-GE Harcaması / GSYH | Kaynak |
ABD | 3,59% | World Bank, 2022 |
OECD Ortalaması | 2,70% | OECD, 2023 |
AB (27 ülke) | 2,22% | Eurostat, 2023 |
Türkiye | 1,32% | World Bank, 2022 |
Tablo 2.b.4 |
Sonuç olarak Türkiye’de sanayileşme; büyüklüğüyle değil çokluğu ile tanımlanıyor. Nitelikle değil sayıyla, teknolojiyle değil metrekareyle ölçülüyor. Sanayi gelişimi için gerekli olan devlet yatırımı, planlama ve teknoloji politikaları yerine, yerel girişimcilere bırakılmış, burjuvazi için hava saçılan sübvansiyon ve hibelerle kaderine terk edilmiş bir yapı var karşımızda. Ve en acısı, bu yapının sermaye eliyle değişeceğine dair tek bir umut emaresi yok.
- Bizi Kim Kalkındıracak?
3.a Siyasi Öznelerin Durumu
Türkiye’de ön plandaki siyasal öznelerin kalkınma konusunda gerçekçi ya da radikal bir program sunmadığı ortada. “Kalkınma” denildiğinde, AKP için bu kavram duble yollar, havaalanları ve gökdelenlerle eşdeğer. Planlamacılığın tümden tasfiye etmiş olan bu siyasi akıl, kalkınmayı artık yalnızca inşaattan, altyapıdan ve faizleri düşürüp üretimi kışkırtmaktan ibaret bir refleksle ele alıyor. Oysa ortaya çıkan şey, devasa bir borç yükü, betona gömülmüş kentler ve tarumar olmuş doğal kaynaklardan başka bir şey değil.
Muhalefet cephesi ise bu konuda yapısal bir körlükle malul. Ana muhalefet partisi başta olmak üzere ana akım muhalefet, kalkınma deyince kamu yatırımlarını ve sosyal yardımları artırmayı, küçük esnafı desteklemeyi, girişimciliği teşvik etmeyi yeterli görüyor. Üretim ilişkilerine, sınıfsal güç dengesine ya da uluslararası sermaye bağımlılığına dokunmayan bu yaklaşım, yalnızca “daha insaflı bir neoliberalizm” öneriyor. Oysa ortadaki kriz, insafla değil kökten bir yön değişikliğiyle aşılabilecek türden.
Sol çevrelerde ise tablo daha da dağınık. Kapitalizmin eleştirisi bile kimlikçiliğin gölgesinde görünmez hale gelirken, geniş kitlelere dokunabilecek ve bir kalkınma programına dönüşebilecek pratik öneriler çok sınırlı. Kimi kanatlar ise maddi bir zeminden uzak hatta içten içe sınıf işbirliği düşüncesine yaslanan “tam bağımsızlık” söylemini hala bayrak olarak yükseltmeye devam ediyor. Sınıf temelli bir kalkınma tahayyülü ortaya koyamayan bir solun, emekçilere güven verebilmesi mümkün değil.
Bu tablo bize şunu söylüyor: Kalkınma meselesi, bugünün Türkiye siyasetinde ya tamamen unutulmuş ya da içi boşaltılmış bir kavrama dönüşmüş durumda. Ön planda olan özneler bu ülkenin üretim araçlarının durumunu, emekçilerin sömürü koşullarını ve yapısal bağımlılığı merkeze alan bir kalkınma sorusu sormuyor. Sorulmadığı gibi, böyle bir soru sormak tehlikeli veya gereksiz bulunuyor.
3.b Burjuvazinin Durumu – Bir Sınıf, Bir Çıkar, Sıfır Ufuk
Kalkınma sorusu, en çok da burjuvazinin sınırlarında takılıyor. Türkiye burjuvazisi, üretimle, teknolojiyle ve yapısal dönüşümle değil; kamu ihaleleriyle, inşaatla, ithalatla ve sıcak parayla büyüyen bir sınıf olarak şekillendi. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki devlet destekli sanayi burjuvazisi projesi devlete ve haliyle de devlet gücünü ele geçiren unsurlara siyaseten ve yönelimsel olarak bağımlı; güdük bir burjuvaziyi doğurdu.
Bugün TÜSİAD çatısı altında örgütlenen 500 büyük sermaye grubunun yaklaşık 3 milyon kişiyi istihdam ederken, kamu hariç milli gelirin %50’sinde ve enerji hariç dış ticaretin %85’inde söz sahibidir. Oldukça manasız olsa da bir dönem revaçta olan Yeşil-Beyaz sermaye çatışmasına da burada kısaca değinmek gerekir. MÜSİAD bünyesinde örgütlenen burjuvazinin “yeşil” kanadı değil küçük veya orta ölçekli burjuvazidir. Buradan bir üst ligi çıkmayı başaranlar da TÜSİAD’ın parçası oldular ve olacaklar da. MÜSİAD’ın Erdoğan rejimiyle kurduğu organik bağ, TÜSİAD’ın “uyumlu muhalefet” tarzıyla dengeleniyor. Ama neticede bu sınıf için mesele kalkınma değil, kârın ve ayrıcalığın devamı. Bu yüzden her kriz anında “istikrar” çağrısı yapıyorlar, her faiz artışında sessiz kalıyorlar, her zamda kabullenici bir tutum sergiliyorlar.
Kuruluş | Üye Sayısı | Toplam Şirket | Toplam İstihdam |
TÜSİAD | 500 | 4.500 | 3.000.000 |
MÜSİAD | 14.000 | 60.000 | 1.500.000 |
TOBB | 1.500.000 | 1.500.000 | 10.000.000 |
Tablo 3.b.1 |
Türkiye burjuvazisi, uzun vadeli sanayi stratejileriyle değil; kısa vadeli döviz gelirleriyle, devlet teşvikleriyle ve yasal ayrıcalıklarla büyümeyi tercih etti. Bu yüzden ihracatın omurgası hâlâ düşük ve orta teknolojili ürünlere, yoğun ithal girdi kullanan sektörlere dayanıyor. Otomotiv, kimyasallar ve tekstil gibi sektörler, yüksek döviz girdisi gerektiriyor; yani “ihracat yapıyoruz” derken aslında dış ticaret açığını da büyütüyoruz.
Burjuvazinin bir kalkınma ufku olmaması sürpriz değil. Zira mevcut düzende zaten ayrıcalıklı, zengin ve güçlü konumda. Üretim araçlarına sahip olan bu sınıf, üretim ilişkilerini dönüştürmeye ihtiyaç duymuyor. Makineleşmeyi, verimliliği, teknolojiye yatırım yapmayı bir tercih değil, bir maliyet kalemi olarak görüyor. Ar-Ge’ye ayrılan kaynak %1,3 seviyesinde kalırken, servet aktarımı ve faiz geliri rekor kırıyor.
Türkiye’nin kalkınma sorunu, esasen bu sınıfın yapısal vizyonsuzluğudur. Sermaye sınıfı, ülkeyi kalkındıramaz çünkü kalkınmak, mevcut ayrıcalıklarını riske atmaktır. Bu sınıf, geçmişte de bugün de böyle bir riski hiçbir zaman göze almadı. E haliyle kapitalist kalkınma rotasında liderlik edecek bir burjuvazi yoksa, bu rotada bizi kim sürükleyecektir? Bir avuç inanmış “liberal aydınlar” partisinin iktidara gelip burjuvaziyi kırbaçladığı bir senaryoya inanmak da hem hayatın gerçeğiyle hem de makul bir zihinle bağdaşmayacaktır. Bu sebeple Türkiye’nin liberal kapitalizm yolundan giderek kalkınmasının hiçbir gerçekçiliği de yoktur.
3.c İşçi Sınıfının Durumu – Nadasa Bırakılmış Bir Güç
Türkiye işçi sınıfı 20. yüzyıldaki tartışmaları anlamsız bırakacak bir şekilde müthiş bir niceliksel seviyeye ulaşmış durumda. 5 milyonu sanayide olmak üzere 15 milyona ulaşan özel sektör işçisinin yanı sıra 1.2 milyon kamu işçisi ve 3 milyon memuru dahil eder ve ailelerini de hesaba katarsak Türkiye’de işçi sınıfının 20 milyona yakın bir güce; ortalama aile ferdi sayısı olan 3.11 (TÜİK 2024) ile çarptığınızda ise 85 milyonluk nüfusun %71,7’sine tekabül ettiğini kabaca hesaplayabiliriz. Peki kent nüfusunun %38 dolaylarında olduğu 1970’li yıllarda ülkeyi baştan aşağı sarsabilecek siyasal güce ulaşan ve Türkiye için başka bir rotanın mümkün olduğu hayalini kurdurabilen işçi sınıfının siyasi etkisi neden bu niceliksel sıçramaya rağmen neredeyse hiç hissedilmiyor?
Bu sorunun cevabını ve aynı zamanda çözümünü bulmak, bize arzularımızdaki kalkınma yolunun anahtarını da verecektir. Bir zamanlar teknik beceri ihtiyacı nedeniyle toplumun okur yazarlık oranı en yüksek kesimini ifade eden işçi sınıfı bugün itibariyle ortalama eğitim seviyesini yani nitelik seviyesini de oldukça üst bir mertebeye taşımış durumda. 2008 ile 2023 arasında yaşanan büyük sıçrama ile birlikte Türkiye’de her 4 yurttaştan birisi üniversite, her iki yurttaştan birisi de lise mezunu hale gelmiştir. Elbette üretim araçlarının genel gelişim seviyesi buna paralel gelişmediği ölçüde büyük hayal kırıklığına sahip bir kuşak da buna paralel bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Eğitim Düzeyi | 2008 (Toplama %) | 2023 (Toplama %) |
İlkokul ve üzeri | 81,1 | 92,9 |
Ortaokul ve üzeri | 34,9 | 70,8 |
Lise ve üzeri | 26,5 | 48,3 |
Yükseköğretim | 9,8 | 24,6 |
TÜİK 2023 | Tablo 3.c.1 |
İşçi sınıfı hiç olmadığı kadar kalabalık, hiç olmadığı kadar eğitimli ve hiç olmadığı kadar dünya ile iç içe ancak geçmişin haşmetli hatıralarına göre oldukça görünmez ve sessiz durumda. Bu tablonun elbetteki en büyük müsebbibi örgütsüzlük. Türkiye’de %20 civarı olduğu iddia edilen sendikalaşma oranı görünürde düşük gibi görünüyor ancak bu, gerçeğin çok uzağında. Gerekli kırılımları yaptığımızda özel sektör işçilerinin örgütlülük oranı sadece %7.38, toplu sözleşme (TİS) kapsamında olanların oranı ise %4.90!
Sigorta Kolu | Çalışan Sayısı (bin) | Sendika Oranı | TİS Oranı | Açıklama |
4A (SSK) | 15.480 | 7,38% | 4,90% | Özel Sektör İşçileri |
4A (SSK) | 1.192 | 80,71% | ~80% | Kamu İşçiler |
4B (Bağ-Kur) | 3.044 | Yok | Yok | Esnaf, çiftçi, serbest meslek sahipleri |
4C (Emekli Sandığı) | 3.078 | 75,18% | ~75% | Devlet memurları |
4C (Emekli Sandığı) | 573 | Yok | Yok | EGM, TSK, Profesyonel Personel |
Toplam | 23.367 | ~22% | ~18% | Tüm aktif sigortalı çalışanlar |
SGK, ÇSGB, MSB, EGM 2024 | Tablo 3.c.2 |
Durumun vehametini daha da deşersek şunu göreceğiz ki 12 Eylül 1980 sonrası getirilen ve Demokles’in kılıcı gibi işçi sınıfının üzerinde sallanan %1 iş kolu barajı ile birkaç sarı sendika dışında Türkiye’de TİS hakkına sahip sendika sayısı bir elin parmaklarını geçememektedir. (Bilmeyenler için; Çalışma Bakanlığı’nın belirlediği iş kollarında toplam işçi sayısının %1’ini örgütleyemeyen sendika, bir işyerinde çoğunluğu elde etse bile toplu sözleşme yapamamaktadır. Örn; 4,5 milyon işçinin çalıştığı 10 no’lu işkolunda 45 bin üyeniz yoksa TİS imzalama hakkına sahip değilsiniz.)
Sektör | Çalışan Sayısı (bin) | Oran (%) | Sendika Oranı |
Ticaret ve hizmetler | 8.619 | 55,7 | 3,30% |
Sanayi | 5.053 | 32,7 | 15,60% |
İnşaat | 1.797 | 12 | 4,80% |
Toplam | 15.470 | 100 | 7,40% |
ÇSGB, TUIK 2024 | Tablo 3.c.3 |
Anayasal grev hakkının neredeyse TİS dışında tanınmadığı, bu hakkını kullanarak greve çıkan işçilerin ise “milli güvenlik” gerekçesiyle grev “erteleme” kararlarıyla karşı karşıya kaldığı bir ortamda işçi sınıfı adeta kaderine terk edilmiş durumdadır. Elbetteki buradaki tartışmayı tarihte öznenin rolünü atlayıp karamsar bir kadercilikle kapatmayacağız. Ancak incelememize devam edelim.
Türkiye’de hizmet sektörü çalışanlarının çok daha göz önünde olduğunu net bir şekilde söyleyebiliriz. Ve asıl can yakıcı nokta da bu kesimin %3.30 gibi korkunç bir sendikalaşma oranıyla tümüyle örgütsüzlükle boğuşmasıdır. Bunun yanısıra hizmet sektörünün yapısının tümüyle beyaz yakalardan meydana geldiği gibi bir düşünce olsa da 8.7 milyon hizmet sektörü emekçisinin yaklaşık 5.4 milyonu kol gücüne dayalı mavi yakalar olduğu tahmin edilmektedir. Başta sağlık ve eğitim emekçilerinin özel sektördeki payının artması da beyaz yakaların da ezici çoğunluğunu üretim sürecini denetleyen bir elitten proleterleşen bir çoğunluğa kaydığının en önemli göstergelerinden birisidir.
Alan | Tahmini Çalışan Sayısı (Kişi) |
Lojistik ve Kargo | 1.000.000 |
Temizlik Hizmetleri | 1.200.000 |
Fast Food ve Zincir Restoranlar | 1.000.000 |
Otelcilik ve Kat Hizmetleri | 600.000 |
Özel Güvenlik | 700.000 |
Bakım, Onarım ve Teknik Servis | 900.000 |
Tahmini TOPLAM | 5.400.000 |
Tablo 3.c.4 |
Sonuç olarak, Türkiye’de işçi sınıfının tarihsel bir çelişki yaşadığı açıkça ortadadır; sayısal olarak büyümüş, eğitim seviyesi yükselmiş, kentleşmeyle birlikte toplumsal ağırlığı artmış bir sınıf; ancak örgütsüzlük nedeniyle tarihinin en etkisiz dönemlerinden birinde olabilir.
Sendikal baraj, grev yasakları ve iktidara yakın sendikaların sistematik desteklenmesiyle işçi sınıfı kolektif gücünü kullanamaz hale getirilmiştir. Özellikle hizmet sektöründe hızla artan mavi yakalı istihdam, işçi sınıfının sanayiyle sınırlı olmadığını gösterirken, bu alanlardaki örgütsüzlük sınıfın potansiyelini daha da boğmaktadır.
Bugün işçi sınıfı, yalnızca toplu sözleşme yapmaktan değil; toplumu dönüştürebilecek siyasal güce ulaşmaktan da alıkonulmuştur. Bu potansiyelin önünü açacak her adım, Türkiye’de gerçek bir kalkınma ve dönüşüm sürecinin de başlangıcı olacaktır. Zira işçi sınıfının korkunç örgütsüzlüğü her yıl sonunda asgari ücret tartışmalarının pasif bir öznesi olmaktan öteye gidememesine, burjuvazinin ucuz iş gücü dışında bir artı değer koruma veya artırma seçeneğine yöneltilememesine ve bunun ötesinde yeni bir hayatın ihtimalinin ufukta belireceğine dair bir ümitsizliğe yol açmaktadır.
3.d Öğrenci Gençliğin Durumu – Barikatın Bu Yakası
Dünya’da ve Türkiye’de üniversite gençliği, tarihsel olarak yalnızca eğitim gören bir topluluk değil; aynı zamanda toplumsal hareketlerin yönünü etkileyebilecek yarı-aydın bir özne işlevi gördü. Bu rol, sadece öğrenim hayatıyla sınırlı kalmadı; düşünsel ve siyasal müdahalelerle ülkenin kaderinde dönüştürücü etkiler yarattı. 1968 kuşağı bunun en açık örneğidir; yaklaşık 100 bin civarındaki üniversite öğrencisi, Türkiye tarihine damga vurdu ve suyun akış yönünü değiştirdi.
Yıl | Örgün Öğrenci Sayısı (Yaklaşık) |
1960 | 30.000 |
1970 | 110.000 |
1980 | 230.000 |
1990 | 470.000 |
2000 | 900.000 |
2010 | 1.600.000 |
2020 | 2.900.000 |
2025 (Tahmini) | 3.050.000 |
YÖK, TÜİK 2024 (AÖF, İkinci Öğretim Hariç) | Tablo 3.d.1 |
Bugün ise sayısal büyüme olağanüstü düzeyde; yalnızca örgün öğretimde 3 milyondan fazla üniversite öğrencisi bulunuyor. Ancak bu artış, tıpkı işçi sınıfında olduğu gibi, siyasal bir etkiye aynı oranda dönüşmüyor. Siyasi baskılar, barınma ve geçim krizleriyle kuşatılmış öğrenciler, toplumsal müdahale gücünü ancak zaman zaman gösterebiliyor. 19 Mart 2025’te yaşanan İmamoğlu’nun gözaltına alınması ve ardından tutuklanması, bu zamanlardan biri oldu. Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversitelerde öğrenciler yeniden sokaklara çıktı, meydanlara yürüdü, forumlar düzenledi, polisle çatıştı. Bu kıpırdanma, yıllardır üzerine serpilmiş ölü toprağını silkeleyen bir hareketlilikti.
Ancak bu öfke, örgütlü bir yönelimden henüz yoksun. Çünkü öğrenci gençlik, aynı zamanda sistemli bir örgütsüzleştirme sürecine maruz kaldı. Üniversitelerin piyasalaşması, akademik özerkliğin ortadan kalkması, sosyalist harekete dışardan ve içerden bitmek tükenmek bilmeyen bir saldırganlığın sürmesi, kredi borçlarıyla biçimlenen borçlu birey kimliği, öğrencileri edilgenleştirmeyi hedefleyen stratejik araçlara dönüştü.
Oysa öğrenci gençliğin tarihsel rolü, yalnızca kendi geleceğini savunmakla sınırlı değildir. Türkiye’de işçi sınıfının tarihsel olarak yaşadığı suskunluk, ancak onu harekete geçirecek, düşünsel ve siyasal müdahale kanallarını açacak bir dış etkiyle kırılabilir. Bu rolü üstlenebilecek yegâne toplumsal aktör ise üniversite gençliğidir. Yani bu gençlik, yalnızca barikatın önünde yürüyen değil, işçi sınıfının üzerine çöken korku perdesini de yırtabilecek bir “ilk kıvılcım” olmalıdır. Kendi evlatları barikatları devirirken onun bulaşıcı cesaretinden etkilenmeyecek bir işçi sınıfından bahsedemeyiz. Ancak öğrenci hareketi marksizmin kuşatıcı ve buzkıran örgütlülüğüne yönelmedikçe işçi sınıfı ile kucaklaşacak bir yola girmedikçe aradaki görünmez duvarın aşılması neredeyse imkansız olmaya devam edecektir.
Bu nedenle öğrenci gençliğin örgütlü ve bilinçli bir hareketi, toplumsal dönüşüm için kilit önemdedir. Bu hareket, işçi sınıfına cesaret bulaştırmalı, ortak talepler etrafında birleşmeli ve gerçek bir toplumsal kalkınmanın düşünsel ve eylemsel zeminini yaratmalıdır. Ancak o zaman Türkiye’de kalkınma, yalnızca ekonomik değil; siyasal ve toplumsal olarak da anlamlı hale gelecektir. İşte tam da bu noktada üniversite öğrencileri birer eylemci olmaktan daha ileriye bir sıçrama yapıp yarı-aydın devrimci bir kimliğe bürünmek veya sessizce köşesine çekilmek arasında bir yol ayrımına gelmektedir.
- Kalkınma İçin Yeni Bir Yön: Demokratikleşme ve Toplumsal Planlama
4.a Demokratikleşme ve Kalkınma
Türkiye’de kalkınma tartışmaları, sıkça demokrasiyle ilişkilendirilir. Ancak bu ilişkinin içeriği çoğu zaman sığ bir zemine oturtulur. “Yabancı yatırımcıyı kaçırıyoruz, çünkü yeterince demokratik değiliz” söylemi, piyasacı çevrelerin diline pelesenk olmuş durumda. Oysa bu tespitin ciddi bir gerçeklik payı yoktur. Sermaye, yatırım kararlarını alırken esas olarak siyasi krizden uzaklık ve mülkiyet hakkının garanti altında olup olmamasını önemser. Yani mesele, liberal anlamda bir haklar manzumesinden ziyade, kâr güvencesidir.
Bu noktada asıl sorulması gereken soru şudur: Demokratikleşme neden kalkınma için gereklidir? Cevap, sınıfsal bir zeminden verildiğinde daha berraklaşır. Türkiye’nin mevcut siyasal ve ekonomik düzeni, yapısal çelişkiler üzerine kuruludur. İşçilerin, gençlerin, kadınların, yoksulların sistematik biçimde dışlandığı; toplumsal enerjinin bastırıldığı; tepkinin örgütlenemediği bir model işlemektedir. Bu nedenle, gerçek bir demokratikleşme bu bastırılan kesimlerin siyasete ve ekonomiye katılımını artıracak; sınıf mücadelesinin dinamiklerini harekete geçirecek bir potansiyel taşır.
1960’lı ve 70’li yıllar, bunun tarihsel örnekleridir. Görece özgürlük ortamı, başta işçi sınıfı ve öğrenci gençlik olmak üzere geniş kitlelerin politikleşmesini, örgütlenmesini ve daha eşitlikçi bir düzen arayışına yönelmesini mümkün kılmıştı. İşte tam da bu nedenle Türkiye burjuvazisi, “aşırı demokrasiden” korkar. Çünkü bu özgürlük ortamı, onun kârını tehdit eden bir sınıfsal uyanışa zemin hazırlayabilir.
Bu yüzden Türkiye’de demokrasi hep bol gelecektir. Mevcut rejim, geniş toplum kesimlerinin hak taleplerini taşıyamaz. Bu taleplerin taşıyıcısı olacak bir demokratikleşme süreci, kaçınılmaz olarak düzenle çatışmaya girecektir. Yani Türkiye’de gerçek bir kalkınma süreci, sadece daha fazla fabrika ya da daha yüksek büyüme oranlarıyla değil; bu düzenin dönüştürülmesiyle mümkün olacaktır.
Kısacası: Demokratikleşme, kalkınmanın tamamlayıcı değil, zorunlu ön koşuludur. Ancak bu demokratikleşme; piyasa dostu değil, emek dostu olmalıdır. Ve Türkiye’nin egemen yapısı, bu dönüşüm kapasitesinden yoksundur.
4.b Emek Merkezli, Planlı ve Toplumsal Faydayı Önceleyen Bir Kalkınma Tahayülü
Kalkınma, yıllardır büyüme oranlarıyla, kişi başına düşen gelirle ya da altyapı yatırımları ile tanımlandı. Oysa gerçek kalkınma, yalnızca ekonomik göstergelerin iyileşmesi değil; toplumun, özellikle de emeğiyle geçinenlerin yaşamında doğrudan ve kalıcı bir iyileşme yaratmasıyla anlam kazanır. Bu da ancak üretimin toplumsal ihtiyaçlara göre örgütlenmesiyle mümkündür.
Bugünkü Türkiye ekonomisi, düşük ücretli işgücüne dayalı, dışa bağımlı ve kısa vadeli kârlılığı önceleyen yapısıyla ne üretkenliği artırabilmekte ne de geniş toplum kesimlerine refah sağlayabilmektedir. Bu yapının sınırları ortadadır: büyür ama geliştirmez, ihracat yapar ama bağımlılığı derinleştirir.
Gerçek kalkınma için ihtiyaç duyulan şey, piyasanın belirsiz salınımlarına bırakılmış değil; halkın denetiminde, planlı bir üretim sistemidir. Bu planlama, yalnızca teknik bürokratlara ya da yönetici sınıflara bırakılamaz. Üretimin esas yükünü taşıyan emekçiler, bu planlamanın da asli unsuru olmalıdır. Çünkü üretimi örgütleyenler, yalnızca üretimi değil, hayatı da yönetmeyi hak eder.
Bu perspektifle emek merkezli bir kalkınma; eğitimi yatırım, sağlığı hak, kenti yaşam alanı, doğayı ortak miras olarak görür. Kamu mülkiyeti, stratejik sektörlerde toplum yararına örgütlenmiş bir denetim biçimidir ve gelir eşitsizliğinin azaltılmasında hayati bir rol oynar.
Tarım alanında da bu yönelim kaçınılmazdır. Küçük ölçekli, dağınık ve teknik kapasitesi zayıf bir yapı yerine; birleşik, kolektif ve teknolojiye dayalı üretim birimleri oluşturulmalıdır. Kooperatifleşmiş, toplumsal denetimle çalışan bu tarımsal yapılar, hem gıda egemenliğini güvence altına alır hem de kırdan kente göçün temel sebeplerini ortadan kaldırır.
Bu kalkınma tahayyülü, sadece bugünün sorunlarına yanıt vermeyi değil; geleceği kurmayı da hedefler. İklim krizine karşı duyarlı, bilimsel ve yaratıcı düşünceye alan açan, emeği değersizleştirmeyen, aksine onu toplumsal karar alma süreçlerinin merkezine koyan bir yapıyı işaret eder.
Böyle bir yönelim, yalnızca yeni bir ekonomik model değil, aynı zamanda başka bir toplumsal düzen arayışıdır. Ve bu arayışın öznesi; emeğiyle var olan, şimdiye kadar yönetilen ama artık yönetmek isteyenler olacaktır.
- Sonuç
Türkiye’nin yaşadığı kriz, yalnızca ekonomik değil; yönsüzlük krizidir. Bugün ne üretim planlı ne bölüşüm adil ne de toplumsal refah ulaşılabilir bir hedef halindedir. Ülkenin kaderi, bir avuç sermaye sahibinin çıkarları doğrultusunda şekillendiriliyor; toplum ise yoksulluğa, güvencesizliğe ve umutsuzluğa mahkûm ediliyor.
Bu düzende kalkınma mümkün değildir. Çünkü kalkınma, yalnızca büyüme demek değildir. Kalkınma; toplumun ortak ihtiyaçlarının karşılanması, emeğin değerinin teslim edilmesi, bilimin, sanatın ve insanca yaşamın özgürce gelişebilmesidir. Bu da ancak üretimin toplumsal ihtiyaçlara göre planlandığı; kaynakların adil bölüşüldüğü; emeğin iktidara yürüdüğü bir düzenle mümkündür.
Bu düzenin adı, sosyalizmdir.
Bugün milyonlarca işçi, emekçi, öğrenci ve yoksul; sesini duyuramıyor, geleceğini kuramıyor. Çünkü örgütsüz. Çünkü sermaye düzeni, onları dağınık ve etkisiz tutmak için her türlü baskıyı, yasayı ve ideolojik aygıtı kullanıyor. Ancak bu bastırılmış toplumsal güçler birleştiğinde, Türkiye için gerçek bir kalkınma rotası çizilebilir.
Bu rotanın ilk adımı, üretimi yönetenin hayatı da yönetmesi gerektiği fikridir. Bugün sadece üreten değil; aynı zamanda karar alan, yöneten ve belirleyen bir halk öznesi yaratılmadıkça bu ülkenin kaderi değişmeyecektir.
Türkiye’nin kurtuluşu; sıcak parayla değil, kolektif emekle; piyasayla değil, planlamayla; bireysel çabayla değil, örgütlü mücadeleyle; kapitalizmle değil, sosyalizmle mümkündür.
Gerçek kalkınma, başka bir düzende; başka bir iktidarda, başka bir gelecektedir.