Devrime Adanmış Bir Yaşam: Rosa Lüksemburg |Gökçe Şentürk
Alman Devrimi’nin Karl Liebknecht ile önderi Rosa Lüksemburg katledileli aradan 99 yıl geçti. Rosa yalnızca devrime uzlaşmaz bağlılığı ve adanmışlığıyla değil tercihleri, teorisyenliği ile de proleter devrim mücadelesini verenler açısından baştan aşağı bütün hayatıyla önemli dersler barındırıyor.
1871 yılında Polonyalı bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelen Lüksemburg, 13-14 yaşlarında siyasallaşmış ve sosyalist mücadelede pratiğin içine girmişti. Çok geçmeden Yahudi kökenli bir kadın komünist olmanın karşılığı olarak dikkat çekecek ve hem siyasi faaliyetine devam edebilmek hem de üniversite okuyabilmek için o dönemin pek çok siyasi göçmenini barındıran Zürih kentine yerleşecekti. Üniversitede matematik, iktisat, zooloji ve botanik alanlarında çalışmış 1897 yılında da hukuk doktoru unvanı almıştır.
Zürih’te bir yandan dönemin önemli Marksistleriyle tanışma imkânı bulurken bir yandan da Polonya Sosyal Demokrat Partisi’nin temsilciliğini gerçekleştiriyor; ölene dek muhalefet içinde olacağı ulusal bağımsızlık temelli, radikal görünümlü liberallerin partisi Birleşik Sosyalist Parti’ye (PPS) yönelttiği eleştirilerle de yaşamı boyunca değiştirmeyeceği ulusal sorun perspektifini geliştiriyordu.
Rosa’yı yaşadığı dönem boyunca özgün kılan en önemli şey, keskin zekası ve içinde durmadan kaynayan sorgulama yöntemiyle karşısında kim olursa olsun cesaretle eleştirmekten ve doğru bildiğini haykırmaktan geri durmayışıydı.1898’de Almanya’ya yerleşip de SPD içinde siyaset yürütmeye başladığında, SPD 2. Enternasyonal’in en büyük ve yürütücü partisi olmasına ve Kautsky gibi “Marksizmin Papası” olarak bilinen teorisyenlere sahip olmasına rağmen Rosa’yı kısa zamanda parti içinde dikkat çekici bir devrimci haline getiren de işte bu özellikleriydi.
SPD, 19. yüzyılın son çeyreğinde, giderek sanayileşen ve işçi sınıfının nitelik ve nicelik olarak artan gücünün yansımasıyla pek çok dernekte ve yeni kurulan sendikalarda örgütlendiği, artan ağır sanayi üretimimin etkisiyle işçi sınıfının kendi içinden çıkan vasıflı işçi kuşakları içinden August Bebel gibi önderliklerin oluştuğu bir dönemde kuruldu. SPD kurulurken Marks ve Engels’le doğrudan irtibatta olan Wilhelm Liebknecht gibi önderlerin dışında ne yazık ki Marks’ın yoğun eleştirilerine rağmen sosyalizme evrimci bakış açısıyla sınıf mücadelesini parlamentarizme indirgeyen Ferdinand Lasalle ve takipçilerinin reformist önderliği bir araya geldi. Dolayısıyla Almanya’nın yüzyılın son çeyreğinden itibaren artan refahını ve işçi sınıfının fiziksel koşullarındaki iyileşmeyi geleceğe dair bir genel kabul olarak ele alarak Marksizmin devrimci özünü ortadan kaldıran Eduard Bernstein gibi revizyonistlerin SPD içinde giderek yerleşmesi ve siyasetine egemen olması tesadüf olmayacaktı.
Sosyal Devrim mi Sosyal Reform mu?
Rosa Lüksemburg’un parti içinde bir teorisyen olarak ivme kazanması Eduard Bernstein’in 1896-98 yılları arasında parti gazetesinde yayınlanan “Sosyalizmin Sorunları” adlı makale dizisine cevaben yazdığı “Sosyal Reform mu, Sosyal Devrim mi?” isimli broşürüyle gerçekleşti. Lüksemburg, Bernstein ve parti içindeki revizyonist kanada karşı yalnızca Marksizmi savunmakla kalmamış, aynı zamanda tarihsel diyalektiği tek bir ana takılı kalarak tahrif eden ve Marks’ın devrimci fikirlerini ortadan kaldırarak, kapitalizmi görüntüdeki üstelik de bölgesel refahıyla sınırlandırarak barışçıl sosyalizm masalları anlatanlara karşı devrimin iktisadi bir zorunluluk olarak sömürü ilişkilerinden doğan somut bir mücadele yöntemi olduğunu tekrar kanıtlamıştı. Devrimi yoğunlaştırılmış bir reform dizisi gibi sunarak onu somut köklerinden koparanlara karşı parti içinden önemli bir mevzi kazanacaktı.
Rosa ve Lenin; Kendiliğinden Oluş ve Devrimci Parti
Bir tarafta kitle grevleriyle sistemi felce sokan işçiler, diğer yandaysa giderek bürokratik merkeziyetçiliğiyle bir memurlar örgütüne dönüşen SPD’nin kitleleri yok sayan ve sınıfa dair bütün kararların parti içindeki bürokratlar tarafından alındığı bir mekanik kabuk… İşte Rosa, SPD’nin bürokratik, parlamentarizme saplanmış siyasetinin ve önderlerinin yalnızca kitlelerin kendiliğinden ortaya çıkan büyük enerjisiyle sarsılacağını ve bu sarsıntının elekten geçercesine reformist önderleri tarihten sileceğini düşünüyordu. SPD içinde hayatının sonuna kadar verdiği mücadele onun işçi sınıfının kendiliğinden hareketlerine olduğundan fazla önem atfetmesine sebep oldu. Rosa, Lenin’le kitleleri yönlendirebilecek bir devrimci partinin varlığı konusunda hemfikirdi, fakat bu partinin hangi ilke ve mekanizmalarla işletileceği konusunda ters düşüyordu. Rosa’ya göre kitlelerin kendiliğinden hareketi her şeydi, devrimci partinin yapması gerekense ayaklanma dönemine kadar kitlelerin politik önderliğini ve propagandasını yapmaktı. Lenin ise öncelikle Çarlık Rusya’sının koşullarına uygun, yani baskıcı-otokratik rejim altında işçi sınıfının devrimci partisini oluşturma görevini üstlenmiş, 1902’de yayınladığı “Ne Yapmalı” eseriyle de Rosa’dan farklı olarak sınıfın devrimci partisini öncü güçlerden oluşan, işçilere dışarıdan bilinç götüren, merkezi bir aygıt olarak tariflemişti. Rosa’nın böyle bir tarifi kabul etmesi mümkün değildi. Lenin daha sonraları, bilhassa da 1905 Devrimi’nin deneyimlerinin ışığında, Bolşevikleri devrimcileşen işçi yığınlarını üye yapan ve dolayısıyla işçilere bilinç taşıma meselesini “içeriden ve dışarıdan” olarak birlikte ele alan bir parti şeklinde yeniden tariflese de Rosa, sadece aktif devrimcilerden oluşan, demokratik merkeziyetçi, öncü parti(Leninizm) fikrini kabul etmedi. Lenin, “kitlesel mücadelenin kendiliğinden oluşunun – her yerde ve tabi o tarihte Rusya’da da – bir partinin örgütü ve bilinci ile tamamlanması” zorunluluğundan bahsediyordu.
Rosa uzun süre boyunca SPD’nin muhafazakâr ve bürokratik parti aygıtına karşı mücadele etmişti. Bu gericliği aşmanın yolu olarak tabandan yükselecek kendiliğinden işçi hareketine güveniyordu. Belki de bu yüzden Lenin’in parti aygıtına yaptığı vurgu, Rosa’ya gelecekteki işçi atılımını tehlikeye sokacak bir nokta olarak görünmüştü. Kendiliğinden işçi hareketi iktidarları devirebiliyordu, ama devrim yapmak ve kapitalistleri kesin bir yenilgiye uğratmak, kendiliğindenliğin sınırlarını çok ama çok aşan bir şeydi. Bu nokta bir Çarlık Rusya fenomeni olarak hayata başlayan Bolşevizmin aslında evrensel bir kategori olarak hayat tarafından kanıtlanmasını işaret ediyor.
SPD hem teorik hem pratik olarak çürürken, 1. Dünya Savaşı sırasında Alman burjuvazisinin yanında işçi sınıfını cepheye sürme yönünde propaganda yaparken, Rosa uzlaşmaz bir antiemperyalist olmasına rağmen hala kitlelere hitap etme fırsatı olduğu için Nisan 1917’ye kadar SPD içinde kaldı. Alman Komünist Partisi’ni (KPD) ise Ocak 1919’daki ayaklanmadan yalnızca 1 ay önce kurmuştu. O zamana kadar da parti içinde kalarak işçi hareketinden kopmayıp muhalefet etme taktiğini izledi. 1914’teki savaş kredileri lehine parlamentoda verilen karar sonrası Rosa, Karl Liebknecht, Clara Zetkin, Franz Mehring ile birlikte kurdukları Spartakusbund (Spartaküs Birliği) adıyla kendi örgütlenmesine girişti. Durum gerçekten çok zordu. Kalan zamanda tutuklanma ve olayların peşinden koşma şeklinde geçecekti. Oysa Bolşevikler, büyük fırtınaya çok daha hazırlıklıydılar.
Marks işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eylemi olacağını söylemişti, fakat aynı zamanda hâkim fikirlerin egemen sınıfın fikirleri olacağını da. Bir araya geldiğinde çelişki yaratacak bu iki cümleden yalnızca biri doğru olsa sosyalizmi inşa etmek ya çok kolay ya da imkânsız olurdu. İşte Lenin’in parti teorisi aslında işçilerin bilinç seviyesinin muazzam eşitsiz olmasını ifade ediyordu. Devrimci parti, kitlesel- geniş tipte bir işçi partisi olsaydı, işçi sınıfının ortalama bilinç seviyesini baz almak zorunda kalırdı. Ama bu ortalama da burjuva fikirlerin damgasını taşır. Bu yüzden geniş kitle partilerinin çıkış noktası, reformizmin, tutuculuğun ve bürokrasinin yerleşik olduğu bir noktayı işaret eder.
Rosa yalnızca parti teorisinde değil ulusal sorunda da Lenin’le Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı konusunda polemik içinde olmuş ve her iki örnekte de ne yazık ki Lenin’in tarihe diyalektik bakışını ortaya koymaksızın toplumsal şartları ve öznel koşulları işin içine almadan genelleştirerek konuya mekanik şekilde yaklaşmıştır. Ama bütün bunlar onun uzlaşmaz bir devrimci önder olarak bütün hayatına devrime ve proletaryaya adadığı gerçeğini değiştirmemiş, işçi sınıfının devrimci niteliklerinden ve gücünden bir an bile tereddüte düşmemiştir. Lenin Rosa’nın ölümünün ardından onun için “Kartallar bazen tavuklardan alçakta uçarlar, ama tavuklar hiçbir zaman kartallar kadar yüksek uçamazlar. O bir kartaldı ve kartal olarak kalacak…” demiş ve onun sınıf mücadelesinin en keskin dönemlerinde bazı hataları olsa da yılmaz bir önder olduğunu vurgulamıştır.
Lüksemburg ve Liebknecht, 15 Ocak 1919’da SPD’nin sağ kanadı Ebert hükümetinin ayaklanmayı bastırmak için gönderdiği Freikorps çeteleri tarafından dipçik darbeleri ve kurşunlanarak öldürüldüğünde Alman Devrimi ne yazık ki önderlerinden yoksun kalmıştı. Halbuki Rusya’daki devrimi hem koruyacak hem de ilerletecek tek şey devrimin erken sanayileşmiş bir ülkede patlak vermesiyle kapitalizmin siyasi krizinin ekonomik krizle derinleşmesi ve devrimin yayılmasıydı. Almanya’daki devrim bu anlamıyla sömürüsüz bir dünyanın insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar yakın olduğu bir döneme tekabül ediyordu. Tarih, Rusya gibi gericiliğin kalesi olarak betimlenen bir ülkede patlak veren devrimin yalnız kitle hareketleri ve grevler neticesinde gerçekleşmediğini Lenin’in partisi olmaksızın Rusya’nın da Almanya’daki gibi bir yenilgiyle karşılaşmasının kaçınılmaz olduğunu göstermiştir.