100. Yılında “Cumhuriyet”: Kim İçin, Kime Karşı? – V.U. Arslan
Konuyla ilgili olarak 2012’de şöyle yazmışız: “Kuruluşunun 90. yılına girilirken Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı Kemalist askeri ve sivil bürokratik odakların devlet aygıtından temizlenme süreci, büyük ölçüde tamamlanmış durumda.”
2012 itibariyle ulusalcı asker ve sivil bürokratik eğilimlerin devlet aygıtından tasfiye süreci tamamlanmıştı. Ama kavganın sadece bir safhası sona ermişti. Kemalistlerin tasfiyesinden sonra ayaktaki diğer güçler, kozlarını paylaşmaya hazırlanıyordu. Çok kan dökülecekti…
2013’teki Gezi İsyanı’nın bastırılması, AKP-FETÖ koalisyonunun birlikte olduğu son işti. Aynı yılın son haftalarında patlayan 17-25 Aralık süreci bu iki İslamcı fraksiyonun ölümüne savaştığını herkese kanıtladı. Düşünün iki İslamcı kanat farklı yollardan ilerleyerek öyle güçlenmişlerdi ki artık devletin yeni efendisinin kim olacağı konusunda kapışıyorlardı. Öyle ölümcül bir kavgaydı ki bu, kazanan her şeyi alacak ve kaybeden en büyük “terörist” ve “vatan haini” olacaktı… Sonucu 15 Temmuz darbe girişimi belirledi. 16 Nisan Referandumu da yeni “cumhuriyet”in kurumsal çerçevesini çizmiş oldu.
“Cumhuriyet” Fiyaskosu
Yeni tek adam kim olacaktı, RTE mi Fethullah mı? Cumhuriyetin nasıl bir fiyasko olduğunu bundan daha iyi açıklanamaz. Cumhuriyet öylesine çürük bir zemine sahip ki RTE ve Gülen muazzam güçleniyor, ama dengeyi sağlamak konusunda bile karşılarına kimse çıkamıyor. Erzurumlu ilkokul mezunu hırslı bir vaiz uzun yılların ardından devlet aygıtı içerisinde öylesine örgütlenmişti ki ahtapot gibi kolları her yeri sarmış. Unutmayalım Gülen’in hocası Said-i Nursi Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri cemaatini büyütmekle meşguldü.
Cumhuriyetin tabutuna çiviyi çakansa yine garibanlıktan gelen başka bir hırslı İslamcı lider olacaktı. Cumhuriyet ve kurucu lideri ismen durduğu için bir yıkılıştan belki söz edilmiyor, ama eskinin öldüğü ve yeni bir rejimin inşa edildiği açık: “İkinci Cumhuriyet”.
İkincisi, birincisinin iflası üzerinden kurumsallaştı. İkincisi gökten zembille inmedi, birincisinin içerisinde mayalandı. Birinci cumhuriyetin egemenleri, cumhuriyeti İslamcıların çeşitli fraksiyonlarına ve neticede RTE’ye altın tepside sunmuştur.
Başta cumhuriyetin başından beri semirtilen büyük burjuvazi… Ta o zamanlar, cumhuriyetin en başında, “yerli ve milli” sermayemiz olsun diyerek Koç’lar ve diğerleri devlet kaynaklarıyla semirtilmişlerdi. Söylemeye bile gerek yok, işçiden ve köylüden çalınanlarla. Bir de gayrimüslimlerden zorla alınanlarla. Devletin beslediği burjuvalar zaman ilerledikçe bankacı da oldular, sanayici de… Ama asıl yaptıkları ve en iyi öğrendikleri şey, kolay yoldan para kazanmak oldu. Garantili ballı börekleri birtakım patronlara paslamak bir AKP geleneği değildir, bu işin bir de öncesi vardır. Türkiye burjuvazisi kayda değer hiçbir başarı göstermeden, yenilik ve özgünlük ortaya koymadan, büyük ve zengin Avrupa pazarının dibinde olmasına rağmen bir nitelik göstermeden avantaları cebe indirmeye baktı. Sonrasında küresel sermayeye tam entegre olalım, bize ayak bağı olan askeri-bürokratik vesayetten kurtulalım derken AKP’yi cilaladılar. Kendi kavgasını örgütleyecek toplumsal ağırlıktan yoksun olan büyük burjuvazi, AB ve ABD’den de aldığı işaretle AKP’ye bel bağladı. Bunların beslediği liberal aydın bozuntuları da Kemalist-ulusalcı elitlerin tasfiyesi yolunda AKP’yi alkışladı. Büyük burjuvazi öyle farz ettikleri gibi sivilleşme ve demokratikleşme yoluna gidilmediğini gördüğünde de pek oralı olmadı. Zaten yapacağı pek bir şey de yoktu, zayıftı, kaypaktı. Az gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kapitalistlerin güdüklüğü tarihsel bir olgudur. TÜSİAD da bu geleneği sürdürdü. AKP’den ihale, özelleştirme ve iş kapmaya baktı. AKP’nin zengin ettiği türedilerle ortak olup ihalelere onlarla girdi. Yağmadan payına düşeni aldı.
Sosyalistlere Nefes Aldırılmadı
Şimdi topu burjuvaziye atıp meseleyi kapatacak değiliz. 1923’te kurulan cumhuriyet burjuva karakterdedir. Bu cumhuriyet işçilerin köylülerin sırtına basarak kapitalistler peydahlamıştır ama kayda değer bir toplumsal kalkınma sağlayamamıştır. Emekçi halk fakir ve geri kalmıştır. Ulusal haklarını isteyen Kürtler ise feci şekillerde bastırılmıştır. Kısacası sınıfsal ve diğer toplumsal çelişkiler yüzünden milyonlarca emekçinin mevcut düzene karşı farklı alternatiflere yönelmesi kaçınılmazdır. Ne yaparsanız yapın büyük toplumsal çelişkilerin güçlü bir muhalefet enerjisi yaratmasını engelleyemezsiniz.
Peki, bu enerji hangi kanallara evrilecektir? Bu enerjinin ilk doğal adresi sendikal mücadele, sol ve sosyalist partilerdir. Ama siz sola başından beri hiç nefes aldırmaz ve yaşam alanı tanımazsanız bu enerji başka eleştirel kaynaklara yönelecektir. İslamcı eleştiri bu sayede bir çekim merkezi olmuştur. Geçmişte sol mücadeleye karşı İslamcıların sırtı sıvazlanırken, komünistler ve devrimcilere düşense darağaçları ya da zindanlar olmuştur. Mustafa Suphi’den Deniz Gezmiş’lere Nazım Hikmet’ten Ethem Sarısülük’e burjuva devletin bu konudaki istikrarı hiç bozulmamıştır. Kürtlerin ezilmesi konusunda da benzer bir istikrar tablosunu görüyoruz.
Şimdi birinci cumhuriyetin tüm tarihi boyunca işçilerin emekçilerin durumu buyken, azınlıklara yapılanlar, komünistlerin ezilmesi ortadayken birinci cumhuriyete sol perspektiften ağıt yakılması anlaşılabilir mi?
İslamcı rejimin baskısı nedeniyle, laiklik ve modernlik elden gitti kaygısıyla birinci cumhuriyet belki daha nostaljik geliyor ama düzene karşı çıkan devrimcilerin işkencelerde ezim ezim ezilmesiyle meydan İslamcılara bırakılmadı mı? Said-i Nursi’den Gülen’e, Necip Fazıl’dan RTE’ye düzenin İslamcılara yaklaşımı ile Mustafa Suphi’lerden Nazım’a ve Hikmet Kıvılcımlı’ya bakışı bir midir? Deniz Gezmiş’i darağacına gönderenler O’nun okul arkadaşı Abdullah Güllerin önünü açmamış mıdır?
Cumhuriyet Sınıfsal Doğası Gereği Hep Anti-Komünistti
Birinci Cumhuriyet anti-komünizmin merkez üslerinden birisi olmuş, emperyalistlerin ileri karakoluna dönüşmüşse bundan ötürü Menderes ya da İnönü suçlanamaz. Meseleyi kişilere havale etmek çocukça bir iştir. Cumhuriyet burjuva bir karakterde kurulmuştur. Tabiatıyla cumhuriyet Soğuk Savaş sırasında kapitalist kampta yer alacak, komünizme karşı savaşta ABD’nin yanında yer alacaktır.
İslamcılar da komünizme karşı mücadelede hep iyi bir müttefik olarak değer görmüştür hem ABD katında hem de Cumhuriyet’in egemenleri katında. 1965-1980 arası dönemde ABD, yerli büyük burjuvazi, ulusalcı devletlüler, faşist ülkücü hareket ve İslamcılar uyanışa geçen emekçi halka ve gençliğe karşı her beraber kanlı bir kampanya örgütlemiştir. Zamanın CHP lideri Bülent Ecevit de sağlam bir anti-komünisttir ve bu kampanyada üzerine düşen özel rolü iyi oynamıştır. Bu durum, cumhuriyetin burjuva karakterinin kendisini ortaya koymasıdır. Sınıf savaşında işçi sınıfının ve diğer yoksul kesimlerin uyanışına karşı Kemalist-ulusalcı elitler, TÜSİAD, NATO, İslamcılar ve faşistler birleşmiştir. Stalinizmin cenderesindeki sosyalist hareket ise bu Kutsal İttifak’a karşı koyacak donanımda değildir. Neticede 12 Eylül ile emekçi halkın uyanışı tamamen ezilmiş ve İslamcıların yükselişi için kapılar ardında kadar açılmıştır.
Sonuç
Uzun lafın kısası bugün kurumsallaşan AKP diktası, cumhuriyetin derin çelişkilerinin ve sosyalist hareketin bu çelişkilerden yararlanamamasının bir sonucudur. Sosyalist hareketin başarısızlığının kendisiyle alakalı kısımları tarihsel bir hesaplaşmayı gerekli kılıyor. Diğer taraftan sosyalistlerin sürekli baskılanması İslamcıların önünü açmıştır. Cumhuriyetin egemenleri başarısızdır, yetiştirdikleri burjuvazi de çapsız ve derinliksizdir. Kırık dökük de olsa var olan burjuva anayasal sistemin çözülmesine; keyfiyet ve zorbalığın hüküm sürdüğü bir kabile rejimine dönüşmesine seyirci kalmışlardır. Ama emekçi düşmanlığında müthiş bir devamlılık söz konusudur.
Uzun lafın kısası birinci cumhuriyete gözyaşı dökmek geçmişten hiç ders çıkarılmadığını göstermektedir. Cumhuriyetin kazanımlarından dem vuran sözde komünistler ve ilericiler, hayata sınıf mücadelesi üzerinden bakmadıkları için sol kesimleri yanıltmaya devam etmektedirler. Aslında sol Kemalistlerden fazlası olmayan bu kesimler, hele hele de TKP, burjuva devlete sadıktır. “Sosyalist cumhuriyet” diye allayıp pulladıkları söyleminse burjuva cumhuriyetten farkı yoktur. Çokça dem vurulan aydınlanma ise bağrındaki sınıfsal çelişkileri açığa vuran Marksizm tarafından aşılmıştır. Günümüzde aydınlanmayı mihenk taşı olarak kabul etmek komünistlerin yapacağı bir iş değildir. Gerçek komünistler, işçi sınıfının devrim davasının taşıyıcısıdır, hayata sınıf gözlükleriyle bakar ve sömürücülerin şu ya da bu kanadının arkasına asla dizilmez.
Gerçek komünistlerin sosyalizmden anladıkları, 1917 tipi bir devrimle, yani işçilerin ve emekçilerin örgütlülüğü ve ayaklanması üzerinden gelişen yeni bir düzendir. Bu yeni düzen ezilenlerin şölenidir, tutkulu enternasyonalisttir ve halkların kardeşleşmesidir.