Woke Kültürü Mü, Woke Çukuru Mu? – Gökçe Şentürk

Woke Kültürü Mü, Woke Çukuru Mu? – Gökçe Şentürk

 

ABD’den dünyaya yayılan Woke kültürü türevleriyle birlikte önemli bir tartışma konusu oldu. Wokeizm çoklarınca aşina olunan ama tam olarak ne anlama geldiği bilinmeyen bir kavram. Alameti farikası olan konular ırk, cinsiyet, mültecilik, ekoloji, hayvan hakları gibi başlıklarla özetlenebilecek kimlikler üzerinden şekillenen ve her geçen gün daha çok tartışılan mücadele başlıkları.

Peki Woke kültürü ve onunla birlikte hayatımıza giren ya da tekrar öne çıkan cancel (iptal) kültürü, politik doğruculuk, intersectionality (kesişisimsellik) gibi kavramlar siyasi yelpazenin hangi tarafında konumlanıyor, neyi amaçlıyor ve ne kadar başarılı olabilir? Bu yazıda özetle bu konuları ele almaya çalışacağız.

Nereden çıktı bu “Uyanış”?

Woke kelime anlamı olarak “Uyanık / Farkında olan / Uyanmış” anlamlarını taşıyor. Daha sonra detaylı olarak ele alacak olsak da woke kültürü ve siyasete yansımalarını yeni bir akım olmaktan çok kimlik siyasetinin hınçlı bir geri dönüşü olarak ele alabiliriz. Bu yorumu ve ifade ettiği politik çerçeveyi nitelendirecek şekilde “uyanmak” kelimesinin seçilmiş olması da manidardır. Diğer yandan uyuyan/uyanan ikiliği ile birlikte düşünüldüğünde dinsel bir çağrışım yaptığını da söylemek lazım. Fakat birden peyda olmadığı gibi dönüşüme tabi olduğu bir arkaplan da mevcut. Daha çok ABD’de siyah hareketi ve 2014’te Michael Brown öldürüldükten sonra açığa çıkan Black Lives Matter (Siyah hayatlar değerlidir) hareketinin kullandığı “Stay Woke/Uyanık Kal” ifadesinden köken alıyor. Amerikan devlet geleneğinin sistematik ırkçılığı ve gündelik sıradanlaşmış polis şiddeti ve cinayetleri karşısında siyahlar arasında uyarıcı bir alarm sözü olarak öne çıktı.

Siyahlara yönelik şiddet ve ayrımcılığa karşı mücadelenin farklı dönemlerinde benzer ifadelere, tıpkı efsanevi blues şarkıcısı Lead Belly’nin 1938’de “Stay Woke” şarkısında olduğu gibi rastlasak da bugün ABD’de başlayıp Avrupa’ya ve sosyal medyada “kültür savaşlarıyla” dünyaya yayılan; politikadan dijital platform dizilerine, eğitimden militarizme ve hatta CIA videolarına kadar girerek yeni bir çehreye büründü.

Amerika’da özellikle Cumhuriyetçiler, Trump’ın kendisi ve taraftarları tarafından aşırı, radikal sol, muhafazakar değerlere yapılan en büyük saldırı ve tehlike olarak gösterilen woke kültürü, net bir politik amacı, söylemi ve örgütlenmesi olmasa da siyahların ve LGBTlerin ezilmesi, ayrımcı dil ve politikalara karşı bir hareket olarak öne çıkıyor. ABD’de köle sahipleri ya da kölelik yanlısı politikacıların heykellerinin kaldırılması ile başlayan hareketin #metoo ve benzeri kampanyalarda kadınlara ve cinsel kimliklere yönelik işlenen suçların teşhiri ile ünlendiğini söyleyebiliriz. Sosyal medyadan fiziksel dünyaya yansıyan bir cezalandırma mekanizması da ezilen kimliklere yönelik ırkçı/cinsiyetçi söylem veya eylemlerin karşılığı olarak ‘uyananların’ ortak eylemleri (sosyal medya kampanyaları, mail organizasyonları…) ile; işten attırma, sosyal çevreden dışlama, izolasyon ile sonuçlanan bir iptal (cancel) kültürü de woke ile birlikte anılıyor.

ABD siyasetinde Florida valisi Cumhuriyetçi DeSantis, Trump ve klinik psikolog Jordan Peterson gibi aşırı sağ figürler tarafından bir aşağılanma sözü olarak kullanılmasının yanında sol, hatta “kültürel Marksizm” olarak nitelendiriliyor. Zaten muhafazakar totalite karşı olduğu ne varsa aynı çuvala doldurup solla, Marksizmle kolayca ilişkilendiriyor. Peki woke kültürünün solla hele de Marksizm ile gerçekten bir alakası var mı?

Woke Sol Mu?

Daha geniş bir ifadeyle sol kavramını ele alarak başlayalım ki woke geniş sol skalada herhangi bir yere tekabül ediyor mu görme şansımız olsun. Sağ ve sol, kavram olarak Fransız Devrimi’nde parlamentoda kralın sağ ve sol tarafında oturan biri monarşiyi diğeri halkı temsil eden kanatlar için kullanılmaya başlandı. 19. yüzyılda politik cumhuriyetçi, halkçı içerik Marksizmin iktisadi sınıf tezleriyle bilimsel bir içeriğe kavuşarak ezilen ve sömürülenlerin devrimci ideolojisi halini aldı. Marksizm ortaya çıktığı andan itibaren kendisinden önceki tarihi maddeci perspektifle yorumlayışı ile sonraki dönemi de emekçi ve ezilenlerin birleşebileceği nesnel temelleri inşa etmesiyle kökten etkiledi. Yani özetle sol genel anlamda reformcu ya da radikal alternatifleriyle; kolektif, halkçı, dünyaya yoksulların, emekçilerin ve ezilenlerin gözünden bakan bir içeriğe sahip oldu. Pekala, woke bugün solun politik skalasında nereye tekabül ediyor? Bugün tartıştığımız woke kültürü bu anlamıyla solun ve özel olarak da Marksistlerin ilgi alanı olan ezilen kimliklerle ilgilense de ortada yeni olan dikkate şayan olan ne var? Aslına bakarsanız hiçbir şey yok.

Sol gelenek olarak toplumcudur; kolektif kültürü, dayanışma ve paylaşımı önceler; alt sınıfların gözünden bölüşüm ilişkileri ile ilgilenir; reforme etmekle kökten değiştirmek arasında farklı tonlara sahiptir. Woke ise sınıflarla emek-sermaye çatışmasıyla değil kimliklerle ilgileniyor. Hatta kimliklerin ve karşısındaki kimliklerin (kadın-erkek, siyah-beyaz) çatışması temelinde bir toplumsal ayrışmayı üstelik tarihsel bir perspektif olmaksızın politik doğruculuk diye ifade edilen bir temelsizlik üzerine bina eden ultra bir bireycilik sunuyor. Abraham Lincoln de bugünkü ‘hassasiyetler’ ve söylemlerle uyuşmadığı için ırkçı konfederasyon generalleri ile aynı kefeye konabiliyor ve heykeli yıkılmak isteniyor. Ya da Yılmaz Güney gibi yıllar boyunca eserleri ve politik duruşuyla birçok kişiyi sosyalist sol ile tanıştıran bir figür özeleştirisini verse de hatta değiştiğini ifade etse de kolayca kadın düşmanı ve katil ilan edilerek “çöpe” atılıyor, “cancel” ediliyor. Ezilenlere yönelik hassasiyete, politik duruşa ya da bu kimliklerden birine sahipseniz tüm bunlar sağduyunuza hitap edebilir; özellikle de devrimci bir sol alternatifin yokluğunda aşırı sağın ırkçı/cinsiyetçi saldırıları karşısında. Ama bütün tarihi bugünkü politik tartışmaların geldiği noktadan eleştireceksek eğer tarihte herhalde tamamıyla sahiplenilecek pek az figür kalacaktır. Onları da kimliklere göre ayrıştırırsak ve kadınların zaten tarih boyunca geriye atıldığını düşünürsek, ‘erkekler tarafından yazılmış, eylenmiş’ bir tarihte bir kadın olarak kendinize sahiplenilecek kişiler, ideolojiler bulmanız zor.

Yani kadın olmadığı için bilim insanları ve bilim devriminin öncüleri, aydınlanma filozofları ve bilimsel sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels bile bir kenara atılmayı hak ediyor olur. Üstelik de bugün kadının özgürlük mücadelesinin ve tarihteki yerinin kavranışının temellerini açan yolu inşa edenler olsalar da yeterince feminist değillerse bir önemi yok. Çünkü siyahların, kadınların genel bir kategori olarak ezilenlerin intikamını tarihten de almak gerekiyor. Woke tam olarak bu: Ezilme ilişkilerinin kökenlerine inmeden ezilen kimlikleri daha görünür yapmaya odaklanan, sistemin kimliklerin arkasından işleyişine devam ettiği ve her gün ezilmeyi yeniden ürettiği gerçeğini saklayan bir aldatmaca.

Dolayısıyla wokeçu uyanış, en genel anlamda solun akla getirdiği temel değerlerle, sosyal adalet, eşitlik gibi kavramlarla, özel olarak Marksizmin tüm sömürü ve ezilmenin kaynağı olarak gösterdiği sınıf çelişkisi ve düzen karşıtlığıyla değil kadın-erkek, siyah-beyaz, homo-hetero gibi sözde uzlaşmaz çatışmalarla hayata bakıyor. Tarih ezilen kimliklerle onları ezen kimliklerin çatışması olarak ortaya konuyor. Peki ne var bunda?

Aslında dediğimiz gibi yeni bir şey yok. 1980’lerde neoliberal politikaların kasıp kavurduğu, Sovyetlerin dağıldığı ve “yeni sol” yeni toplumsal hareketlerin açığa çıktığı postmodern kimlik dalgasının birkaç yeni kavram da eklenerek güncellenmiş bir halinden bahsediyoruz. Çünkü sınıfın yerine ezilen kimlikleri koyan ve en iyi ihtimalle işçi sınıfını da o kimliklerden biri ilan eden, Marksizmin dünyayı değiştirme, eşitlik ideallerini büyük anlatı ilan eden, üretim ilişkilerini değiştirmeden kapitalizm sınırlarında mikro alanlar yaratmayı hedefleyen kimlik siyaseti popülerliğini yitirmişti. Kimlik politikalarının dünya genelinde sağa yaradığı, alt sınıflar arasında birliği değil bölünmeyi derinleştirdiği artık sıradan bir bilgi.

Peki ne oldu da yeniden böyle bir dalga wokeizmle birlikte gündem oldu? Aslına bakarsanız sistemin yaşadığı kriz bugünlerde dünyanın her yerinde sorgulanır hale geldi. Dünya ekonomisinin emperyalist ülkeler arası rekabeti tırmandıran kriziyle birlikte savaşların, iklim krizinin yarattığı sorunların, göçmen düşmanlığının, aşırı sağcılığın arttığı bir dönemden geçiyoruz. Bu ortamda özellikle Batı’da düzen siyasetinin sürdürülebilirliği için devrimci sol bir alternatif yerine kitleleri sistemle uyumlu bir “sola” yönlendirerek toplumsal patlamanın gazını alma taktiğinin uygulandığını görüyoruz. Fransa’da Macron’un son seçimde aldığı yenilginin ardından olimpiyat açılış gösterilerinde aşırı sağa gollük paslar verecek şekilde wokeçu kimlik şovlarını tercih etmesini bu sebeple anlayabiliriz. Düzen siyasetinin solcuları kifayetsizliklerini dümeni kimliklere kırarak telafi etmeye çalışıyor. Düzeni tam olarak tehdit etmese de işleyişi aksatabilecek aşırı sağ ve sistemi doğrudan hedef alan aşırı sol (sınıfçı) alternatifler yerine sistemin çatlaklarına kimlik dolgusu yapan ve buradan enerji bulmaya çalışan bir liberalizm ile karşı karşıyayız. Gerçekten ne kadar da ‘uyanık’ değil mi?

CIA, Demokrat Parti ve Kimlikler

Woke kültürünün kimlik politikalarının bayağı bir versiyonu olduğunu söyledik. Marksist Bakış’ın sayfalarında da SEP Genel Başkanı Güneş Gümüş tarafından detaylıca ele alınan yazılarda (Postmodernizm Soldan Geriye Ne Bırakır? – Güneş Gümüş, 2021) postmodern kimlik siyasetinin özellikle farklılıklara vurgu yaptığına çokça değinildi. “Farklılık” kimlik siyasetinde en temel felsefi kavramdır. Herkesin ayrı sorunu vardır, herkes kendi farklılığını yaşayacaktır. Ezilen kimlikler ana özne olsa da farklı ezilme ilişkileri yaşayan kimliklerin dahi (ırksal, cinsel vs) ortak bir mücadelede olmaları mümkün olmaz. O zaman ne olur? Tüm kimliklerin toplumsal olarak ve söylemle inşa olduğu söylendiği için dilin kullanımı her şeyin önüne geçer. Sosyal medyada kullandığınız dil bu hassasiyetlere uygun değilse ‘cancellanabilirsiniz’. Geldiğiniz toplumsal doku, aldığınız eğitim ve imkansızlıklardan dolayı kimi yasak sözcükleri kullandığınız anda en kötü ithamlarla damgalanırsınız ve siz de suç ortağı olursunuz. Ama Demokrat Parti’nin seçkinleri, milyarderler, her türlü burjuva kodaman, kadın ya da siyah başkan ve başkan yardımcıları bir anda size yoldaş oluverir. Yani yoksul bir beyaz emekçi sistemin egemen fikirlerine kapıldığı için düşman, Amerikan devlet geleneğinin iki emperyalist partisinden biri olan Demokrat Parti siyah bir kadını başkan adayı yapabildiği için ilerici olabilir. Kimliklere saygılı olmak gidilecek en ileri noktadır nihayetinde. Mesela CIA’nın resmi youtube kanalında yayınlanan “Humans of CIA” videosu ile siyah, feminist bir kadının tüm kimlikleri ile devletin en sembolik kurumunda yer aldığını ilan etmesi (i am unapologetically me/ kimliğimden ödün vermeksizin var olurum) wokeçu kafa için herhalde büyük bir zaferdir. O sırada siyah gettolarında milyonlarca siyah gencin sistemik bir yoksulluğun ve suç kültürünün içinde yetişmesi unutuluverir. CIA, FBI benzeri kurumların siyahlara, işçilere, devrimcilere ve dünya halklarına yaptıkları önemini yitirir. Görüldüğü gibi solun düzene entegre edilmesi bu şekilde oluyor. Sınıf meselesi ortadan kalkarsa ne solun bir orijinalliği kalır ne de kayda değer bir kazanım.

Bu eleştiriler belki toplumda ezilen kimliklere yönelik hassasiyetin artmasını sağladığı düşüncesiyle haksız ya da fazla sert gelebilir. Oysa hiç de öyle değil. Çünkü kimliklerin neden ezildiğini sormadığınızda, ezilme ilişkilerinin sistemle bağını kestiğinizde elinizde ileri gidebilecek kazanımlar kalmayacağı gibi sağın elinde oyuncak oluverirsiniz. Kimlik politikalarının dünyadaki en önemli iki temsilcisi olan Laclau ve Mouffe 1980’lerde, Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru adlı kitaplarında: “Örneğin, cinsiyetçilik karşıtlığı ile kapitalizm karşıtlığı arasında zorunlu bir bağ yoktur. Bunlar arasındaki birlik ancak hegemonik eklemlemenin bir sonucu olabilir. Bu eklemlemenin inşası, ancak ayrı mücadeleler temelinde olabilir… Bu da mücadele alanlarının özerkleştirilmesini gerektirir.” (Laclau, Mouffe, 2012, 272) diyordu. Sonradan kimlik siyasetinden vazgeçmiş olsalar ve halkçı sol popülizm rüzgarına yelken açsalar da bu yönelimin etkilerini bugün hala görmek mümkün.

Cumhuriyetçiler emekçilerin sistemle olan çelişkilerini kimlikler üzerinden sağa yöneltmeyle uğraşırken Demokratlar ise emekçilerin öfke duyduğu düzenle özdeşleşen görünümlerini kurtarmak için daha fazla kimliklere sarılıyor. 2008 ve 2012’deki Obama seçim kampanyaları, 2016’daki Hillary Clinton kampanyası ve ardından 2017’de başlayan #MeToo kampanyası ve 2019’daki New York Times öncülüğünde başlatılan ırkçılıkla ilgili farkındalık projesi ‘1619 Project’ dahil olmak üzere bir dizi başkanlık kampanyasında Demokrat Parti, daha fazla dönüşüm sağladı. Orta sınıfın, öğrencilerin ve gençlerin bir kısmını emperyalist politikalarının arkasında harekete geçirmek için ırk, cinsiyet ve diğer kimlik biçimlerine daha keskin bir şekilde değiniyor.

Eleştirel Irk Teorisi, Kesişimsellik, Ultra Bireycilik

Bunun bir başka yansıması olarak eleştirel ırk teorisi (EIT), woke kültürünü sahiplenenler tarafından ABD’deki sistematik ırkçılık karşısında önemli bir kazanım olarak görülüyor. EIT’nin felsefi kökenlerini Frankfurt Okulu ve eleştirel teoriye kadar götürebiliriz.

Başlangıçta şunu söylemek gerekir ki hem Marksizm hem de modern bilim açısından bakıldığında ırk tutarlı bir biyolojik ve hatta sosyolojik kategori değildir.

Eleştirel ırk teorisi, ırkın biyolojik olmaması anlamında sosyal olarak inşa edildiğini söyler. Eleştirel ırk teorisinin dilinde “beyazlık”, toplumdaki konumu ne olursa olsun tüm beyaz insanların sahip olduğu iddia edilen bir “mülkiyet” biçimidir. Dolayısıyla yalnızca belirli azınlıkların ırkçılık hakkında konuşmaya hakkı vardır ve azınlık olmayanların beyanları varsayımsaldır.

Benzer şekilde yeniden popülerleşen aslında 60’lı ve 70’li yıllarda ortaya çıkan kesişimsellik kavramı da örtüşen baskıların ve baskın özelliklerin sonsuz iç içe geçmiş versiyonları olduğundan bahseder. Kesişimsellik teorisi hepimizin aynı anda birbirimiz tarafından ezildiğimiz ve ezildiğimiz sonsuz bir ağda var olduğumuzu varsayar. Yani örnekle beyaz bir kadın cinsiyetinden dolayı ezilse de siyah bir kadın ile karşılaştırıldığında ezen pozisyona geçer. Ve bu böyle sonsuz küçük parçalara doğru ayrılır. Yani beyazların siyahların ezilmesinden, erkeklerin kadınların ezilmesinden ve daha pek çok örnek verilebilir, çıkarı olduğu bir dünyada nasıl ortak bir mücadele vererek gerçek kazanımlar elde edilebilir ki? Örneğin Yılmaz Güney’i politik doğruculuk üzerinden kadın düşmanı ilan edip onu cancel etme kampanyası yapanların Güney nefretinin arkasında buz gibi bir Kürt düşmanlığı olduğunu düşündüğümüzde ezilen kimliklerin özgürleşmesinin kimlik politikaları ile gerçekleşeceği iddiasının bomboş bir laf salatası olduğunu anlarız.

Kesişimsellik, baskıyı anlamak ve üstesinden gelmek için bir mercek olarak öznel deneyimi ve bireysel düşünceyi, dili ve davranışı vurgular. Bu, toplumu değiştirmek için önce insanların görüşlerini değiştirmeniz gerektiği, hatta daha kötüsü “söylemi” değiştirerek gerçekliği dönüştürebileceğiniz fikrine dayanan son derece idealist bir yaklaşımdır. Fakat zinhar bu baskı ilk etapta neden ortaya çıkıyor ve sonuçta nasıl ortadan kaldırılabilir sorusu sorulmaz.

Baskının olası tüm kesişimlerini yansıtacak sonsuz sayıda kategori yaratılabilir, ancak Marksistler olarak şu soruyu sormalıyız: Bireyciliğin en üst perdeden pohpohlandığı, bireysel kimliklerin ve kimliklerin yaşadığı deneyimlerin öne çıkarıldığı, kapsayıcı tüm toplumsal mücadelelerin gözden düşürüldüğü ve emekçilerin kimlikleri üzerinden birbirleri karşısında konumlandırıldığı bir hareket nasıl ilerici olabilir? Gerçek düşman egemen kapitalist sınıf yerine neden farklı kimliklerden emekçiler oluyor?

Sınıfçı, enternasyonalist, ezilenlere duyarlı bir sol şart!

Marksist bakış açısına göre, hiçbir baskı biçimi tek başına anlaşılamaz; baskıya ve sömürüye karşı mücadele, ezilenlerin ve sömürülenlerin tüm katmanlarını içine almalı ve kapsamalıdır. Ezilen toplumsal grupların mücadelesi, farklı farklı kimliklere sahip biz Marksistlerin de mücadelesidir, devrimci Marksistler bu mücadelelerin hep yanında ve içinde olmuşlardır.

Sınıflı bir toplumda Marx’ın söylediği gibi egemen ideoloji ve fikirler egemen sınıfın ideolojisi ve fikirleridir. Halkın, sömürülen ve ezilen kitlelerin ideolojisi, egemen sınıfın dayattığı tüm gerici fikir ve önyargılarla doludur. İnsanların dönüşmesi ve bakış açılarının değişmesi, toplumu dönüştürme mücadelesi sırasında ve pratikte gerçekleşir. Bu durum Marx tarafından Alman İdeolojisi’nde (Marx, Engels, 2013, 71-72);

Hem bu komünist bilincin kitlesel ölçekte oluşturulması için, hem de davanın kendisinin başarısı için, insanların kitlesel ölçekte değişime uğraması zorunludur. Bu değişim, ancak pratik hareket içinde, bir devrimle gerçekleşebilir. Dolayısıyla devrim, yalnızca egemen sınıfın başka herhangi bir yolla yıkılmasının imkansız olması nedeniyle değil, aynı zamanda, yıkan sınıfın da ancak devrim yoluyla kendini eskinin tüm pisliğinden kurtarabilecek ve toplumu yeni baştan kurabilecek duruma gelebilmesi nedeniyle de zorunludur.”  

şeklinde ortaya konur.

O yüzden ezilenlerin eşitlik mücadelesinde sınıfı temel alması hava gibi su gibi bir ihtiyaçtır. Çünkü bütün kimliklerin birbirinin kurduna dönüştüğü yerde kimlikleri ortak bir temel etrafında buluşturacak yegane mücadele biçimi sınıf mücadelesidir. Sınıfsal meselelerin ve sınıf mücadelesinin kendisinin tüm ezilen ve sömürülenleri birleştirirken onları egemen sınıflardan ayrıştıran kılavuzluğu olmadan woke çukurundan başka bir şey ortaya çıkmaz. Yani farklılıkların radikal gibi göründüğü oysa egemenlerin tehlike altındaki düzenlerini kurtardığı bir yanılsama, ezilenlerin üzerinden yaratılır. Şirketler onur ayında gökkuşağı renkli ürünler üretmek için sıraya dizilir, dijital platformlarda kimlikler dizilere numunelik olarak yerleştirilir. Sosyal medyada ve düzen kurumlarında ‘duyar kasma’ (virtue signalling) ile gösteriş yapılırken toplumsal eşitsizlikler derinleşmeye devam ediyor.

Siyahların, kadınların, lgbti’lerin ve tüm ezilen kimliklerin özgürlüğü woke çukurundan çıkmaz, solun da bu çukura düşmeden kendi orijinalliği ile sınıfçı ve enternasyonalist bir temelde yükselmesinden başka kestirme bir yol bulunmuyor.

 

 

 

Referanslar

  1. Gümüş, G. (2021, Mart 25). Postmodernizm Soldan Geriye Ne Bırakır? – Güneş Gümüş. Sosyalist Emekçiler Partisi. https://sep.org.tr/postmodernizm-soldan-geriye-ne-birakir-gunes-gumus/
  2. Humans of CIA. (2021, Mart 25). YouTube. https://www.youtube.com/watch?v=X55JPbAMc9g
  3. Laclau, Mouffe, E. C. (2012). Hegemonya ve Sosyalist Strateji Radikal Demokratik bir Politikaya Doğru (2. baskı). İletişim Yayınları.
  4. Marx, Engels, K. F. (2013). Alman İdeolojisi (2. Baskı). Evrensel Basım Yayın.

 

 

 

 

CATEGORIES

COMMENTS

Wordpress (0)
Disqus (0 )