Kimlik Politikaları Sağa Yarıyor – Güneş Gümüş
ABD, 6 Kasım’da Temsilciler Meclisi’nin tamamını, Senato’nun yaklaşık üçte birini ve birçok valiyi seçmek için ara seçime gitti. Demokratlar, Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu ele geçirseler de Trump karşısında bekledikleri ezici galibiyeti elde edemediler. Brezilya’da ise aşırı sağcı Bolsonaro çoklarını karamsarlığa sevk edecek şekilde zafere ulaşmıştı. Türkiye’de Tayyip Erdoğan, 16 yıldır girdiği seçimleri hep açık ara önde tamamladı. Hindistan’da Modi, İtalya’da Salvini, Macaristan’da Urban, Avusturya’da Kern… Örnekler uzatılabilir. Dünyada aşırı sağın, otoriterliğin güçlendiği bir iklim hüküm sürüyor. Peki bu aktörlerin seçim başarılarının ardında ne var? Elbette ülkelerin kendi gerçeklikleri ya da seçimlerin gerçekleştiği dönemlerin farklı bazı özellikleri söz konusu. Ancak otoriter bir iktidar isteğini açıkça dillendiren ve yaşama geçiren bu aşırı sağ unsurların önemli ortaklıkları mevcut. Bir kere hepsi klasik düzen partilerinin eridiği kriz koşullarının ürünü. Toplumu kimlikler temelinde kutuplaştıran bir söylem kullanmaları da en belirgin ortak yanlarından. Trump’ın ara seçimler yaklaşırken “siyahlar bana oy vermeyecek kadar aptaldır”, “bir siyah liderin yönettiği ama bok çukuru olmayan bir ülke gösterin” demesi boşuna değil. Kimlik kutuplaşması en çok bu baylara hizmet ediyor. Kimliklere bölünmüş, ayrışmış ve kutuplaşmış toplumlarda bu tarz söylemlerle çoğunluğa onlar hitap ediyorlar.
Solun Öznesi Ezilen Kimlikler mi?
Kimlik politikaları günümüzde solun da ideolojik cephaneliği durumunda. Oysa ki 101. yıl dönümünde olduğumuz Ekim Devrimi’nin yeşerdiği 20. yüzyıl konjonktüründe sınıf hareketi ve devrimci mücadele sadece ülkelerin gündemine değil küresel politikaya da devrimlerle damgasını vurmuştu. Ardından işçi sınıfı, askeri darbeler, sağcı saldırılar ve Stalinci okulun ihanetleriyle sınıf mücadelesinde belirleyici yenilgiler aldı. Stalinci SSCB’nin yıkılması bunun üzerine geldi. Fiziksel yenilgi ideolojik yenilgiyle birleşince işçi sınıfı ve sosyalist devrim perspektifi çaptan düşmüş oldu. Sol politikalara ezilen kimlikler mücadelesi hakim. İşçiler de en iyi durumda bu kimliklerden biri olarak gündeme gelebiliyor. İşçi sınıfının tarifinde erkek, beyaz, homofobik, milliyetçi ve tüketici kalıpları kullanılıyor.
1980’lerden itibaren dünya çapında egemen olan neoliberalizmin yeni üretim yapılanmasıyla örgütlülüğü ve dolayısıyla mücadele gücü zayıflatılan sınıf hareketinin toplumsal görünürlüğü ve etkinliği de büyük darbeler yedi. İşçi sınıfının ve solun bu yenilgisinin uzun döneme yayılmış etkileri, 1989’da Doğu Bloku’nun çöküşüyle iyice perçinlendi. İşte bu koşullarda solda sınıf vurgusunun yerini ezilen kimlikler almaya başladı.
Kimlik siyasetinin ideolojik arka planında; işçi sınıfının artık toplumsal dönüşümün öznesi olmadığını, böyle bir topyekûn dönüşümün de mümkün ve aslında istenilir olmadığını söyleyip yüzümüzü ezilen kimliklere dayanan yeni toplumsal hareketlere dönmemizi salık veren postmodernizm ve post-Marksizm yer alıyor. Sınıf hareketinin dünya çapında geri çekilişi ve kapitalizmin bir dönem için zaferini ilan etmesi solun sadece tabanında değil politika üreticilerinde de umutsuzluk ve işçi sınıfı ile birlikte bütün topluma yönelik bir güvensizliği derinleştirdi. Karamsarlıktan beslenen bir bakış açısı var karşımızda; kimlik politikalarının geri planındaki teorik varsayımlarda da bunu görmek mümkün.
Kimlik siyaseti – dillendirilsin ya da dillendirilmesin – temel bazı teorik varsayımlara dayanıyor. Bunlardan en önemlisi “imtiyaz (privilege-ayrıcalık) teorisi”. Bu teori, ezilmenin; belirli bir ezilme ilişkisine tabi olmayan kişilerin faydalandığı, kazanılmamış avantajlar üzerinden işlediğini savunur. Dolayısıyla ezilen grubun üyesi değilseniz o ezilme ilişkisinde farkında olmadığınız ayrıcalıklara sahip olursunuz. Aslında bu, “ezen ve ezilen kimliğin sahiplerinin çıkarları ortak değildir” demenin bir başka yoludur. Bu perspektif doğal olarak bütünsel bir toplumsal kurtuluş mücadelesini yadsır. Birleşik bir emek ve özgürlük mücadelesi gündemde değildir. “Devrim” fikri de neredeyse itici hale gelmiştir, çünkü umutların ve emeklerin devrime bağlanması ister istemez birleşik bir emek ve özgürlük mücadelesini gerektirir. Ama imtiyaz teorisi tam da bu birleşikliği sevmez. Erkeklerin kadınların ezilmesinden, beyazların siyahların ezilmesinden çıkarı varsa hangi birleşiklikten söz edilebilir ki? Hem devrim gerçekleşse bile ezilen kimliklerin devrimden sonra özgürleşeceği bir hayli şüphelidir. SSCB’deki Stalinist deneyimler tepe tepe kullanılır.
Bunun dışında imtiyaz teorisi ve buradan beslenen kimlikçi sol, ezilmeye karşı mücadelenin sadece o kimlik sahipleri tarafından yürütülebileceğini savunur. Sonuçta ezilmeden çıkarınız varsa ne ezilmeyi anlayabilir ne de ona karşı mücadelenin öznesi olabilirsiniz. Ezen kimliğin mensuplarına düşen maksimum kendi ayrıcalıklarını teşhis edip ondan vazgeçmek olur. O kimliğin taşıyıcısı olmayanlara – aslında toplumun neredeyse çoğunluğuna – mücadele alanını kapatan, onları değiştirmek-dönüştürmek iddiası bir yana bunun neredeyse mümkün olmadığını düşünen bir bakış açısıyla “bizim kendimizden başkasını kazanmak gibi bir derdimiz yok” noktasına gelinmesi çok da zor olmaz.
Kimlik Siyaseti, Ezilenlere de Pranga
Kimlik siyaseti, ezilmenin kaynağını kapitalizmde değil ezen ve ezilen kimlikler arası ilişkiler alanında görür. Ezilen kimliğe mensup olmayanların bu durumdan avantaj sahibi olduğunu düşündüğünüzde ezilme ilişkisinin bitmesinin imkan dahilinde olmadığını kabul etmiş olursunuz. Otomatikman derdiniz ezilmeyi bitirmek değil; onu olabildiğince azaltmak, bireylerin yaşamında ezilme ilişkisinin etkilerini olabildiğince yok etmek olmaya başlar. Post-modernizmin çoklu/parçalı gerçeklik algısına binaen kimlik konusu da kişinin kendi deneyimine/gerçekliğine indirgenir. Türkiye’de karşımıza sıkça çıkan “kişisel olan politiktir” söylemi bu çerçeveyi ifade eder. Ezilme ilişkisini bireyler arası ilişkiler alanın içine daralttığınızda elde etmeyi hedeflediğiniz kazanımların alanı da doğrudan daralır. Kimlik siyasetinin çıkış merkezi ve en güçlü ülkesi ABD’ye bakarsanız ezilen kimlikler üzerinden yürütülen mücadelenin daha çok kişisel olana indirgendiğini görürsünüz. Feminist hareketin kendi içerisinde bile 3. dalga feminizminin sistemden genel talepleri olmayan, kişilerin yaşamını iyileştirmeye odaklanmış bir tür “proje feminizmi”ne indirgendiği eleştirileri yükselmiştir.
Kaldı ki kimlik siyaseti, farklı ezilen gruplarının da birlikte hareket etme potansiyellerini daraltır. Örneğin eşcinsel hareketin tarihinde geyler ve lezbiyenler arasında ya da homoseksüellerle biseksüeller arasında ezilme durumu açısından birbirlerinden farklarını vurgulayan tartışma ve ayrışmalarla çokça karşılaşılır. 1970’lerde boy atan kimliklere dayalı örgütlenmelerin ezilen grupların kendi içinde de farklı kimlikleri içermesinin yarattığı gerilimlerle 1980 sonrasında giderek parçalı ve zayıflamış bir hal aldığını söylememiz gerek. Bırakalım toplumun geri kalanını kazanmayı ezilenlerin kendi içlerinde bile birlikte-güçlü bir hareket örgütlemesi önünde bir engele dönüşmüştür kimlik politikaları. Neredeyse ezilenler arasında bir dayanışma zeminine bile yer kalmaz. Sonuçta tek ezilme ilişkisi yoktur; çeşitli kesişimlerden bambaşka ezilme ilişkileri çıkmakta, kimi durumda bu kimlikler çatışmakta ve genel olarak kimliği taşımayanları kapsamamaktadır.
Solda İdeolojik Kaymanın Bedeli Ağır
Ezilenlerin mücadelesi ideolojik cephaneliğini kimlik siyasetinden devşirdiğinde ezilenlerin kolektif ve güçlü bir hareketini yaratma, toplumda karşılık bulma gibi belirleyici konularda zayıflığa kendisini mahkum etmiş; gücünü ve etkinliği azaltmış olur. Ancak kimlik siyaseti solu etkisi altına aldığında yansımaları çok daha ağır olmuştur. Sosyalist hareket, bütün bir emekçi sınıfları örgütleyip devrim yolunda hareket geçirmek iddialarından ezilenlere hitap eden bir alana sıkışmıştır. Emekçi kitlelere ulaşma ve onları dönüştürme iddiasından vazgeçen bir sosyalist hareket bu kitleleri sağın hegemonyasına terk etmiş olmakla kalmaz; işçi sınıfına alttan alta güvensizlik ifade eden bu pozisyon zamanla sosyalizm fikrine inançsızlığı ve sisteme entegrasyonu da beraberinde getirir. Bu perspektif kaymasının sosyalist hareketin merkezinden çevreye doğru hızla kayacağını öngörmek için alim olmaya da gerek yok.
Radikal solun etkisizleşmesi, kapitalist sistemin sık sık girdiği kriz koşullarında insanlar düzen dışı alternatiflere yüzünü daha çok dönerken çok daha yakıcı bir sorunu ortaya çıkarır: yoksul ve sistemden hoşnutsuz kitlelerin aşırı sağın hegemonyasına terk edilmesi. Bakın bugün Bolsonaro, Trump gibi isimler düzen dışı gibi görünen bir demagojiyi devreye sokarak emek ile sermaye, zenginle yoksul arasındaki derin çelişkileri merkeze alan güçlü bir sosyalist hareketin yokluğunda kitleleri kimlikler üzerinden kutuplaştırarak iktidar oluyor. Oysa ki krizin bedelinin patronlara kesilmesini talepleriyle yükselten güçlü bir hareket – zaten bu çerçevede emekçi mücadelelerine sahne olmuş – Brezilya’da ve ABD’de peşinden milyonlar sürükleyip sol bir havayı bu ülkelerde hakim kılabilirdi. Ama ABD’de Hillary Clinton ve diğer kapitalist kodamanların liderliğindeki Demokrat Parti, Brezilya’da ise İşçi Partisi’nin solundaki PSOL kimlikçi duruşlarıyla Trump ve Bolsonaro’nun ekmeğine yağ sürdüler. Geniş emekçi yığınlarını kazanamayan hatta sağ kanada iten bir rol üstlendiler. Bu durumdan en çok Trumpgiller memnun. Şimdilerde hedef tahtasına ezilenleri, göçmenleri oturtarak sistemin kıçını kurtaran aşırı sağcı liderler radikal siyasetteki boşluğu dolduruyor.
Ezilenlerin de Sömürülenlerin de Düşmanı Ortak
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi sömürünün de ezilmenin kaynağı da kapitalist sistemden başkası değildir. Bu düzenin egemenleri ayrıcalıklı konumlarını sürdürebilmek adına toplumdaki farklı kimlikler arasında süregelen ya da yeni inşa ettikleri ezilme ilişkilerini kullanır; bu temelde toplumda emekçi sınıfların birliğini engelleyen suni bölünmeler yaratırlar. Bu ezilmenin kimi zaman kapitalizm açısından maddi temelleri de vardır; ev içi emek ve çocuk bakımı yükünün aile kurumu temelinde işçi sınıfının sırtına yüklenmesinin kadının ezilmişliğine kaynaklık etmesi ya da yeni emekçileri meydana getirecek aile kurumuna bir tehdit gibi görülen eşcinsellerin durumu gibi… Amerikan İç Savaşı’nda elde silah köleliğe son verip kendi haklarını elde eden siyahları; tekrar bir ezilme ilişkisine tabi kılmak için yapılan, egemenlerin türlü oyunlarını anlamak için Howard Fast’in Özgürlük Yolu romanını tavsiye edelim. Sözün özü kapitalizm son bulmadıkça ne sömürülen emekçi sınıfların ne de ezilenlerin dertleri son bulacaktır. Dolayısıyla ortak düşmana karşı birlikte mücadeleden daha akıllıcası yoktur. Sosyalist hareket tarihi boyunca işte bu birlikteliğin adresi olmuştur; bugün de olmalıdır.
Ama işçi sınıfı böyle bir birlikteliği nasıl tarafı olacak sesleri yükseliyor olabilir. Şu konuya açıklık getirmek gerekir ki Marks olağan dönemlerde işçi sınıfını “kendinde sınıf” olarak tariflemektedir. Bu tanımlanın anlamı, işçi sınıfının nesnel olarak bir sınıf olsa da bir sınıf olduğunun henüz bilincinde olmadığı, kendi sınıfsal bakış açısını geliştirmediğidir. Sınıf hareketinin zayıf olduğu dönemlerde işçi sınıfının çoğunluğu kapitalizmi var eden egemen fikirlerin etkisi altındadır; ezilenler konusunda da durum budur. Ancak çıkar farklılıkları işçi ve patronu karşı karşıya getirir; emekçileri mücadeleye iter. İşte işçi sınıfı için en önemli okul bu mücadele deneyimleridir. Hele ki mücadele patronla-işçi arasındaki çatışmanın sınırlarını aştığında, yerel bir direniş olmanın ötesine geçtiğinde işçi dost ve düşmanı kendi mücadelesi içinde tanır. Bakın mesela bugünlerde Tariş işçilerinin yaşadıklarına: DİSK’e bağlı bir sendikada örgütlendikleri için yasadışı şekilde patron işçileri işten atabiliyor ama işçiler örgütlenmelerine sahip çıkarak işyerlerinde direnişe geçtiğinde hemen karşılarında polisi ve gözaltıyı görüyorlar. Patronun çıkarlarını kim savunuyor; işçinin yanında kim var konusu işçilerce böyle böyle netleşir. Bir de siz bu mücadelelerin toplumu sarsacak kıvama geldiğini düşünün.