Seçimler, Kimlikler ve Beklentiler – Emre Güntekin

Seçimler, Kimlikler ve Beklentiler – Emre Güntekin

Kılıçdaroğlu’nun adaylığı en nihayetinde açıklandı ve seçim sürecine girmiş bulunuyoruz. Önümüzdeki iki ayın kolay geçmeyeceği, Erdoğan rejiminin iktidara tutunmak adına her yolu deneyeceği günler kapıda. Bir yanda geçmişin bütün kirli aygıtlarının sahneye davet edildiğini görüyoruz: 90’lı yıllarda kontrgerillanın eli kanlı tetikçilerinden Yeşil, yine o yılların sembolü beyaz toros, kontrgerilla destekli Hizbullah’ın siyasi kolu Hüda-Par, Mehmet Ali Ağca, siyasi suikast söylentileri… Bu tablo özellikle Kürtler ve Aleviler gibi ezilenler için bir uyarı niteliğinde. Hem Aleviler hem Kürtler yaklaşık 20 yıllık AKP iktidarı boyunca sayısız ayrımcılığa, baskıya, zulme maruz kalırken, herhalde kimse şimdiki durumdan daha kötüsünü vadedemez. 

Bu tablo Millet İttifakı’na yönelik beklentileri de artırıyor. Olası bir iktidar değişiminde, Türkiye’de tek adam rejiminin yıkıp geçtiği özgürlükler ve demokratik haklara dair bir rahatlama beklentisi toplumun hemen her kesiminde hakim. 

Ancak bu rahatlamanın özellikle ezilenler için de sınırlarından bahsetmek gerekmektedir. Zira tarihte pek çok hayal kırıklığı yerli yerinde duruyor. Yakın geçmişten en akılda kalıcısı ilk seçildiği dönemde Martin Luther King’in veliahtı olarak bile ilan edilen Obama’nın ABD başkanı olmasıdır. 2008’de başkan seçilen Obama’nın başkanlığının son yılında siyahlar halen ırkçı saldırılara uğruyor, kendilerini katleden polislerin mahkeme salonlarında kollanmasına karşı sokaklarda mücadele yürütmek zorunda kalıyorlardı. 2013 yılında, 18 yaşındaki Michael Brown adlı bir siyahi gencin polis tarafından katledilmesinin ardından ABD çapında patlak veren protestolar sırasında bir protestocunun söyledikleri durumu özetliyor: “Ülkede kötü şeyler oluyor. Güya anayasa profesörü siyah bir başkanımız var. Ama ülkede halen siyahlar suçsuz ve silahsız oldukları halde birer birer öldürülüyorlar.” Dünyanın en büyük “demokrasi”sinde bile 8 yıllık süreçte değişen çok az şey olmuştu. O “demokrasi” daha sonraki yıllarda kendi içerisinden Trump gibi aşırı sağcıyı zirveye taşıyacak, Black Lives Matter gibi ABD tarihinin en şiddetli toplumsal patlamalarından biriyle yüz yüze kalacaktı. ABD örneği kapitalizmin en gelişmiş ulusal zemininde bile toplumsal sorunları çözmede ne denli başarısız olduğunu gösteriyor.

Bize gelirsek… Millet İttifakı’nın ortaklarının bir araya geldiği günden bu yana Kürt halkının veya diğer ezilen kimliklerin demokratik taleplerine dair bütünlüklü bir plan program ortaya koymasını bırakın; iktidar kullanır korkusuyla bu meselelerden köşe bucak kaçıldı. Sağa ve muhafazakar kesimlere hitap etme kaygısıyla ve de yeri geldiğinde devletçi reflekslerle bu topraklarda on yıllardır acılar içinde yaşayan halklar büyük ölçüde unutuldu. Gelinen noktada yine kırmızı çizgiler çiziliyor, şerhler konuluyor; demokratik hakların ve özgürlüklerin nereye kadar genişletileceği değil nerelerde sınırlanacağı konuşuluyor. Söz konusu Kürtler olunca Millet İttifakı’nın sınırlarının Meral Akşener’in bu meseleye bakışıyla sınırlı kalacağını şimdiden görebiliyoruz. Akşener, masaya döner dönmez katıldığı televizyon programında Kürt halkının taleplerinin “milletin masası”nda zinhar olamayacağını tekrar hatırlattı. Masanın bu hali, seçimi kazanmak için Kürt halkının oylarına muhtaç olan Millet İttifakı’nın bunu onların taleplerine minimum düzeyde kulak vererek, mümkünse de geçiştirerek yapmaya çalışacağının bir işaretidir.  

Sermaye Düzeni Kürt Sorununu Çözebilir mi?

Türkiye’de Kürt sorununda yumuşama çabaları bugüne kadar birçok kez denense de hiçbiri istenilen sonucu vermedi. Kirli savaş yıllarının ortasında, 1995 yılında TOBB’un talebiyle Doğu Ergil’e yazdırılan Kürt sorunu raporu ile büyük sermaye çevreleri meselenin çözümünü Kürt halkının anayasal vatandaşlık taleplerinin karşılanmasında, siyasal alana katılımın önündeki engellerin kaldırılmasında, PKK ile yürütülen mücadelede Kürt halkına uygulanan baskıların önlenmesinde, Kürt coğrafyasına ekonomik yatırımların artırılarak bütünleşmenin sağlanmasında arıyordu. Ergil raporun ardından başına gelenleri 2012 yılında katıldığı bir meclis komisyonunda şöyle anlatmıştı: “Ben yıllarca değerli arkadaşlar, yıllarca, küçük çocuğumu arabama bindirmeden önce, onu apartmanın demir kapısı arkasında tutup arabaya gidip bir sokağın başına bakıp bir öteki tarafına bakıp altına eğilip “bomba” arayıp ondan sonra, motoru çalıştırdıktan sonra o çocuğu bindirdim. Yıllarca böyle devam etti. Bütün yaptığım araştırma yapmak, yazmak ve bulgularımı paylaşmaktı.”

Yine aynı dönemde Sakıp Sabancı bir Diyarbakır gezisinde “Sadece parayla bu sorunlar çözülmez. İspanya’yı bize benzediği için anlatıyorum. İspanya’da BASK işi o kadar büyüdü ki bir milyon insan öldü. Onlardan ders almalıyız. 1945’ten 1995’e kadar 97 savaşın 69’u etnik meselelerden kaynaklandı” dedi. Sonra “İyi şeyler yapmamıza Ankara fren koyar mı, kaygı duyuyorum.” sözleriyle çözüm için Bask modelini işaret edecek, derin devletin Türkiye’deki kıdemli ismi Alparslan Türkeş ülkenin en büyük kapitalistlerinden Sabancı’ya haddini aştığını hatırlatacaktı. 

Neticede büyük sermaye tepesinde sallanan kılıcın gölgesine pıstı, haddini aşmamaya özen gösterdi. Kürt sorunu ve demokratikleşme başlığındaki tüm iddialarını rafa kaldırdı, sadece semirmeye baktı. AKP döneminde de aynı senaryo gerçekleşti. TSK vesayetinin yerini, Erdoğan rejimi alırken; büyük sermaye şikayetlerini zaman zaman kısık sesle de olsa dile getirdiğinde paparayı yedi ve sustu, yine semirmeye baktı. Erdoğan tarafından fazlasıyla da ödüllendirildiler ve bunun hatırına cumhuriyet tarihinin en karanlık dönemlerinden birinin aralanmasına rıza gösterdiler. Kürtler, Aleviler eziliyormuş; kadınların en temel hakları gasp ediliyormuş, özgürlükler kısıtlanıyormuş, basın susturuluyormuş… Bütün bunlar kendi tatlı karları cebe aktığı müddetçe önemsiz teferruatlar haline geldi ve üzerinde durulmadı. Bu iki dönem Türkiye’de büyük sermayenin tarihsel olarak sorun çözme kapasitesinin zayıflığını göstermektedir.

İşin özü mevcut düzen Kürtlerin, Alevilerin, kadınların ve diğer tüm ezilen kimliklerin demokratik hakları ve özgürlükleri meselesinde kalıcı bir çözümün tüm olanaklarını tüketerek ayakta kalabiliyor. Bunun sebebi ise ülkede biriken bütün bu çelişkilerin derinliğidir. Emekçiler öfkeli, gençler öfkeli, kadınlar öfkeli, Kürtler öfkeli, Aleviler öfkeli… AKP, iktidarı boyunca derin bir toplumsal öfke birikimine neden oldu ve bu öfkeyi besleyen kaynakların hepsi birbiriyle iç içe geçmiş durumda: Ne sınıfsal eşitsizlikler ne Kürt sorunu ne de diğer sorunlar… Hepsinin çözümü ortaklaşırken, bunları çözme kapasitesini yitiren egemen sınıflar ancak bu öfkeyi dizginleyerek ayakta kalabileceğini biliyor. Barajın kapakları bir kez açıldığında altında kalacağını düşünüyor ve ne pahasına olursa olsun toplumsal muhalefetin canlanacağı zeminlerin ortadan kaldırılmasını önceliği haline getiriyor.

Kılıçdaroğlu ile Yeni Bir Restorasyon Dönemi İhtimali

AKP sonrası düzeni restore edecek bir aktör olarak Kılıçdaroğlu, hem sağda hem de solda muteber bir aday olarak görülüyor. Sol içerisinden önemli aktörler şimdiden Kılıçdaroğlu’na desteğini açıklarken, bir anlamda bu restorasyon projesinin altına da imzalarını atıyorlar. Fakat son altılı masa krizinde de görüldüğü üzere bu düzenin en ufak bir kontrol dışı gelişmeye ve aktöre tahammülü yok. Burjuva düzene sadakatinden şüphe duyulmayacak bir Kılıçdaroğlu’na bile yerin geldiğinde sınırları hatırlatılıyor. 

Akşener’in gidişi gelişi belki planlı bir süreç olmayabilir; ancak sonuçları itibariyle her zaman onun “ülkücü damarını” dikkate almak zorunda hissedecek bir Kılıçdaroğlu yaratmıştır. İktidarın yarattığı yağmacı çetelere karşı alacağı tavırdan, Kürt meselesinde atacağı adımlara kadar her konuda bir gözü masadaki ortaklarının kırmızı çizgilerinde olacak bir cumhurbaşkanına ve onun başında olduğu düzene hazır olmak gerekiyor. 

Şu denecektir: Erdoğan kalsa daha mı iyi? Elbette bunu tartışmaya açmıyoruz. Bu yazılanlar sadece olası bir iktidar değişimi sonrasına dair şimdiden yapılmış bir uyarıdır. AKP’den kurtulmak sosyalistlerin de hedefi ancak düzen muhalefeti aracılığıyla bu karanlıktan kesin bir kurtuluş sağlanamayacağını söylemek bugünün bize biçtiği bir görevdir. Bahsettiğimiz şey ekonomik krizden çıkıştan, toplumdaki değişim isteğinin yaşama geçmesine kadar pek çok konuda mevcut aktörlerin ajandaları ve bunların bileşimiyle oluşan altılı masanın programı çelişkilerle yüklü olduğudur.

KATEGORİLER