1974 Dünya Kupası: En Güzel Kaybedenler – Fikret Seyhan
1970 Dünya Kupası’nı Brezilya’nın kazanmasıyla birlikte “Jules Rimet Kupası”, üçüncü kez kazanmalarının şerefine, daimi olarak Sambacılara gitti. 1974’te takımlar İtalyan heykeltraş Silvio Gazzaniga tarafından tasarlanan 36,5 cm yüksekliğinde, 6,175 kg ağırlığında olan som altından yapılmış kupayı müzelerine götürmek için mücadele edeceklerdi. 48 yıllık yolculuğunda kupa Beckenbauer’den Maradona’ya, Romario’dan Zidane’a kadar sayısız dünya yıldızının elinde dolaşacaktı.
Tıpkı 1970 Dünya Kupası’nda olduğu gibi, savaş boyutuna ulaşmasa da 1974 Dünya Kupası elemelerinde de siyasi gerilim yaşanmıştı. 11 Eylül 1973’te Şili’de Salvador Allende, General Pinochet’in darbesiyle devrilmiş ve ülkede muhaliflere yönelik geniş çaplı bir terör başlatılmıştı. Onbinlerce kişi işkenceden geçirilmiş, binlerce kişi işkenceden geçirilmişti. Özellikle Şili Ulusal Stadı bu işkencelerin merkezi konumundaydı. Devrimci protest müziğin ilham kaynaklarından biri olan Victor Jara’da burada işkence görmüş; elleri ve parmakları bir daha gitar çalamaması için kırılmıştı. Bunun ardından Jara kendisinden gitar çalmasını isteyerek dalga geçen askerlere ünlü marşı Venceremos’u ıslıkla çalarak yanıt vermişti. Jara bunun üzerine katledilmişti. Darbenin ardından yaklaşık iki ay sonra, daha darbe sonrası çimlerin üzerine akan kan kurumadan, Şili Ulusal Stadyumu’nda SSCB ile Şili milli takımlarının dünya kupası elemeleri için karşı karşıya gelmeleri gerekiyordu. SSCB FIFA’dan maçın başka stada alınmasını talep etti. FIFA’nın talebi kabul etmemesi üzerine SSCB sahaya çıkmadı ve Şilili futbolcular rakipsiz kaldıkları sahada boş kaleye attıkları golle turnuvaya katılmaya hak kazandılar.
Şilili Carlos Caszely o anlarda yaşadıklarını şöyle anlatmıştı: “Yaptığımızın hala yanlış olduğunu düşünüyorum. Sahaya çıkmasam başıma her şey gelebilirdi. Sahaya çıktığımda ise gözyaşlarımı içime akıtmıştım.”. Turnuva boyunca tek bir maç kazanamayan Şili, çıktığı her karşılaşmada Pinochet ve onun diktasına lanet okuyan binlerce öfkeli taraftarla karşılandı.
Siyasi gerilim turnuvanın ev sahibi Federal Almanya’nın Doğu Almanya ile aynı gruba düşmesiyle devam etti. Her iki ülke de birbirini resmi olarak tanımıyordu. Fakat SPD lideri ve Federal Almanya Şansölyesi Willie Brandt, 1970’lerin başından itibaren hem SSCB hem de Doğu Almanya ile ilişkileri yumuşatmaya ve karşılıklı anlaşmalar imzalamaya girişmişti. Temelde Brandt’ın amacı Batı’yla Doğu arasında birleşmeye giden yolun önünü açmaktı. Ancak iki ülke karşılaşmadan birkaç ay önce Federal Almanya Şansölyesi Willi Brandt’ın danışmanı Gunter Guillaume’un Stasi ajanı çıkması ve Brandt’ın istifa etmek zorunda kalması ilişkileri germişti. Batı Almanya’nın favori olarak çıktığı Doğu Almanya maçında kazanan Doğu olurken, duvarın öteki yanından bir tokat daha gelmişti. Maçın tek golünü atan Jürgen Sparwasser, 1988 yılında bir futbol maçı bahanesiyle gittiği Batı’ya iltica ederken “vatan hain”leri sınıfında yerini almıştı.
Futbola Hollanda Damgası: Total Futbol
Hiçbir futbol taktiği yoktur ki bir dönemin ihtiyacının ürünü olmasın. 1960’lar İtalya’dan türeyen katı ve sert savunmaların ve kirli futbolun dönemiydi. 1970 Brezilya’sı bu futbol biçimini buharlaştırmayı başarmıştı. Avrupa futbolunda ise catenaccio ismiyle özdeşleşen bu futbola cevap Hollanda’dan geldi.
1970’lere geldiğimizde Avrupa futbolunda adından söz ettiren en önemli olgu Hollanda’nın “Total Futbol”u oldu. 1970’te Feyenoord Ernst Happel önderliğinde Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanırken; sonraki üç yıl (ilki 1974’te Hollanda’nın teknik direktörü olan Rinus Michel’in önderliğinde) Ajax ard arda bu kupaya uzanmayı başardı. Temelleri bu yıllarda atılan 1974 Hollanda’sına Rinus Michel’in yaptığı dokunuşlar, futbola geleceğe uzanacak bir şekil veriyordu: Rakibi kaosun içine sürükleyen hızlı bir pres, takım halinde hücum ve savunma, bireysel yeteneklerin takım potası içerisinde eritilerek zenginleştirilmesi, pozisyon esaslı futboldan alan odaklı bir anlayışa geçilmesi… Elbette bu takımın da kahramanlara ihtiyacı vardı. Her futbolcu, sahada futbolun gerektirdiği hemen hemen tüm sorumlulukların altına girebilmeliydi. Top mümkün olduğunca takımın ayağında kalmalı velevki kaybedilirse anında geri kazanılmalıydı. Van de Kerkhoff kardeşler, Rensenbrik, Van Hanegem, Haan, Krol, Neeskens ve tabi ki takımın beyni “Sarı Fare” Johann Cruyff takımda olunca zorluklar büyük ölçüde kolaylaşıyordu. Temelleri Michels tarafından atılan Total Futbol’u mükemmelleştiren ise öğrencisi Cruyyf oldu.
Eduardo Galeano, dönemin asi ruhunu da yansıtan Cruyff’u şöyle anlatır: “Bu sıska şeytan, daha çocuk yaştayken Ajax Kulübüne kapağı atmıştı: Annesi o zamanlar kulübün kantininde çalışırken, kendisi de saha dışına çıkan topları topluyor, futbolcuların ayakkabılarını temizliyor ve sahanın köşelerine bayrakları yerleştiriyordu. Kısacası kendisinden istenilen her şeyi yapıyor, ama kendisinin istediği şeyi yapamıyordu: Top oynamak istiyordu, ama bunun için yeterli fiziğe sahip olmaması ve ayrıca hırçın yapısı nedeniyle top oynamasına izin verilmiyordu. Ama bir keresinde oynamasına izin verdiler ve o andan sonra bir daha yeşil sahalardan ayrılmadı; daha çocuk yaştayken Hollanda milli takım kadrosuna alındı ve muhteşem bir futbol sergilediği ilk milli maçında bir gol atıp hakemi bir yumrukta yere serdi.” Cruyyf başlı başına bir futbol kültü yaratmayı başardı. Belki de hiçbir futbolcu içinde yer aldığı takımların oyun felsefesine onun kadar etki etmemiştir. Ajax’tan Barcelona’ya ve Hollanda milli takımına kadar onun formasını giydiği hemen her takımda hala Cruyff’un izlerini görmek mümkündür.
Hollanda futbolu altın çağını yaşıyordu; fakat tarihin en iyi Alman milli takımından biriyle karşılaşacak olmaları en büyük şanssızlıkları oldu. Buna rağmen Münih Olimpiyat Stadı’nda 78 bini aşkın taraftarın izlediği final maçına fırtına gibi girdiler ve Neeskens’in 2. dakikada attığı golle öne geçtiler. Cruyff orta yuvarlaktan aldığı topla Alman ceza sahasına adeta kamikaze dalışı yapmış, Alman defansı onu ancak düşürerek durdurabilmişti. Sıra “Der Bomber” (Bombacı) lakaplı Gerd Müller, Paul Breitner, Kaiser Beckenbauer ve Hoeness’li Almanya’daydı. Daha ilk yarı bitmeden Almanya iki gol buldu. Bu goller maçın skorunu da tayin ediyordu.
Cruyff’un karşısında en az onun kadar oyunun evrimine etki eden bir figür bulunuyordu: Franz Beckenbauer. Kaiser 1966’da final oynayan kadrodaydı. 1970’te yarı finalde İtalya karşısına sarılı bir omuzla çıkmıştı ve kaybetmişlerdi. 74’te bu kez çok daha tecrübeli bir şekilde finalde yer alıyordu. Galeano onu şöyle anlatıyordu: “Sert futbol eğiliminde olanların aksine o zarif futboluyla gerektiğinde bir tanktan daha güçlü, bir obüsten daha delici olunabileceğini gösterdi. Münih kentinin bir işçi semtinde dünyaya gelmekle birlikte aslen köylü olan bu ‘Kaiser’ sahada bir imparator gibiydi, hem hücumda, hem de savunmada çevresine hükmederdi. Gerilerde oynadığında değil bir top, bir sivrisineğin bile geçmesine izin vermezdi; ileriye doğru atağa kalktığında ise sahada ilerleyen bir havai fişekten farksız olurdu.”
Kaiser’e futbol tarihinin en iyi golcülerinden birisi olan Gerd Müller eşlik ediyordu. Müller 1970’i gol kralı olarak kapatmıştı. 1972’de bir takvim yılı içerisinde tam 85 gol atarak 40 yıl boyunca kırılamayacak bir rekora imza atmıştı. Müller de dönemin birçok yıldızı gibi zor patikalardan geçerek zirveye ulaşmıştı. Bayern’e transfer olduğu 1964 yılında, takımın teknik direktörü Zlatko Cajkovski tarafından “Küçük, şişman Müller.” olarak tanımlanmış ve beğenilmemişti. Cajkovski onu oynatmamakta diretse de Bayern yönetiminin zorlaması sonucu takıma alınmaya başladı ve bir daha da formayı bırakmadı. Bayern de oynadığı dönemde bir yandan da bir fabrikada kaynak işçiliği yapıyordu. Pek çok yıldız futbolcunun aksine saha dışında spot ışıklarının altında olmayı sevmeyen Müller, saha içinde yaptıklarıyla Alman futboluna derin izler bıraktı. Beckenbauer ve Hoeness gibi Bayern’de de birlikte oynadığı takım arkadaşları Müller olmasaydı Bayern’in bugünkü gibi dev bir kulübe dönüşmesinin zor olacağını dile getirirler.
Tarih genelde kazananları hatırlar ve anlatı onların üzerine kurulur. Fakat 1974 Hollanda’sı tarihe en güzel kaybedenler olarak geçtiler. Zira bıraktıkları miras on yıllar sonra bile işlenmeye devam ediyor. Cruyff otobiyografisinde 74’ün ardından bıraktıkları mirası şöyle tarifler: “Bazen kupa kaldırmasanız da kazanmış gibi görülürsünüz. Dünyanın neresine gitsem insanlar benle o zamanki takımımızla ilgili konuşmak istedi. Galiba o turnuva boyunca, gelmiş geçmiş ve bizden sonraki tüm dünya şampiyonlarından daha fazla saygı ve övgü kazandık. Bundan dolayı gururluyum. Dünya Kupası bizi dünya çapında kült figürlere dönüştürdü. İnsanlar yiğitçe maharet gösterimize ısındılar. Kuvvetimiz, dürüstlüğümüzdeydi. Rol yapmıyorduk; neysek oyduk. Doğuştan Hollandalı, huy açısından tam birer Amsterdam’lıydık. Bir de galiba ben bir ‘trendsetter’a dönüşmüştüm. Gittikçe herkes görünüşümle, ne giydiğimle, saç kesimimle ilgilenmeye başladı. Pek çok kupa kazanmıştım ama gerçek yıldızlığa ancak Dünya Kupası’ndan sonra ulaştım. Söylediğim ve düşündüğüm her şey birden önem kazandı. Sadece Hollanda’da değil, tüm dünyada.”