Caracazzo'dan Caudillo'ya Chavez ve Venezuela

6 Mart, 2013

14 yıldır Venezuela devlet başkanlığı görevini yürüten Hugo Chavez, dün yaşamını yitirdi. Chavez, renkli kişiliği ve politik çıkışlarıyla dünya çapında tartışmalar yaratan bir isimdi. Seveni de çoktu, nefret edeni de. Ölüm haberinin ardından Venezuela’da yoksul halktan yüz binlercesi göz yaşı dökerken dünyanın en önemli haber ajanslarından Reuters ölüm haberini “sosyalist şovmen öldü” diye duyuracaktı. Chavez’in tüm dünyada sevenleri yoksullardan oluşuyordu, O’ndan nefret edenlerse barikatın karşısındaki zenginlerdi. Devrimci perpsketiften bakıldığındaysa mesele bu kadar basit değildi kuşkusuz. Neoliberalizmin tüm dünyada sınırsızca hüküm sürdüğü bir ortamda yoksul halk lehine reformlar yapan, bununla da yetinmeyip ABD’ye “kafa tutan” reformist bir liderin yoksullar tarafından sevilmesi ve bir çeşit “devrimci” sayılması gayet anlaşılabilir durum. Peki ya gerçek devrime ne olacak?

Hugo Chavez’in bu kadar güçlü bir politik figürü temsil etmesinin arkasında Latin Amerika’nın canlı devrimci damarlarının olduğunun altını çizmek gerekiyor. Chavez’in bugüne kadar, özellikle ABD’nin her türlü baskısına karşı, ayakta kalabilmesinde Venezuelalı emekçilerin mücadelesinin büyük etkisi oldu. Kitle desteğini ve özellikle yoksul emekçilerin öfkesini arkasına alan Chavez 2001 yılında neredeyse % 90’lık payla gelirin en büyük kaynağı olan ve ülkenin en kilit zenginliğini oluşturan petrolü tekelinde bulunduran Petróleos de Venezuela’yı (PDVSA) kamulaştırmıştı. Chavez’in uyguladığı devletçi politikalar hem Venezuelalı kapitalistlerin hem de ABD emperyalizminin büyük tepkisini toplayacaktı.

2002 yılında CIA destekli bir darbe Chavez’i devirip, 2 gün boyunca esir aldığında Caracas sokaklarında yüz binlerce emekçi kamp kurmuş ve Chavez’i darbecilerin elinden çekip almıştı. Böylelikle Venezuela’nın ikinci bir “Şili” olmasının önüne geçen Venezuelalı emekçilerdi.

Biraz daha geriye gidelim, 1989’a. O yılın 29 Şubat günü neoliberal politikalara ve bu çerçevede benzine yapılan büyük zamma karşı başkentin emekçileri ayağa kalkar. Çatışmalarda 3000 emekçi devlet güçlerince katledilir. Bu ayaklanma tarihe Caracazzo diye geçecektir, Caracazzo yani Karakas’ın paramparça edilmesi. Bu ayaklanmanın acı hatıralarından Chavez yükselecektir. Halk ayaklanmalarında ve sınıf mücadelesinin yükseldiği çoğu durumda olduğu gibi Venezuela’da da o dönem ordu içerisinde politikleşme yaşanıyordu. O sıralar subay olan ve ordu içerisinde Bolivarcı Devrimci Ordu adında bir cunta örgütleyen Chavez, kokuşmuş burjuva partileri deviren bir darbe planlasa da başarılı olamaz ve hapse atılır. Hapisliği sadece 2 yıl sürecektir. O’nu mahpusluktan kurtaran yine emekçi kitlelerdir. Kitleler her ne kadar Caracazo’da ezilseler de emekçi sınıfların basıncı burjuva iktidarların ensesindedir. Neticede Chavez serbest bırakılır bırakılmaz sosyal demokrat Beşinci Cumhuriyet Hareketi’ni kurar ve ülkede siyasi gezileri başlatır. Neticede 1999’da yapılan seçimlerde Chavez yoksulların ve neoliberalizmin pençesinde yoksullaşmakta olan orta sınıfların desteğiyle %56’lık oy oranıyla devlet başkanı seçilir. İlk başlarda ılımlı bir profil ortaya koyan Chavez, aşağıdan gelen basıncın da etkisiyle daha sonra Latin Amerika’da güçlü olan caudillo (kurtarıcı başkan) geleneğinin son halkası olmaya soyunur.

2000’de Ekvador’da, 2001 yılında Arjantin’de, 2003 yılında Bolivya’da yaşanan ve özellikle iktidarların neoliberal politikalarını hedef alan ayaklanmalarla beraber 2000’li yıllar Latin Amerika’da devrimci mücadelenin yükseldiği bir süreç oldu. Venezuela da bu mücadele zincirinin bir halkasıydı. Neredeyse bütün Latin Amerika’da kitle mücadeleleri iktidara sol-popülist, reformist unsurları taşıyordu. Chavez bu sürecin en karakteristik halkasını oluşturdu. Sıradışı kişiliği, kendine has karizması ve özellikle uluslararası alanda kazandığı popülarite, Chavez’in yönelimine hakim olan “Bolivarcı Devrim”, “21. Yüzyıl Sosyalizmi” gibi sloganlar, sol yumruğuyla verdiği kareler onun tüm dünyada sol hareketler nezdinde büyük bir popülarite yakalamasını sağladı. Öte yandan özellikle kamulaştırılan petrol sektöründen elde edilen büyük zenginlik ve petrol fiyatlarındaki büyük artışlar, Venezuela’da Chavez’in reformcu politikalarına hareket alanı sağlayabiliyordu. Bu imkânlarla birlikte yoksullar yararına başta eğitim ve sağlık olmak üzere pek çok alanda sosyal politikalar geliştirilirken; toprak reformu, vergi yasası gibi orta ve büyük burjuvazinin hoşuna gitmeyen yasalar çıkarılıyordu. On yıllar boyunca sert eşitsizlikler altında yaşamış, büyük yoksulluk çeken Venezuella halkı için Chavez’in bu uygulamalarının bir devrim olarak algılanması şaşırtıcı değil. Asıl mesele dünyada sosyal hareketin geniş kesimlerinin Chavez’in “Bolivarcı Devrim” yönelimini sosyalizmin özgün bir uygulanışı olarak ilan edip, Chavez’i sosyalist bir önder olarak kabul etmesiydi. Chavez’in “Alo Presidente” programında sıkça Troçki’ye referanslar vermesi, hatta daha da ileri gidip ben de Troçkist’im demesi, Chavez’in yarattığı, herkesi kendisine çeken anaforunu Latin Amerika’da etkili olan Troçkizmin katkısıyla daha da güçlendirmek istemesiyle alakalıydı. Açıktı ki Chavez’in 21.Sosyalizmi bir hayli kafa karıştırıcıydı. Ölümünün ardından yaygın biçimde “devrimin önderi” olarak selamlanması bu etkinin gücünü gösteriyor.

Madalyonun Diğer Yüzü

Chavez iktidarı boyunca ayakta kalabilmesinin tek yolunun özellikle yoksul emekçi kitlelerin mücadelesine dayanmak olduğunu biliyordu. 2002’deki darbeden onu çekip kurtaranlar onlar olmuştu. Bu nedenle iktidarı boyunca sıklıkla kendisini radikal sol figürlerle bağdaştırmaya çalıştı. Troçki’yi bile referans olarak gösterebildi. Dünyada büyük çoğunluk tarafından sosyalizmin yaşayan son kalesi olarak görülen Küba’yla ve lideri Fidel Castro’yla özel ilişkiler geliştirdi.

Ancak Chavez üzerinde yaratılan “sosyalist” – “devrimci” halenin üzeri kazındığında geriye tamamen burjuva sistemin üzerinde yükselmiş reformist politiakalara sırtını dayamış bir figürle karşı karşıya kalıyoruz. Öte yandan Chavez’in antiemperyalizminin de bugüne kadar ABD’ye cephe alırken, dünyada yükselen bir diğer güce Çin-Rusya ve İran blokuna yaslandığını geçtiğimiz on yıl boyunca fazlasıyla gözlemledik. İktidarının üzerinden geçen 14 yılda ise Chavez’in Venezuela’da kapitalist özel mülkiyetin temellerini hedef alan, kurulu düzeni kökünden alaşağı eden bir yönelime girdiğini hiçbir şekilde göremedik. Devrimcilerle reformistler arasındaki kadim farklılık, mevcut burjuva aygıtı yıkmadan seçimle iktidara gelip reformlar yaparak sosyalizme varılıp varılamayacağı noktasında ortaya çıkar. Bugün Chavez’i bir devrimci, bir sosyalist olarak yad eden, kendilerini de devrimci olarak gösterenler aslında apaçık reformizmi propoganda etmektedirler.

Hiç kimse herhalde bugün Venezuela’da sınıf eşitsizliklerinin ortadan kalktığını iddia edemez. Ancak bugün pek çok kesim bunu Batı’nın kara propagandası olarak addetse ve burun kıvırsa da nesnel gerçekler Chavez’li Venezuela’nın kapitalist sistemin bütün çelişkilerini yaşadığını ortaya koyuyor. Chavez’in sosyalizm programı zenginliğe yoksul emekçi halkından ziyade, ülkenin zenginliğinden büyük pay kapan “Boliburjuvazi”yi memnun ediyor. Ülkede işsizlik 2012 yılı itibariyle % 8.2 civarında bulunuyor. Ülkedeki yüksek suç oranları, yüksek işsizliğin toplumsal sonuçlarını yansıtmaktadır. Yoksul halkı sosyal yardımlarla desteklemek, sosyal çelişkileri ortadan kaldırmak için yeterli bir çözüm değildir. Venezuela’da da durum bunu yansıtıyor. Sosyalizmin temel bir şartı olan işçi sınıfının iktidar organlarının oluşturulması, bir nevi kaderlerini ellerine almaları Chavez Venezuela’sında hiçbir zaman bir ideal olarak bile ele alınmamıştır. Bu durum birçok kez işçi sınıfı cephesinden de tepkiler almıştır.

İşçi sınıfı taleplerini dile getirdiği birçok eylemde Chavez’in başında bulunduğu devlet aygıtıyla karşı karşıya gelmiştir. Yani Chavez kendisini soldan eleştirenlere pek hoşgörülü davranmamıştır. 2011 yılı içerisinde yaklaşık 125 işçi hareketi militanı Chavez iktidarı tarafından zindanlarda tutulmaktadır (http://www.socialistworld.net/doc/4915).

Geçtiğimiz yıl Latin Amerika’nın en yüksek enflasyon oranının % 27.6 ile gözlemlendiği Venezuela’da, emekçilerin neredeyse yarısı kayıt dışı sektörlerde ve oldukça sefil koşullarda çalışıyor. Çok cüzi bir oranda kalan toplu konutlar bir yana halkın büyük çoğunluğu hala bizdeki gecekondularla mukayese edilmeyecek teneke evlerde yaşıyor. Ve unutmayalım bu tablo son 14 yıldaki Chavez iktidarı boyunca devam etti. Kamulaştırma politikalarının çok fazla ön plana çıkarılmasına karşın Venezuela Merkez Bankası’nın verileri ülkede özel sektörün ulusal gelirin % 71’ini elde ettiğini gösteriyor. Bu oran 1998 yılında % 68,7 düzeyindeydi. Yani Chavez’li yıllarda özel sektörün büyüdüğünü görüyoruz. Petrolün kamulaştırılmasına rağmen ABD petrol tekelleri Venezuela’da halen önemli bir paya sahip. Geçtiğimiz yıl Chevron devlet tekeli PDVSA ile 2 milyar dolarlık bir anlaşmaya imza atmıştı (Reuters, 18 Temmuz).

Chavez’i uluslararası çapta popülariteye ulaştıran durumsa onun ABD karşıtı çıkışları oldu. Bir zamanlar BM Genel Kurulu’nda George Bush’u şeytan olarak niteleyen Chavez, ABD’nin haydut devletler olarak ilan ettiği Kuzey Kore, İran, Suriye, Libya gibi ülkelerle yakın ilişkiler geliştirmişti. Öte yandan Çin ve Rusya gibi iki büyük emperyalist güçle de ekonomik, askeri ve politik bağlarını güçlendirdi. Özellikle çok hızlı büyüyen bir ekonomiye sahip olan Çin, Venezuela petrolleriyle enerji ihtiyacını karşılarken, yılda yaklaşık 1 milyon varil petrol ihraç ediyor. Chavez’in uluslararası politikasına bakıldığında Chavez’in dünyadaki emperyalist kapitalist düzenle sorunun olmadığı görülebilir. Chavez, emperyalist statükoya karşı değildi, bu statükonun bir diğer sac ayağına eklemlenmişti. Yıllardır ülke içerisinde devrimcilere yapmadığı işkenceyi bırakmayan Molla rejiminin başı Ahmedinejad’la, işçi sınıfının kölece çalıştırılmasın anlamında dünya şampiyonu olan Çin’le, otoriterliğin en üst düzeyde yaşandığı Rusya’yla ilişki geliştiren bir liderin sosyalizm, özgürlük ve demokrasi gibi değerlerle ne kadar yakınlık kurabileceği tartışmalıdır. Hadi bunları da geçelim Chavez’in dünya emperyalist sisteminin kurallarına uygun davrandığının utanç verici bir örneği daha var. Chavez, sırf Kolombiya’daki ultra sağcı işkenceci narko-rejimle arasını düzeltmek için Venezuela’da yakaladıkları FARC ve ELN militanlarını cellatlara teslim etmekte bir çekince görmüyordu. Latin Amerika’nın en sağcı hükümeti ile en solcu hükümeti arasındaki bu işbirliği sosyalizmin temeli olan enternasyonalizm, yoldaşlık ve dayanışma ile açıklanacak değil elbette.

Esasında bu gibi örnekler, Chavez’in antiemperyalizminin ne kadar sığ temellere oturduğunun göstermektedir. Antiemperyalist olmak sadece ABD’ye karşı olmayı değil, bütün emperyalist-kapitalist sisteme karşısına almayı gerektirmektedir. Ancak Chavez emperyalist-kapitalist sistemle bağları koparmak yerine onun egemen bloklarından birisine dahil olmayı yeğlemiştir. Chavez’in arkasından gözyaşı dökerken bu gerçekleri de atlamamak gerekmektedir. Kaldı ki bu güdük antiemperyalizm anlayışı bile tartışmaya açıktır. Chavez Venezuela’sının en önemli ticari ortaklarının ABD’li tekeller olduğu düşünüldüğünde ABD karşıtlığı bile yavan kalacaktır. Örneğin Venezuela petrollerinin en büyük alıcısı olan ABD’nin olası bir kesinti durumunda çok zor duruma düşeceği bilinmektedir, özellikle Irak Savaşı vb emperyalist müdahaleler döneminde. Ama Chavez ABD karşıtı bir sürü renkli “çıkış” yapsa da böyle bir kesintiyi bırakın yapmayı bunun lafını bile etmemiştir.

Sonuç

Chavez, bütün ihtişamını Latin Amerika’da devrimci halk yükselişine borçlu olan bir liderdi. En zor zamanlarında, en ciddi saldırılar karşısında arkasında her zaman milyonların sıkılı yumruğunu gördü. Bu güç olmasaydı Chavez’in Allende gibi devrilmesi hiç zor olmayacaktı. Ancak Chavez’in kendisine destek olan milyonlara borcunu gerektiği şekilde ödeyip ödemediği tartışmalıdır. Latin Amerika’daki emekçi halkın neoliberalizme, kapitalist sömürüye alternatif olarak iktidara taşıdığı Chavez ve Chavez’i takip eden Morales ile diğer ülkelerdeki reformist devlet başkanları, ekonomik durumun da yaver gitmesi sayesinde, bu devrimci enerjinin soğurulmasında başrol oynayan figürler olarak tarih sahnesindeki yerlerini alacaklar.

Chavez’den sonra Venezuela bir kez daha başkanlık seçimlerine gidecek. Chavez’in varisi olarak gösterdiği Maduro seçimlerde ne yapar bunu göreceğiz. Eğer yenilirse Venezuelalı emekçilerin Chavez zamanında elde ettikleri reformları kaybetmeleri tehlikesi ortaya çıkacak. Diğer bir eğilim de sınıf mücadelesinin sertleşmesi olacaktır. Unutmamak gerekiyor ki Venezuela emekçileri Caracazzo’dan beri örgütlü, politize ve mücadeleci bir güç. Chavez iktidarı, bir anlamda bu güç üzerinde yatıştırıcı bir etki yaratıyordu. Esas mesele ise Venezuela’da devrimci Marksist bir örgütlenmenin kitlelerin önderliğine oynayacak bir güce ulaşabilmesidir.

ETİKETLER