Şerif Mardin'in Ardından: Merkez-Çevre İkiliği Türkiye'yi Anlatıyor Mu? – Güneş Gümüş
Şerif Mardin, uzun ve üretken bir ömrün ardından dün yaşama veda etti. Mardin’in özellikle liberal ve muhafazakar entelektüellere büyük cephanelik sağlayan merkez-çevre ikiliği temelinde Türkiye siyasal ve toplumsal yaşamını anlamak gerektiğini savunan tezleri, Türkiye’de sosyal bilimler alanında oldukça etki bırakmıştır. “Şerif Mardin’i Şerif Mardin yapan bu tezidir” desek haksızlık etmeyiz.
Mardin’in kendisi de bir liberaldi; sadece liberal düşüncenin entelektüel taşıyıcısı olarak kalmayarak Türkiye’de kendisini çok az gösterebilen liberal siyasal faaliyetlerin de parçası oldu. Mardin, 1956’da liberal eğilimli Hürriyet Partisi’nin genel sekreteri ve Demokrat Parti iktidarına muhalif, liberal Forum Dergisi’nin başlıca yazarlarından olmasının yanı sıra 1994 yılında büyük sermayenin önemli isimlerinden Cem Boyner öncülüğünde kurulan liberal Yeni Demokrasi Hareketi’nin kurucuları arasında yer almıştı.
Mardin’in Kültürelci Analizleri
Sosyal bilimler alanında egemen olmuş anlayışlardan biri, Marksizmi ekonomik indirgemecilik ve determinizm olarak yaftalayıp toplumsal gerçekliğe kültürelci bir bakışla yaklaşmanın çok yönlü, çok katmanlı bir analiz ortaya çıkardığı iddiasıdır. Oysa ki kültür dışındaki öğeleri yok sayan, en iyisinden tali hale getirerek sosyal bilimleri asıl tekdüzeleştiren ve ele aldığı toplumsal gerçekleri statikleştiren kültürelci analizlerin kendisidir. Şerif Mardin’in merkez-çevre tezleri de bunun iyi bir örneğidir.
Mardin, Osmanlı-Türkiye siyasal ve toplumsal tarihini merkez (yönetici elitler) ile çevre (sivil toplum) arasındaki ikilik üzerinden açıklamaya çalışmaktadır. Çıkış noktası toplumsal bütünleşmenin Batı’dakinin aksine Türkiye’de neden yaşanmadığı sorusudur. Mardin’e göre Batı’da feodalizmden kapitalizme geçişte merkezi otorite ile çok boyutlu düzlemlerde karşı karşıya gelen çevresel güçlere özerkliklerini yitirmeden siyasal süreçleri etkileme imkanlarının olacağı bir kamusal hayatın sunulmasıyla ortaya çıkan uzlaşma temelinde ulus-devletler ortaya çıkmıştır: “Modern devleti yaratan merkezileşme süreci, dayandığı feodal temellerden ötürü, çevre güçleri diyebileceğimiz şeylerle uzlaşmalar yapılması sonucunu veren bir dizi karşı karşıya gelmeyi kapsamıştı” (Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, s.37). Böylelikle çevresel unsurlar sisteme dahil edilmiş olur. Mardin, Osmanlı’dan başlayan modernleşme dönemi boyunca merkezin çevreyi bir uzlaşma temelinde massedemediğini tartışır: “19. yüzyıldan önce Osmanlı İmparatorluğu’nda, katmerli karşı karşıya gelmenin ve bütünleşmenin bu ayırt edici özellikleri eksik gibi gözükmektedir. Daha doğrusu, temel karşı karşıya gelme, tek boyutluydu ve her zaman, merkez ile çevre arasındaki bir çatışma olarak ortaya çıkıyordu… Yakın zamana kadar, merkez ile çevrenin karşı karşıya gelmesi, Türk siyasasının temelinde yatan en önemli toplumsal kopukluktu ve yüz yıldan fazla süren modernleşmeden sonra da varlığını sürdürmüş gibi gözüküyordu” (Mardin, age, s.38).
Mardin, Osmanlı’dan Türkiye’ye merkezle (yönetici elitlerle) çevre (halk) arasındaki kültürel yabancılaşmanın toplumsal bütünleşmenin gelişimine imkan vermediğini savunmaktadır. Osmanlı modernleşmesi sürecinde gelişecek kültürel yabancılaşmanın yeni biçiminin kaynaklığını, modernleşmesinin parçası olan Batılı okullardaki eğitim yapmaktadır. Modernleşmenin taşıyıcısı olacak bürokrasinin yetiştiricisi Batılı okullardaki, özellikle askeri okullardaki, toplumsallaşma “çevre”nin bağrından koparak gelen öğrencilerin taşraya bakışını şekillendirmekte; yeni elitlerce taşranın ilerlemeye, yeni fikirlere kapalı yerler olarak küçümsenmesi de taşranın karşı tepkisini beraberinde getirmektedir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan modernleşme sürecinde merkez, çevreyi yeni kültürel çerçevesiyle şekillendiremediği gibi onun karşı tepki olarak “üst ve alt sınıfları da kapsamak üzere tüm taşra dünyasının, İslâmî bir muhalefet içinde laikliğe karşı gittikçe birleşme”sini (Mardin, age, s.56) yaratmaktadır. Taşra, seçkinler kültürüne karşı geleneksel kültürel dokuya ve İslama sarılarak merkez açısından “gericiliğin” merkezi haline gelmiştir.
Mardin açısından bürokrasi ile muhafazakar halk arasındaki ikilem temelinde yükselen merkez-çevre çelişkisi, aslında kültürel kimlikler üzerinden işlemektedir. Mardin’in açtığı alanda özellikle muhafazakar-İslamcı entelektüeller, Türkiye modernleşmesini “dine-halka yabancılaşmış elitler” ile muhafazakar halk arasındaki ikilem temelinde okumak için önemli bir kaynak bulmuş; elitlere karşı tepki olarak İslami kimlikle yoğrulmuş çevre de – kendisinden olmayana karşı ne kadar baskıcı olursa olsun – görünüşte değişim talebinin, demokrasinin taşıyıcısı oluvermiştir.
Mardin’in oldukça ses getirmiş ve etkisi devam eden bir örneğini sunduğu Türkiye siyasetinin kültürelci bir bakış açısıyla açıklama çabası, değişimi dışlayan, kültürel indirgemeci ve idealist bir tekdüzelik örneğidir. Öncelikle koşullar, aktörler, yapılar değişse de içeriği-aktörleri değişmeyen bir merkez-çevre ikiliği tanımlanmaktadır. 1826 Osmanlısından 2017 Türkiyesi’ne aynı merkez ve aynı çevreden bahsetmek mümkün müdür? Sanayileşme, kentleşme, işçi sınıfının gelişimi ve mücadelesi, merkezi otoriteyle Alevilerin ve Kürtlerin değişen ilişki dinamikleri, kadınların konumu, kentli ve eğitimli olanların -yani merkezle aynı kültürel dokuyu paylaşanların- sayısındaki büyük artış gibi birçok faktör ilk elden sıralanabilir. Mardin’in tariflediği merkez de çevre de “ideal tip”leştirilmiş, teoriye uydurulmak için kendi içlerinde yekpare bütünler haline getirilmiştir. İşçisiyle, eşrafı, esnafı, sermayesiyle, Alevisi Sünnisi, Kürdü Türküyle merkezle Aydınlanma-muhafazakarlık çelişkisi üzerinden kültürel bir ikilik yaşayan “bir” çevre varsayılmıştır. Osmanlı hilafet rejiminden sonra Kemalist rejimi kendisi için bir nimet gibi gören Aleviler bu “çevre” içine nasıl dahil edilebilir? Ya da Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren etnik bir kimlik temelinde çeşitli ayrılıkçı hareketlere imza atan ve 1930’lardan 1970’lere ciddi bir kültürel dönüşüm geçiren Kürtler…
Osmanlı’dan bugüne devlet ve sivil toplum arasında tek boyutlu bir karşı karşıya gelme sürecini İslam ve geleneksel değerler merkezli bir kültürel yabancılaşma üzerinden tariflemek sadece toplumsal gerçekliğin tekdüze haline getirilmesi değil, eğilip bükülmesidir de. Mardin’in analizinde sınıflara yer yoktur. Ne burjuvazi vardır ne de işçi sınıfı. Bu tezin çıkış tarihi, 1950’ler Türkiyesi bile değildir; sınıf mücadelesinin en çok keskinleştiği, taşrasından büyük kentlerin varoşlarına kadar hemen her yerin işçi hareketi ve radikal solun hegemonyasının altında olduğu 1970li yıllardır. Şerif Mardin’in “çevre”de gördüğü muhafazakar reaksiyon ise Bitlis, Yozgat, Erzurum gibi taşradaki muhafazakar küçük kentlerde esas olarak mezhepsel gerilim üzerinden dar bir alana sıkışmıştı ve dahası Mardin’in “merkez” olarak tarif ettiği devletle işbirliğine yönelmişti. Tıpkı 20.yy’ın başlarında yine bu bölgeden çıkmış olan İslami reaksiyonun önder ismi Said-i Nursi’nin modernleşmeci merkezin taşıyıcı önderliği olmuş İttihatçılarla sıkı işbirliği yapması ve Ermeni soykırımında görev alması gibi. Kısacası merkez-çevre çatışması, sınıf mücadelesinin üstünü örtme çabasını ifade ettiği gibi bariz bir şekilde çok yetersizdir. Örneğin Cumhuriyet’in kurucusu olan partinin 1970lerde çevrenin heyecan uyandıran temsilcisi haline gelişi karşısında Şerif Mardin’in yaklaşımının anlamlı bir cevap üretmesi imkansızdır.
Merkez-çevre ikiliği sanki Kemalist rejimin ilk dönemlerine çok uyuyor gibi görünse bile aslında gerçeklik hiç de öyle değildir. Kemalist bürokrasi, yeni inşa edilen ulus-devletin kapitalist gelişimi için olmazsa olmaz olan yerli kapitalistleri Mardin’in “çevre”sinden çıkarırken yine “çevre”nin bir parçası olan işçi sınıfının hem sendikal hem de siyasal örgütlenmesine karşı 1930’lar ve 1940’lar boyunca sermayeyle birlikte amansız bir baskı içinde olmuştur. Bahsettiğimiz periyot, işçilerin hak arama mücadelesinin yasalarla yasaklandığı, komünist hareketin ağır baskı ve cezaevlerinden başını çıkaramadığı bir dönem olmuştur.
Mardin’in analizinde Kemalist elitlere karşı geleneksel değerleri kullanarak, taşradan beslenerek güçlenen DP, AP gibi sağ muhalefeti açıklamak için merkez-çevre ikiliğine başvurulur ama dönemin uluslararası konjonktürü (Soğuk Savaş) ve bu konjonktür içinde hareket eden büyük dünya güçlerinin ülke siyasetindeki etkisi (mesela DP’nin hem iktidara gelişinde hem de zorla iktidardan indirilişinde) yok sayılır. Bütün siyaset ve toplumsal yaşam alanı sanki sadece kültürel çatışmalarla şekillenmektedir. İşte burada da Mardin liberalliğini konuşturur. Parlamento, seçimlerin ötesinde siyaset alanının belirleyeni yok gibidir. Sermayenin, uluslararası güçlerin belirleyici etkisi gözlerden gizlenmiş oluverir.