Çöküşten Günümüze RUSYA’nın Serüveni (2)- Emre Güntekin
Yazının birinci bölümünü buraya tıklayarak okuyabilirsiniz: Çöküşten Günümüze Rusya’nın Serüveni 1
Rusya’nın SSCB’nin çöküşünden günümüze uzanan serüvenini ele aldığımız yazı dizisinin ilk bölümünde çöküşün ardından ülkenin içine düştüğü siyasal krizin nedenlerini incelemiştik. 1993 yılında yaşanan çatışmalar, Yeltsin’in muhaliflerin kontrolündeki parlamentoyu topa tutmasıyla dinmiş görünse de
yeniden gün yüzüne çıkması çok zaman almayacaktı.
Batılı emperyalistler bu çatışmalarda tamamen Yeltsin’in arkasındaydı. ABD Başkanı Bill Clinton, Yeltsin’in parlamentoyu bombalamasını demokrasiyi savunmanın bir gereği olarak görüyor ve destekliyordu. İçerde ise durum daha karışıktı, zira bir yandan siyasi kriz diğer taraftan Yeltsin’in dayattığı neoliberal reformlarla bozulan ekonomik koşullarla mücadele etmek zorunda kalan Rusya halklarının Yeltsin’e olan desteği düşük seviyelerdeydi. Bu durumun ekonomik ve siyasi nedenleri üzerine ilk yazımızda ayrıntılı olarak değinmiştik. Egemen sınıflar böylesi durumlarda arkalarına halk desteğini alabilmek için tarihte birçok kez milliyetçiliği kullanmayı denemişler ve bunun için de savaşlara kalkışmaktan çekinmemişlerdir. 1994 Aralık ayında Çeçenistan’da Rusya destekli muhaliflerle, SSCB’nin dağılmasının ardından 1990 yılında bağımsızlığını ilan eden Cahar Dudayev önderliğindeki yönetim arasında başlayan çatışmalar Yeltsin yönetimine müdahale için gerekli bahaneyi sağladı.
ÇEÇENİSTAN SAVAŞI’NDAN BİRİNCİ PERDE (1994-1996)
Burada Çeçen-Rus Savaşı’na dair kısa bir parantez açmak gerekir: Çeçenistan’a yönelik müdahale 90’lı yıllar boyunca Rusya’nın en çok başını ağrıtan sorun oldu. Bölgedeki direniş nerdeyse 10 yıl boyunca kırılamadı. 90’lı yılları yaşayanlar Çeçen mücahitlerin dönemin İslamcı hareketleri açısından nasıl büyük bir motivasyon kaynağı oluşturduğunu hatırlayacaklardır. Fakat Çeçenistan’da var olan ulusal sorun sadece 90’lı yıllara ait bir konu değildi. Rusya Çarlık döneminde tam bir halklar hapishanesiydi. Rus Devrimi Çarlık baskısı altında ezilen halklara ilk kez tarihsel bir özne olma ve özgürce yaşama hakkı vermişti. Ta ki Stalinist karşı devrime kadar. Çeçenler, Tatarlar, İnguşlar ve daha birçok halk Çarlık dönemini aratmayan bir baskıyla karşılaştılar.
Çeçenler 2. Dünya Savaşı sonrasında Nazilerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Stalin tarafından Sibirya’ya toplu sürgüne gönderilmişti. 1957 yılında Kruşçev yönetimi Çeçen ve İnguşların geri dönmelerine müsaade etti; ancak bıraktıkları yurtlarının artık bu bölgeye yerleştirilen Kazaklara ait olduğunu gördüler. Yönetim Çeçenleri daha dağlık alanlarda iskân etti. Bu sorun Çeçenistan’la birlikte SSCB ayakta kaldığı müddetçe devam etti ve çöküşle birlikte birçok halk kendi kaderini tayin etmeye çalıştı. Çeçenler de Sovyet ordusunda hava tümgeneralliği yapmış olan Cahar Dudayev önderliğinde 1 Kasım 1991’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Dolayısıyla, Çeçen halkının veya diğer ezilen halkların Bolşevik enternasyonalizminden radikal İslamcılığa doğru kaymalarının gerekçesini bu yüz yıllık süreci anlayarak açıklamak doğru olacaktır. Rus yönetimi Çeçenistan’a hem zengin petrol yatakları hem de coğrafİ konumunun önemi nedeniyle özel önem veriyordu. Ayrıca Çeçenistan sorunun ülke içerisinde bir domino etkisi yaratarak diğer halklara örnek
olmasından korkuluyordu.
1991-1994 yılları arasında her iki güç arasında çatışmalar olsa da asıl savaş 1994 Aralık ayında patlak verdi. Cevher Dudayev bölgede Ruslara karşı koyabilmek için Müslüman halkların desteğini arkasına almayı denedi ve Kuzey Kafkasya Müslüman Federasyonu’na üye oldu. Ayrıca 90’lar boyunca Gürcülere ve Ermenilere karşı savaşlarda askeri tecrübe edinmiş olan Şamil Basayev ve Abhazya Taburu olarak bilinen birliği Çeçen direnişine katıldı. Rusya ise Dudayev yönetimine karşı muhalifleri askeri olarak donatırken, bu hamle başarısız oldu. Çeçenler askeri başarı kazanırken, 70 Rus askerini rehin aldılar. Bu olaya kadar savaşın bir tarafı değilmiş gibi yapan Rusya her iki tarafı da silah bırakmaya çağırdı, aksi halde müdahale edeceğini duyurdu. Çeçen ve Rus yönetimi arasındaki tüm müzakerelere rağmen 11 Aralık 1994’te Rusya’nın askeri müdahalesi başladı. Rusya başkent Grozni’yi ağır bir hava bombardımanına tabi tuttu ve ele geçirdi, ancak Çeçenler dağlık alanlara çekilerek gerilla mücadelesine başladılar. Çeçen direnişine özellikle özellikle Afgan mücahidler başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanından radikal İslamcılar akın etti ki aslında bu süreç günümüzde IŞİD’e giden yolda radikal İslamcı örgütlerin mobilizasyonuna en önemli örneklerden birini teşkil etti. Çeçenistan’ın ardından Müslümanların yaşadığı hemen her bölgede gerçekleşen çatışmalarda El Kaide, El Nusra, IŞİD gibi radikal İslamcı çeteler varlıklarını gösterdiler. Çeçen direnişi radikal İslamın dini motivasyonuyla epey güçlenmişti ve moral olarak Rus ordusundan daha canlıydı. Ancak Rusya orantısız savaş gücüyle Çeçenistan’da yoğun bir yıkım gerçekleştirdi ve radikal İslamcı unsurların hareket alanını daralttı.
Savaş Çeçenler açısından geri dönülmez bir yenilgiye doğru giderken, Şamil Basayev önderliğinde savaş taktiklerinde bir değişim yaşandı. Savaşın konvansiyonel yollarla sürdürülemeyeceğinin farkına varmışlardı. Çeçenler savaşı Çeçenistan sınırları dışına çıkararak fedai eylemleri aracılığıyla Rusya’nın önemli kentlerine yaymayı başardılar. En sansasyonel eylem 14 Haziran 1995’te gerçekleşti. Basayev ve beraberindekiler kendilerine Rus askerlerinin cenazelerini taşıyan bir konvoy süsü vererek Moskova’ya doğru yola çıktılar. Fakat yolda eylem yeri olarak Budennovsk kentini daha kolay bir hedef olarak seçtiler. Buraya saldırarak kenti Rus asker ve polisinden temizlediler ve 2000 kadar insanı kentin hastanesinde rehin aldılar. Rusya iki kez hastaneye operasyon düzenledi, 142 rehine bu operasyonlarda yaşamını yitirirken, 198 kişi yaralandı. Fakat hastaneyi ele geçirmeyi başaramadılar. Basayev ile dönemin Rus yetkililerinin televizyondan canlı yayınlanan müzakereleri sonucu, Basayev’in talepleri kabul edildi ve eylem 16 gün sonra sona erdi. Basayev ve birliği 150 civarında gönüllü rehine ile birlikte Çeçenistan’a geçtiler. Savaşın ilk perdesi yaklaşık 2 yıl sürdü. Rus ordusu Grozni’nin büyük bölümünü eline geçirmesine rağmen duruma hiçbir zaman tam hâkim olamadı. İslamcı mücahitlerin diğer savaşlarda elde ettikleri askeri tecrübeler ve uyguladıkları şehir savaşı taktikleri Ruslara ağır kayıplar verdirdi. Rus ordusunda ise savaş boyunca isteksizlik, boşvermişlik, disiplinsizlik hâkimdi. Öyle ki askerlerin silahlarını satarak askerden kaçması vaka-ı adiyedendi. 21 Nisan 1996’da Cahar Dudayev’in öldürülmesi savaşın Çeçenler adına olumlu sonuçlanmasına engel olmadı. Çeçenler 8 Ağustos 1996’da başkent Grozni’de kalan Rus kuvvetlerini kuşatma altına almış ve orduya geri çekilmekten başka çare bırakmamıştı. İmzalanan Hasavyurt Anlaşması’yla savaşın birinci perdesi kapanmış oldu. Bu anlaşmayla Çeçenistan’ın statüsünün belirlenmesi 5 yıllığına ertelendi.
YELTSİN’İN İKİNCİ DÖNEMİ: YAĞMALANAN ZENGİNLİK
Çeçenistan Savaşı’nda yaşanan bozgunun iç politikada gücünü zedelemesine rağmen Yeltsin 1996 yılında yapılacak başkanlık seçimlerinde iktidarda kalmak istiyordu. Bunun yolunu ise Rusya’da SSCB döneminden
kalan zenginlikleri Yeltsin’le işbirliği yaparak yağmalayan ve gittikçe semiren oligarkların desteğini arkasına almakta buldu. 1995 yılına gelindiğinde Rus ekonomisinde değişen hiçbir şey yoktu. Dış borç alabildiğine artmış, işsizlik katlanmış ve ekonomi durma noktasına yaklaşmıştı. 17 Aralık 1995 yılında yapılan parlamento seçimlerinde Yeltsin ağır bir yenilgi almıştı. Yeltsin’in liderliğindeki Vatanımız Rusya Partisi sadece % 12.2 oy oranında kalırken, asıl patlamayı Gennadi Zuganov önderliğindeki Rusya Federasyonu Komünist Partisi oyların % 34.9’unu alarak yapmıştı. 1996’daki başkanlık seçimlerinde de herkes Zuganov’u favori olarak görüyordu. Yapılan anketlerde Zuganov’un oy oranı % 50-55 arasında görülürken, Yeltsin’in oy
oranı % 2-8 gibi oldukça düşük seviyelerde görünüyordu. Bu durum sebepsiz değildi. Yeltsin yönetimi altında geçen 5 yıllık süreçte Rus halkı yaşam kalitesinde SSCB dönemini arar hale gelmişti. Ekonomiye IMF-Dünya
Bankası gibi Batılı emperyalistlerin kurumları yön verirken, ülkenin zengin doğal kaynakları oligarklara yok pahasına peşkeş çekiliyordu.
1996 yılında yapılan seçimler tam bir ibret vesikasıydı. Yeltsin’in popülaritesi o kadar kötüydü ki çıkar çarklarının bozulması endişesi taşıyan zengin milyarderler aracılığıyla ABD’den yardım istendi ve üç siyasi danışman Yeltsin’in seçim kampanyalarını yönetmek üzere Rusya’ya gönderildi. Spinning Boris flminde de hikâyesi anlatılan seçim kampanyası süresince bu üç ABD’linin görevi kaba tabirle Rus emekçilere “öküz bokunu altın olarak yutturmaya” çalışmaktı. Nitekim başarılı da oldular. 16 Haziran 1996’da yapılan seçimlerde Yeltsin % 35,3, Zuganov % 32, General Aleksandr Lebed % 14,5 oy aldı. Seçim ikinci tura kalırken ABD’li danışmanların da önerisiyle Yeltsin, Lebed’i ulusal güvenlik danışmanı olarak atadı. IMF Rusya’ya 10 milyar dolarlık kredi verirken, oligarklar da Yeltsin’in kampanyasına para akıtıyordu. Artık nasıl olduysa Yeltsin emeklilerin ve memurların iki yıldır ödenmeyen maaşlarını tam da seçim öncesinde ödeyiverdi! Rus televizyonları maaşlarını alan yaşlıların ve çalışanların sevinç çığlıklarını haberlerde yansıtıyordu. Öte yandan Yeltsin’in rakibi Zuganov ise seçim kampanyası boyunca antikomünist kampanya ile baş etmek zorunda kaldı. Tüm medya el birliği etmişçesine Zuganov’u başkan yapmanın Stalin’i diriltmek
anlamına geleceğini yazıyordu. Bu şartlar altında seçimin galibi % 53,8 oyla Yeltsin oldu. Yeltsin’in kazanmasını ardından New York Times gazetesinde, sonradan Bush yönetiminde Dışişleri Bakanlığı yapacak olan Condollizza Rice, “Now, NATO should grow!” başlıklı yazısında Yeltsin’in seçilmesiyle birlikte NATO’nun eski Sovyet coğrafyasına daha hızlı nüfuz edebilme imkânına kavuştuğunu müjdeliyordu. Nitekim Yeltsin 1997 yılında dönemin NATO Genel Sekreteri Javier Solana ile Kurucu Seneti imzalayarak NATO’ya
üye olma yolunda önemli bir adım atacaktı. Fakat Yeltsin’in oligarkların ve Batı’nın tam desteğine rağmen görev süresi içerisinde bu hamlesi başarılı olamadı. Bunda Yeltsin’in Batı’ya entegrasyon çabasına karşı sıkı sıkıya duran NATO karşıtı muhalefetin önemli bir payı bulunuyordu.
Yeltsin’in gelişi onun döneminde palazlanan oligarklara yaradı. 1990’ların başında başlayan talan hız kesmeksizin devam etti. Bugün Forbes dergisine göre Rusya’nın en zengin oligarkları Leonid Mihelson (14.4
milyar $), Mihail Friedman (13.3 milyar $), Alişer Usmanov (12.5 milyar $) ve Vladimir Potanin (12.1 milyar $). İngiliz futbol devi Chelsea’nin sahibi Roman Abramovic gibi bazı oligarklarsa paralarından çok magazinel
olaylarıyla gündeme geliyor. İşin ilginç yanı bu isimlerin hiçbirinin servetlerinin aileden gelmemesi? Peki, nasıl oluyor da böylesine devasa bir zenginliğe sahip olabiliyorlar? Sorunun cevabı bizi Rus egemenlerin 90’larda içine düştüğü yolsuzluk bataklığına götürüyor. Basit bir skandalı örnek verecek olursak: 1996 başkanlık seçimlerinin ardından IMF’den 40 milyar $ borç alınırken, bu para devletin kasasından ziyade Yeltsin ailesinin ve Rus milyarderlerin kasasını şişirmişti. Özellikle, Yeltsin ve kızı Tatyana Dyaçenko’nun etrafında şekillenen rüşvet ve yolsuzluk ağı iyiden iyiye ayyuka çıkmıştı. Ne kadar tanıdık bir hikâye!
1999 yılında Yeltsin’in istifa etmesinde muhalefet tarafından bu yolsuzluk çarkının ifşa edilmesinin önemli bir payı bulunuyordu. Tabi ki tek neden yolsuzluklar değildi. Bu süreçte, Rusya’da oligarklar ve Yeltsin semirirken Rusya’da enflasyon % 84’e, açlık sınırının altında yaşayan insan sayısı 42 milyona ulaştı. İşçi ücretleri ise 1998-1999 yıllarında ortalama 200 $’dan 50 $’a kadar geriledi.
Ayrıca Rusya dış politikada adeta tırnakları, dişleri sökülmüş bir boz ayı gibiydi. NATO Rusya’nın Balkanlardaki müttefki Sırp lider Slobodan Miloseviç’i devirirken, Rus halkı da artık “süper güç” bir ülke olmaktan çıktıklarını görüyorlardı. İşin politik tercümesi, Rusya artık emperyalist kapitalist sistemin yaptırım
gücü olan bir üyesi değildi. Aksine Yeltsin’in ayyaşlığı, şaklabanlığı nedeniyle dalga geçilen, ekonomisi dışa bağımlı ve dağılmış, halkının devletinden nefret ettiği bir ülke haline gelmişti. 1998 yılında Vladivostok’tan başlayarak Moskova’ya kadar 30 milyon Rus emekçi ekonomik krize ve yolsuzluklara karşı sokaklara dökülmüştü. Bu SSCB’nin dağılmasından sonraki en büyük protesto dalgasıydı ve Yeltsin iktidarını ciddi biçimde sarsmayı başardı. Kitleler maaşları dahi ödeyemeyen başkanın koltuğunda oturamayacağını haykırıyordu.
Kısacası Rusya’da milenyum yaklaşırken değişim zili çalmaya başlamıştı. Tüm bu hengâme içerisinde tanıdık bir isim, Vladimir Putin politikada ve devlet yönetimi içerisinde kariyer basamaklarını hızla tırmanıyordu.