OHAL ile Yönetiyorlar ama Hala 28 Şubat’tan Mağdurlar!
28 Şubat’ın yıldönümü, OHAL ile yönetilen ülkede insan aklıyla dalga geçmenin gündemi oldu. Erdoğan’ın tek emriyle insanların hapse tıkıldığı, KHK’larla on binlerin mağdur edildiği; işkence ile öldürülen bir öğretmenin suçsuz olduğunun ortaya çıktığı ülkede AKP’liler hala 28 Şubat mağduruiyeti yapıyor. Uzun yıllar boyu Kemalist yasakçı zihniyetin ülkede yarattığı mağduriyetleri kendi hareketine devşiren ve bu kutuplaşma ile iktidara taşınan bugünün zalimi AKP, hala dünün mazlum ve mağdur edebiyatını utanmazca devam ettiriyor!
Hatırlatalım: siz bu ülkeyi saraydan yöneten ve OHAL’siz yönetemeyen bir iktidarsınız. Mağduriyet edebiyatını bırakın! Hele ki on binlerce insanı işsiz bırakmış, sorgusuz sualsiz KHK’lardan geçirmiş bir zalimliğin mimarları mazlumlar dağı yaratırken bunu aklınızdan bile geçirmeyin!
28 Şubat’ın yıldönümünü devirirken o günlerin “mazlumlarının” nasıl gaddar bir muktedire dönüştüğünü ibretle izliyoruz. Bugün Türkiye’de özellikle emekçi sınıfların bu iktidarın politikaları nedeniyle yaşadığı mağduriyet o günleri mumla aratıyor.
Mağduriyet söylemi iktidara yükselişinde AKP’nin en temel argümanıydı. Fakat aradan geçen zaman gerçeklerin üzerindeki örtüyü kaldırırken, 28 Şubat’ın Erdoğan ve AKP için “Allah’ın bir lütfu” olduğu çıplak bir şekilde açığa çıktı. Askerin müdahalesi emperyalist-kapitalist sistemle uyumsuzluklar yaşayan Erbakan önderliğindeki Milli Görüş’ü parçalamış ve bu bölünme içerisinden Erdoğan-Gül-Arınç öncülüğünde Batı’nın emperyalist politikalarına tam uyum sağlamış, 2000’lerin başında Kemal Derviş’le başlayan neoliberal, emek karşıtı ekonomik önlemleri radikal bir şekilde uygulamaya koyan yeni bir siyasal proje doğmuştu. Sözde bu yeni proje 90’ların karanlığından ve istikrarsızlığından Türkiye’yi çekip çıkaracak, yolsuzlukların ve mafyalaşmanın önüne geçecek, askeri vesayeti ortadan kaldıracak ve Avrupa Birliği üyeliği ile Batı standartlarında bir demokrasi inşa edecekti. Tabii ki bu projenin gerçekleşebileceğine körü körüne inanan aydınlar, akademisyenler, “solcular” da oldu.
Elbette bunların hepsinin birer masal olduğunu bugünkü Türkiye bize çok iyi anlatıyor.
90’lı yıllarda faili meçhuller, katliamlar, Beyaz Toroslar eksik olmuyordu. AKP Türkiye’si de 90’ları aratmayacak şekilde suikastlerin, katliamların sahnesi oldu ve aynı geçmişte olduğu gibi hesap sorabilecek bir rejim ortada yok. Veli Küçükler, Çatlılar gitti, yerlerini SADAT’lar, Osmanlı Ocakları, Sedat Pekerler aldı! Yani postal destekli mafya gitti, takunya destekli mafya geldi. Değişen sadece isimler oldu.
Kürt sorunu o yıllarda temel gündem maddesiydi, hala öyle! 90’larda devlet şiddeti had safhaya çıkarmış, Kürt halkını siyaset sahnesinin dışına itmişti. Kürt milletvekilleri meclisten apar topar götürülmüşlerdi. AKP Türkiye’sinde de kısa bir açılım oyalamasının ardından eski savaş iklimine geri dönüldü. Hem de ne dönme! Kürt kentleri baştan aşağı yıkıldı ve insansızlaştırıldı. Milletvekilleri yeniden hapse gönderildi. Yetmedi Suriye’de Afrin üzerinden Kürt ulusal hareketine yönelik saldırılar başlatıldı.
90’larda yolsuzluklar had safhadaydı. AKP iktidarında yapılan yolsuzluklar o günlere rahmet okutuyor. Ekonomi, devletin ve kamunun elindeki bütün zenginlik artık tek bir kişinin iki dudağı arasında. Rantı istediğinden alıyor, istediğine veriyor. 90’lı yıllarda çok parçalı siyaset iklimi en azından yolsuzlukların ortaya çıkmasını kolaylaştırıyordu; şimdi tek ses tek yürek bir şekilde medyası, polisi, mahkemesi, meclisi yolsuzlukların üzerini örtüyor.
Emekçi sınıflar 90’lı yıllarda da büyük hak gasplarıyla karşı karşıyaydı; fakat büyük mücadeleler kimi zaman egemen sınıfları da zorluyordu. Zonguldak Madencilerinden, sendikal hakları için savaşan kamu emekçilerine mücadele sahnesi oldukça canlıydı ve buna eşlik edebilecek güçlü bir toplumsal muhalefet ve sivil toplum mevcuttu. AKP döneminde önemli mücadeleler yaşanmış olsa da, özellikle 15 Temmuz’un ardından yaratılan OHAL iklimi iktidarın en ufak bir mücadeleyi ezmesine, toplumsal muhalefeti susturmasına olanak tanıyor. Sivil toplumun müdahale alanı ise hem toplumsal kutuplaşma hem de iktidar baskısı ile oldukça daraltıldı.
28 Şubatçılar müdahalelerinin ardından kamuda ciddi bir tasfiye dalgası başlatmış ve büyük mağduriyetlerin önünü açmışlardı. Sadece dini inanışları nedeniyle emekçilerin yaşadıkları mağduriyet Türkiye toplumunda kimlikler etrafında yaşanan ayrışmaların tohumlarını atarken, en büyük darbeyi muhafazakârlaşmanın temel panzehiri olan sınıfın birlikteliğine vurmuştu. AKP iktidarı 16 yıldır bu ayrışmayı manipüle ederek ve derinleştirerek iktidarını diri tutmaya çalışıyor. Bu yapılanlar bugünün muktedirlerinin hala mağdur rolü oynamasını kolaylaştırıyor. Televizyon ekranlarında da 28 Şubat’ta yaşananları kullanarak bugünün zalimlerini utanmazca aklamaya çalışanları görebiliyoruz.
Elbette AKP bugünkü Türkiye’yi tek başına inşa etmedi. En yakın ortağı yine sözde 28 Şubat mağdurlarından Fethullah Gülen’di. Erdoğan Milli Görüş’ün parçalanması süreci sonrasında ABD desteğini arkasına alırken en önemli referansı siyasal İslam içerisinde ABD’nin Truva atı olan Gülen Hocaefendisiydi. İktidara gelişlerinin ardından bu antidemokratik, her tarafı pisliğe ve çürümüşlüğe batmış, zenginler için cennet emekçiler için cehennem olan Türkiye’yi birlikte inşa ettiler; günü gelince de iktidar savaşına giriştiler.
28 Şubat’ın yıldönümünde askeri vesayetin bu ülkeye nasıl büyük kötülükler yaptığını hatırlarken, hikâyenin eksik parçalarını da bu şekilde tamamlamamız gerekiyor. Aradan geçen 21 yılda muktedirler değişse de Türkiye’de her şey daha da kötüye gitmeye devam etti. Kötünün iyisinin de kötü olduğunu emekçi sınıflar acı deneyimlerle öğrendiler.
2000’lerin başında yaşanan siyasal değişimle bütün çürümüşlük ve pislikler halının altına süpürülmüş; fakat pislikler birikti; halının dışına taştı ve bütün evi sardı. Köklü bir temizlik yapmak emekçi sınıfların önündeki yegane seçenektir.