Bitti Demeden Bitti – Çağın Erdinç

Malum, birçok firmanın reklamlarda kullandığı “Biz bitti demeden bitmez” sözü, Türkiye futbol takımının gayrıresmi sloganı oldu. Hemeend futboln ardından aynı söz Twitter’de “milli bilinç” gazıyla etiketlendi. Bu sayede “milli takım” gazlanırken çok sayıda firma reklamını yaptı. Televizyon kanalları paraya para demedi. Yani aslında “milli takım” adına halka pompalanan “milli şuur” denilen şey, paranın “duygusal” ismiydi. Halkın bir bölümü şovenist duygularla Türkiye futbol takımını desteklerken firmalar kasalarını doldurdu. Fakat ilk iki maçın kaybedilmesinden sonra bu büyük pastanın dağıtım payı da azalmış oldu. Uzun lâfın kısası, “Biz bitti demeden bitmez” sözü,  ilk iki maçın kaybedilmesiyle tersine döndü. “Milli takım” kaybettikçe milli takımın resmi sponsorları da kaybetti. (Türkiye futbol takımının 8 ana sponsoru 9 da resmi sponsoru var. Bu sponsorlar, sadece Euro 2016 için TFF’ye 15 milyon TL ödedi.) 

Bu durum sadece Türkiye için geçerli değil. Euro 2016 denilen endüstriyel turnuvanın temelinde dönen çarkta milyon dolarlar var. Euro 2016’nın “maddi duygusallığına” yazının sonunda değineceğiz; ancak öncelikle, fazlasıyla konuşulduğu ve konuşulacağı için Türkiye futbol takımının analizini yapmaya çalışalım.

Yürüyen Ego: Fatih Terim

Türkiye dün gece Çek Cumhuriyeti’ni 2-0 mağlup etti. Eğer olasılıklar gerçekleşirse, Türkiye “en iyi üçres 1üncüler” kotasından yoluna devam edecek. Euro 2016’da toplamda 6 gurup var. Gruplar 4’er takımdan oluşuyor. Bu 6 guruptan 4 gurubun “en iyi üçüncüleri” bir üst tura çıkacak. (Örneğin Türkiye Euro 2012’ye katılsaydı ve Euro 2012 bu sonuçlarla tamamlansaydı, Türkiye elenmiş olacaktı. UEFA, reklam gelirlerini arttırmak için Euro 2016’yı daha heyecanlı hale getirmek istedi ve “en iyi üçüncüler” diye bir şey uydurdu. Bu uyduruk sistem sayesinde Türkiye üst tura çıkabilir. Ayrıca Türkiye’nin eleme guruplarından da inanılmaz bir şans sonucu “en iyi üçüncüler” kotasından Euro 2016’ya katıldığını vurgulamak lazım. Yani bir önceki sistem olsaydı Türkiye Euro 2016’ya bile katılamayacaktı)

Türkiye bir üst tura çıksa bile ortada teknik ve idari açıdan fiyasko olduğu gerçeği değişmeyecek. Teknik eksiklikler zaten ortada. Fatih Terim bir imparator değil, diktatör. Tamamen gazla çalışan ve çalıştıran bir mekanizma. İlk maçlar öncesinde Emre Mor için “Biraz çabalarsa büyük turnuvalarda 90 dakika oynayabilir” demişti. Yani Emre Mor’u asıl oyuncu olarak düşünmediğini turnuvanın başında açıkça ifade etti. Buna rağmen Emre Mor, görev aldığı az dakikada çok iyi işler yaptı. Fatih Terim’in kalıplaşmış futbol anlayışının kurbanı olan oyuncu, son maça kadar az süre alsa da takımın değişmez ismi olduğu gerçeğini kanıtladı. Son maçta, Emre Mor hakkında ilk maçlardan önce söylediklerini unutan Fatih Terim, Emre Mor’u ilk on birde başlattı. Emre Mor attırdığı güzel gol ve olumlu oyunuyla “futbolun diktatörü” Terim’i ipten aldı.

Önceki 2 maçta yenilginin nedeni oyunculardı; son maçtaki başarıyı getiren ise Fatih Terim’in dehası oldu! Evet, Terim’in klasik yöntemidir bu. Başarı onun; başarısızlık onun dışındakilerin. Hatta 2 gün önce “Bu turnuvaya ülke olarak iyi hazırlanamadık” dedi. Ne yapacaktık? Antremanlara Türkiye halkları mı katılacaktı? İşte böyle bir zihniyetten söz ediyoruz.

Pirlo Her Şeyi Özetledi

Milan’ın efsanesi Pirlo’nun bir kitabı çıktı. Kitabın ismi “I Think Therefore I Play.” Bu kitapta, bir dönem Milan’ı çalıştıran Terim hakkında Pirlo birçok şey yazdı. Yazdıkları, Terim’in teknik yetersizliğini, kişisel hırslarını özetliyor. İşte Pirlo’nun kitabında, Terim’le ilgili yer alan bölüm: “Berlusconi ve Ancelotti arasında karşılıklı sevgiye dayanan, sağlam bir ilişki vardı. Fakat bunun Milan’ı çalıştıran herkes için geçerli olduğunu söyleyemem, örneğin Fatih Terim.

Fatih oldukça dikkat çekici ve kurallara alerjisi varmış gibi gözüken garip bir insandı. Daha en başında Milan’da uzun süre görev yapamayacağı oldukça belliydi ve kısa bir süre sonra da kovuldu.

Terim Milan’dan önce, canının istediği her şeyi yapabildiği daha düşük profilli takımlarda görev almıştı; ama burası Milan’dı. Burada bazı hareketlerin tolere edilmeyeceğini herkes bilirdi.

Örneğin; öğle yemeğine canı isteyince geç katılıyordu. Milan Kulübü’nü temsil etmesi gereken resmi aktivitelere kravat takmadan gelebiliyor; sonra bu aktivitelerden, evinde ‘Biri Bizi Gözetliyor’ seyretmek için kimseye haber vermeden erkenden ayrılıp, Adriano Galliani’yi masasında tek başına bırakıyordu. Kendisini tesislerde John Travolta gibi garip, caf caflı ve renkli kıyafetler giyerken görüyorduk.

Görev yaptığı süre boyunca kendisinin adeta gölgesi gibi olan deli bir tercümanı vardı. Terim’in 5 dakikalık ateşli konuşmalarını, duygusuz şekilde 5 saniyede tercüme eden bir adam. Tercümanı bir ara Terim’e medya ile tüm ilişkileri süresiz kesmesini tavsiye etti. Medya ile ilişkileri kesmek. Süresiz. AC Milan’da. İletişimin her şeyden önemli olduğu ve mükemmel yönetildiği bir kulüpte.

Özellikle göreve başladığı ilk günlerde yaptığı takım toplantıları ise unutulmazdı. Terim eline bir tebeşir alıp taktik tahtasına 11 daire çizerdi. Tahtadaki her daire sahaya çıkacak bir oyuncuyu temsil ederdi. Ancak konuşmanın ortasında taktik tahtası çizdiği oklardan ve karalamalardan öyle bir hale gelirdi ki; hangi dairenin kimi işaret ettiğini anlamak imkansızlaşırdı. Taktik tahtası, oyuncuları ve mevkileri birbirinden ayırmanın mümkün olmadığı karmakarşılık bir hal alırdı. Kısacası tam bir kaos. Sadece kalecinin kendi pozisyonundan emin olabildiği bir kaos.

Toplantı sırasında bir daireyi işaret edip, ‘Costacurta, tam burada olman gerekiyor’ diye konuşmaya başlardı. bir gün dayanamayıp, ‘Ama patron, o gösterdiğin dairenin biraz önce benim olduğunu söyledin, Costacurta değil ki’ demek zorunda hissettim.

İşin daha da kötüsü konuşma ilerledikçe defans bölgesindeki dairelerle, forvettekileri karıştırmaya başlardı. Artık öyle bir hal almıştı ki, kendi aramızda acaba bunu Berlusconi’nin gizli rüyası olan 2-4-4 taktiğini gerçekleştirmek için bilerek mi yapıyor diye şakalaşmaya başlamıştık.

Ancak şaka bir yana, Terim’in taktik bilgisinin yetersizliğini ve tüm oyun planının takımı bağıra çağıra motive ederek, sahada iyi bir sonuç almamızı ümit etmek olduğunu anlamamız çok uzun bir süre almadı. Belki böyle bir plan başka yerlerde geçerli olabilirdi, ancak Milan’da işlemezdi. İşlemedi de, Milan’da uzun süreli görev alabilmek için bundan çok daha fazlasına ihtiyaç vardı.”

İdari Fiyasko

Türkiye Futbol Federasyonu’nun başkanı Yıldırım Demirören. Bu ismi Beşiktaş’tan tanıyoruz. Beşiktaş’ı borç batağına sokup gitti. Çarşı Gurubu, Denizlispor maçında tel örgüleri aşıp kendisini linç etmeye kalkdemirörenınca istifa sinyalleri verdi ve sonraki kongrede aday olmadı. Kendisi aynı zamanda Milangaz&Likidgaz’ın sahibi. Bu yüzden Beşiktaş taraftarı kendisini “tüpçü” olarak tanır. Servetini bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, iktidarın icazetiyle TFF koltuğuna oturduğu gerçeği. AKP ne dediyse Demirören onu yaptı. Babası, Tayyip’in huzurunda ağlarken o hızla yükseldi.

Gerçekleştirdiği “yenilikleri” birçok yazımızda dile getirdik. Deniz Naki’ye yaptıkları, Amedspor’a verdiği cezalar, E-bilet konusunda AKP’nin bir dediğini iki etmemesi… Hepsini bolsevik.org ve Marksist Bakış’ta yazdık. Şimdi işin teknik yönüne bir göz atalım.

Yıldırım Demirören ve ekibi yabancı futbolcu sınırını kaldırdı. Yani, artık kulüpler istedikleri kadar yabancı futbolcu transfer edebiliyor. Bu durumun doğal bir sonucu olarak “yabancı futbolcu pazarında” (endüstriyel futbolda sporcular alınıp satılabilen bir meta olduğu için kulüpler ‘pazar’ kavramını sıklıkla kullanır)  inanılmaz paralar dönmeye başladı. İşin başka bir boyutu daha var. TFF, her yabancı futbolcu başına kendisine para alıyor!  Örneğin 14 yabancı futbolcu transfer edildiyse TFF 6 milyon TL alıyor! Bunun dışında, fon payına ilaveten her bir futbolcu başına 1 milyon TL alıyor! Eee, “milli şuur” bunu gerektiriyor! Bunun sonucu olarak yabancı futbolcu sınırlaması serbest bırakıldı. (yabancı sınırlamasının kaldırılmasında Fatih Terim’in de onayı var. Terim’in maaşını TFF ödüyor. TFF kazanacak ki Terim de kazansın!)

Yabancı sınırının kalkmasının doğal bir sonucu olarak Türkiye’nin 2 stoperi de aslında stoper değil! Orta saha ve beklerden alınan oyuncular. Mehmet Topal da böyle; Hakan Balta da… Nedeni ise, tamamıyla rant elde edebilmek için kaldırılan yabancı futbolcu sınırlaması. Asıl mevkileri stoper olmayan bu 2 stoper ilk iki maçta çok büyük hatalar yaptı. Hatta İspanya maçında Mehmet Topal kafayla geriye öyle bir pas verdi ki İspanyol futbolcu bu asiste şaşırmış olmalı! Ne bekliyorduk ki? Yabancı sınırlamasının kaldırılmasından sonra kulüpler süratle yabancı futbolcu transfer etmeye başladı. 3 “büyük” takımın stoperleri de yabancı. Doğal olarak “milli takım” kendisine stoper bulamadı. Çok yakında, bu jenerasyonun devri kapandığında, Türkiye futbol takımı oynatabilecek oyuncu dahi bulamayacak. Bizim için hiç dert değil. Ancak “milli takımı” şovenist duygularla destekleyenler tekrar düşünmeli. “Yabancı oyuncu pastasından” Demirören ve ekibi müthiş gelirler elde ederken “milli duyguları” kabarmıyor olacak ki, yabancı sınırlamasını kaldırıyorlar. (Elbette başka ülkelerden futbolcular gelip bu coğrafyada oynamalı; ancak alınıp satılabilen bir “meta” olarak değil!)

Tüm bunları topladığımızda azımsanmayacak kadar çok insan Euro 2016’da Türkiye futbol takımının rakiplerini destekledi. Bu kadar yozlaşmışlık içinde TFF’nin büyük bir kesimde aidiyet oluşturamaması önemli bir konu. Aynı zamanda bu durum Türkiye’deki siyasi kutuplaşmanın da bir sonucu

Euro 2016, Arda Turan ve Çözüm Üzerine

Euro 2016 başlı başına eleştirilmesi gereken bir turnuva. Firmalar ve UEFA ceplerini doldururken halklar maç uğruna birbirlerini boğazlıyor. Rusyalı ve İngiltereli “taraftarların” kavgasını hep beraber gördük. İki düşman orduymuşçasına birbirlerine saldırıp öldüresiye kavga ettiler. Ne gam! Euro 2016 devam ederken şimdiden patronlar ceplerini doldurdu. (UEFA’nın bileşeni olduğu FİFA’da dönen paraları ve yolsuzlukları çok yakında çıkacak olan Marksist Bakış’ta okuyabilirsiniz)

Son olarak Tayyip’in Arda Turan ve “milli takım” konusunda insanları azarlamasına da değinelim. bolsevik.org’un dünkü “4 köşe; 4 yorum” bölümünde söylemiştik, yine belirtelim. Arda Turan’ın ıslıklanmasına neden kızıyorsun? Arda, birkaç öarda turanmür yetecek parayı top peşinde koşarken değil, reklamlarda minibüslerin peşinden koşarken biriktirdi. Arda; Türkiye Finans, Simit Sarayı, De Facto, Turkcell, Clear, Bank of Azerbaijan, Deri Tanıtım Grubu, Opet ve Lassa’nın reklamlarında oynadı. Bu futbolcunun yıllık geliri resmi olarak 13 milyon Euro (reklam gelirleri hariç) İnsanların birinci öfkesi bu yüzden! Onu izleyenler yiyecekleri ekmeğin derdine düşmüşken kendisinden bir zahmet iyi futbol bekliyorlar! Endüstriyel futbolun çarkları bu “alışveriş” üzerinden dönüyor. Endüstriyel futbolu övüp bu durumu eleştirmek tam anlamıyla ikiyüzlülük.

Ayrıca, Arda öyle bir parlatıldı ki, Euro 2016’nın yıldızı olacağına kesin gözüyle bakıldı. Fakat özellikle İspanya maçında 7 defa topla buluşup 8 defa yere düşünce yuhalandı. Ne yapacaktı insanlar? Alkışlayacaklar mıydı? Endüstriyel futbolu övüp taraftarları müşteri olarak gören sizlersiniz. İnsanlar oraya para verip gösteri izlemeye gidiyor. Yıldız olarak parlatılan bir oyuncuyu yerlerde görünce de ıslıklıyorlar.

Sonuç olarak “milli takımlar” denen olgunun temelinde kapitalizmin para çarkları var. Euro 2016’nın ve endüstriyel spora ait tüm turnuvaların da öyle… Peki çözüm ne? Bu noktada sözü, Ekim Devrimi’nin kızıl komutanı Troçki’ye bırakarak yazıyı bitirelim: “Devrim, kaçınılmaz olarak işçi sınıfında en mükemmel tutkuları uyandıracaktır. Bu tutkular, bugüne kadar toplumsal eğitim, kilise, basın, boks, futbol, at yarışı ve diğer sporlar tarafından yapay bir biçimde bastırılmış ve tersine çevrilmiştir. Burjuvazi ve kilise, sosyal dayanışma, eğlence ve spor alanlarında bizden kıyas götürmeyecek biçimde daha güçlüdür. Sosyalist program ve devrimci eylem araçlarını kullanmadıkça işçi sınıfı gençliğini onlardan kurtaramayız.”

bolsevik.org

 

KATEGORİLER
ETİKETLER