Arap Baharı ve Suriye – Çağın Erdinç
Arap Baharı 2010 yılında Tunus’ta başladı. 17 Aralık 2010’da Muhammed Buazizi, bedenini ateşe verdi. Akabinde kamu binaları işgal edildi, kitlesel mitingler ve talepler Tunus iktidarını önce sarstı, ardından yıktı.
Tunus olaylarından yaklaşık 10 gün sonra Cezayir’de ateşler yanmaya başladı. Talep, 19 yıllık olağanüstü halin kaldırılmasıydı. Çok hızlı bir şekilde politize olan kitleler Moritanya’dan Mısır’a kadar Ortadoğu’yu miting alanına dönüştürdü.
Peki “Arap Baharı” sürecini homojen yorumlamak mümkün mü? Yani örneğin “Arap Baharı ekonomik taleplerle başlayıp öyle devam eden halk isyanları sürecidir” tanımlaması ne kadar doğru?
Arap Baharı’na dair bu tarz genelleyici yorumlar doğru değil. Arap Baharı, ne tamamen ekonomik taleplerle başlayan özgürlükçü bir süreçtir; ne de tamamen emperyalizmin güdümünde olan ve mezhepler üzerinden ilerleyen bir süreçtir.
Mısır ve Tunus’taki olaylarla Suriye iç savaşını aynı kefeye koymak mümkün değil. Bir tarafta Buazizi’nin ülkedeki yoksulluğa öfke duymasıyla kendi bedenini ateşe vermesi ve o ateşi kendi bedeninde hisseden kitlelerin talepleri söz konusuyken diğer tarafta kendi mezhebinden, dininden olmadığı için katledilen insanların olduğu bir süreçten söz ediyoruz.
Arap Baharı’nın Mısır ve Tunus gibi ülkelerde cereyan eden süreci desteklenmeliydi. Fakat Suriye’deki süreci de Arap Baharı torbasına atıp süreci “devrim”, “özgürlük” gibi kavramlarla tanımlamaya çalışırsanız, emperyalizmin “kullanışlı aptalları” hâline gelirsiniz.
Suriye halklarının Esad yönetimiyle kurtuluşu elbette mümkün olamaz. Ortadoğu’daki rejimlerin sınıf temelinden sarsılmasını sağlamak devrimci aktörlerin temel görevidir; ancak devrimci aktörler bunu sağlamaya çalışırken her kargaşaya, mezhepsel çatışmalara, dinsel kıyımlara aynı kavramlarla yaklaşıp desteklerse yolunu kaybetmiş olur.
Meseleyi biraz daha açalım. Zira belirli çevreler 7 yıldır süreci anlamıyorlar. Tabi bu iyi ihtimal. Anladıkları halde aynı tutumu ortaya koyuyorlarsa durum daha vahim demektir!
Suriye’de İç Savaşı Harekete Geçiren Dinamikler
ABD, Körfez ülkeleri ve AKP, Suriye’ye tırlar dolusu mühimmat gönderdi. Neden? 2009’da ABD, ciddi bir enerji projesi olan Nabucco Gaz Projesi’ne büyük umutlar bağlamıştı. Katar bu projeyi 2009’da Esad yönetimine iletti. Tasarıya göre gaz, AB’ye ulaşmak üzere, Suudi Arabistan, Ürdün ve Suriye’den zikzaklar çizerek Türkiye’ye kadar uzanacaktı. Proje Suriye yönetimi tarafından reddedildi.
Suriye yönetimi bu projeyi kabul etmiş olsaydı, emin olun, Suriye’deki iç savaş sürecine ABD, Körfez ülkeleri ve AKP bu kadar canhıraş bir şekilde destek olmayacaktı. Esad yönetimi projeyi kabul etmemekle de kalmadı, buna karşı rakip bir projeye imtiyaz vererek, 2010’da 10 milyar dolarlık İran ve Irak’tan Suriye’ye uzanan İslami Boru Hattı tasarısını seçti. Bunun diyeti ağır oldu. 1 yıl sonra Suriye’de kıyamet koptu.
ABD, AB, AKP ve Körfez Ülkeleri “besleme cihatçıları” bölgede tutmak için kendi ülkelerinde operasyon odaları oluşturdu. İsrail, kendi sınırındaki cihatçılara lojistik destek sağladı; her fırsatta Esad yönetimine ait bölgelere saldırılar düzenledi. “Paralı cihatçılar” farklı mezheplerden olduğu için yüzlerce insanı katletti.
Devrim mi? Mezhepsel Kıyım mı?
Bu süreç bir “devrim” değil, mezhepsel boğuşma olarak okunmalıdır. Sürecin başka bir noktaya evrilme ihtimali hiçbir zaman söz konusu olmadı. Ya cihatçılar ve emperyalistler yenilecekti; ya da onların kazanmasıyla hem ABD’nin, AKP’nin ve Körfez ülkelerinin ekonomi politikaları istedikleri gibi sonuçlanacaktı, hem de Suriye yönetimini alan radikal grup ya da gruplar kendilerinden olmayanlara yaşam hakkı tanımayacaktı. Hâl böyleyken devrimci Marksist aktörlerin tutumu net olmalıydı. Fakat ne yazık ki, kimileri bilerek; kimileri de süreci yanlış okuyarak emperyalizmin değirmenine su taşıdı. Suriye Devrimcileri Cephesi ve Hareket Hazm gibi gruplar “ilerici” olarak pazarlandı. Bu unsurlar, doğrudan ABD’nin silah yardımını alan ve aldığı silahları Nusra’ya teslim eden gruplardı.
Sonuç
Toparlayacak olursak; Arap Baharı sürecine dair genelleyici yorumlar doğru değil. Süreç, Mısır ve Tunus’ta farklı; Suriye’de farklı gelişti. Mısır ve Tunus’ta istenilen sonucun elde edilememesinin tek sebebi, kitleleri yönlendirme yetisine sahip devrimci bir aktörün olmamasıydı. Devrimci öncünün varlık sorunu, kitlelerin manevra alanını daralttı. Suriye’de ise süreç tamamıyla mezhepsel ve dinsel hatlardan ilerledi. Emperyalizmin taşeronu olan cihatçı örgütler ülkeyi yangın yerine çevirdi.
Suriye konusunda bir başka sorun, Avrupa’da aşırı sağ unsurların iktidara gelmesi oldu. Suriye’den kaçmak zorunda kalan mültecileri kullanan aşırı sağ unsurlar, Avrupa’da ciddi oy aldı. Sadece Suriye halklarını değil, kendi yaktıkları ateşten kaçan Ortadoğu halklarının tümünü hedef alarak oy topladılar. Bir taşla iki kuş vurmak istediler!
Bu meselenin tek panzehiri var. Ortadoğu’da mezhepler ve dinler üzerinden ilerleyen süreci tersine çevirmemiz lazım. İnsanları ortak paydada bir araya getirecek politikaları yerelden genele yayarak uygulamamız gerekiyor. Bu da yalnızca sınıf mücadelesiyle mümkün olur. “Sen Alevi’sin, ben Sünni’yim” meselesi yıllardır bölgeyi kan gölüne çevirdi. Bu kutuplaşmayı “Biz yoksuluz; siz zenginsiniz” noktasına taşımamız şart. Aksi halde bölgeden kan ve gözyaşı eksik olmayacak.
Sosyalist Gündem