Tarihsel Kesitte Sürekli Devrim – V.U. Arslan

Tarihsel Kesitte Sürekli Devrim – V.U. Arslan

Devrim, günlük dilde kökten dönüşüm anlamında kullanılır. Peki “devrim” sınıf mücadelesinde ne anlama gelir? Burada ilk önce politik devrim-sosyal devrim ayrımını yapmak gerekli. Politik devrimler, hakim iktidar gruplarını grevler, protestolar ve ayaklanmalar eşliğinde deviren, ama mevcut üretim ve mülkiyet ilişkilerine dokunmayan devrimlerdir. Mısır’da 2011’de Hüsnü Mübarek’in, 1974’te Yunanistan’da ve Portekiz’de askeri diktatörlüklerin halk hareketiyle devrilmesini politik devrimlere örnek gösterebiliriz. Bu devrimlerde askeri diktatörlükler devrilmiştir, ama üretim ve mülkiyet ilişkileri değişmemiştir. Yani kapitalistler büyük üretim araçlarının sahibi olarak kalmıştır, ücretli kölelik sistemi sürmüştür. Özellikle Yunanistan ve Portekiz örneklerinde devrim daha ileri gidebilir, kapitalistler alaşağı edilebilir, malları kamulaştırılır, işçi sınıfı iktidara geçebilirdi. Bu da sosyal devrim olurdu. Bu noktada sosyal devrimi açıklamaya çalışalım.

Sosyal devrim, bir diktatör ya da yönetici bir kliğin devrilmesi değil; bir sınıfın alaşağı edilmesi, üretim ilişkilerinin ve buna uygun olarak mülkiyet ilişkilerinin değişmesidir. Örnek vermek gerekirse 1789 Fransız Devrimi ya da Büyük 1917 Ekim Devrimi, sosyal devrim örnekleridir. Bu iki örnekten sosyal devrimin iki türü olduğunu çıkarabiliriz. Kronolojik olarak önce gelen burjuva demokratik devrimdir. Burjuva demokratik devrimlerde feodal ilişkiler ortadan kaldırılır, kilise ve aristokrasinin toprakları köylülere dağıtılır, burjuva demokratik bir anayasa yapılır, kapitalist gelişmenin önündeki engeller ortadan kaldırılır… Fransız Devrimi’nin yanısıra, 1650 İngiliz Devrimi, 16.yy’daki Flemenk Devrimi, 1783 Amerikan Bağımsızlık Savaşı yeni bir çağı başlatan burjuva demokratik devrimlerdir. Burjuva demokratik devrimler, kapitalist gelişmenin önünü açtılar, sanayileşmeyle birlikte işçi sınıfı hızla serpilip gelişti.

Avrupa’nın Geç Kalanları

ABD ve Batı Avrupa’nın bir bölümünde bunlar yaşanırken arkadan gelen Orta ve Doğu Avrupa’da kapitalist gelişme, (1800’lerin ortalarına gelinirken) artık mevcut feodal kalıntılarla çatışma içerisine girmişti. Bu ülkelerde monarşiler ve aristokratik haklar hüküm sürüyor ve ulusal birlik oluşturma çabasının yanısıra baskı gören uluslar, kendi devletlerini kurma mücadelesi veriyordu. Burjuva demokratik devrim sırası Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya, Polonya vb’lerine gelmiş miydi? 1848 Devrimleri tam da bu sorunun cevaplanacağı arenaydı. Burjuvaziye karşı bir işçi ayaklanmasına ev sahipliği yapan Paris’i dışarıda bırakırsak Berlin, Viyana, Budapeşte, Krakow, Torino, Frankfurt, Poznan, Palermo, Prag ve daha bir çok kent, burjuva demokratik devrim sancısı çekiyordu. Ama bu ülkelerde beklenen olmadı, devrimler yenildi. Bunun en büyük sebebi burjuvazinin devrimlerden desteğini çekmesi ve karşı devrimin safına geçmesiydi. İşçiler, kent yoksulları ve küçük burjuvazi, üniversite öğrencileri ve yer yer köylüler, barikatlarda kanlarını dökseler de devrimler kaybedecekti. Burjuvazi, monarşiden, aristokrasiden, ayrıcalıklarından, bunların siyasal yönetimlerinden ve ekonomik parazitliklerinden tiksinti duysa da yükselen yeni güç proletaryadan duyduğu korku, çok daha baskın çıkacaktı. Nasıl olsa ekonomik iktidarını adım adım güçlendirirken siyasal kazanımlar zamanla gelebilirdi, ama servet düşmanı işçiler herşeyi altüst etmeye niyetliydiler, gidilen yol buydu. Fransız Devrimi’nde “sans-culottes”un devrimci aşırılıklarını nasıl unutabilirlerdi? Lyon’da 1831’de patlak veren işçi ayaklanması, Britanya’yı sallayan Çartist Hareket ve nihayet 1848’de Paris’i almaya yaklaşan Parisli proleterler… Şimdi Orta ve Doğu Avrupa’nın hemen hemen her şehri, ayaklanmalarla sarsılıyor, burjuva devrim sancısını yaşıyor ama burjuvazi kendi önünü açacak devrimden korkarak geri çekiliyor… İşte Marks, 1848 devrimlerini ele aldığı Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i adlı eserinde burjuvazinin devrimci rol oynama konusundaki tarihsel sınırlarını ortaya koydu. İşçi sınıfı, siyasal ve örgütsel bağımsızlığını kıskançça müdafa etmeli ve devrimi sürekli kılmalıydı. Sürekli devrim teorisinin kökenleri, Marks’ta bu şekilde bulunmaktadır. Burjuvazinin devrimci rolü sona ererken yeni bir tarihsel evreye girilmiştir. Burjuvazi, aydınlık için atacağı son mermisini Amerikan İç Savaşı’nda kullanacak ve 1871’de Paris Komünü’nü kanla boğarken bozuk düzenin yeni efendisi olarak kesin pozisyonunu alacaktı. Artık emperyalizm çağı başlıyordu. İşçi sınıfı, toplumun ezilen kesimlerinin devrimci önderi olarak yükselmek zorundaydı, burjuvaziden ilerici bir rol oynamasını bekleyemezdi.

Düğüm Rusya’da Çözülüyor

Kapitalist gelişme dünyanın yeni yeni bölgelerini kendi anaforuna kattıkça geç kapitalistleşen ülkelerdeki devrim sorunsalı iyiden iyiye kendisini dayatmaya başlayacaktı. Marks ve Engels’in sağlığında bu konunun kendisini ağırlıklı olarak hissettirdiği söylenemez. O dönemde henüz her şey başlangıç aşamasındaydı. Ama 20.yy’ın başında durum kökten bir şekilde değişmeye yüz tutmuştu. Geç kapitalistleşen ülkelerde genç ve dinamik bir işçi sınıfı en modern işletmelerde yoğunlaşıyor, mücadele ettikçe deneyim kazanıyor ve toplumsal muhalefetin öncüsü rolüne soyunuyordu. İşçi sınıfı bu gibi ülkelerde kendisini devrimci demokratik görevlerle mi sınırlandıracaktı, yoksa sosyalist devrim yolunu mu tutturacaktı?

O zamanlar dünya işçi sınıfının en büyük otoritesi olan 2.Enternasyonal’in liderliği, tarihin materyalist yorumlanışında diyalektik yöntemi terk ederek kaba, mekanik ve determinist bir yorumu kendisine kılavuz edinmişti. Buna göre işçi sınıfının sosyalist devrimi hedefleyebilmesi için söz konusu ülkede sanayileşme ve kentleşmenin gelişkin bir hal alması, köylülüğün eriyerek işçi sınıfının sayısal olarak toplumun çoğunluğuna erişmesi gerekiyordu. Bu yaklaşım, kökenlerini diyalektiğin tersi olan, topluma fizik ve matematiğin yöntemlerini uygulamaya çalışan pozitivizmden alıyordu.

Rusya bu kritik meselenin tam göbeğindeydi, zira geç kapitalistleşen Rusya bir yanıyla köylü deniziyken diğer yanıyla da şehirlerde güçlü bir proleter harekete tanıklık ediyordu. Bir yanı en eski, en köhnemiş, en geri feodalitenin içerisindeyken diğer yanı en gelişkin fabrikalarda, en ileri Marksist fikirlerin nüfuz etmekte olduğu, kaynaşan radikal bir proleter harekete sahipti. 2.Enternasyonal’in Rusya seksiyonu olan RSDİP’in hem Menşevik hem Bolşevik kanatları, o zamanki ortodoksiye uygun olarak yaklaşan devrimin burjuva demokratik bir devrim olduğunu düşünüyorlardı. Ama Bolşevikler, Menşeviklerin aksine yak- laşan devrimde burjuvazinin asla devrimci bir rol oynamayacağının farkındaydılar. Burjuvazinin Çarlık ile içiçe geçtiği ortadaydı. Menşeviklerin sınıf işbirlikçiliğini mahkum eden Bolşeviklerin devrim programı yine de demokratik devrim sınırlarını aşamıyordu: işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğü. Bu formülasyon reel politikada devrimci bir eğilimi ifade etse de mücadele ilerleyip devrime dönüştüğünde tamamen havada kalacaktı. Zira iki sınıfın ortaklaşa diktötörlüğü pek açıklanması mümkün bir yaklaşım değildi, zaten köylüler de farklı farklı sınıflara mensuptu, kaldı ki köylülüğün bu heterojen yapısı ve geri kalmışlığı bir köylü partisinin oluşumuna tarih boyunca asla izin vermemişti. Lenin ve diğer Bolşevikler de bu formülasyonu uzun uzun açıklamaya pek kalkışmadılar. Gelgelelim bu eksiklik, 1917’de Şubat Devrimi ertesinde Bolşevikleri çok büyük bir krizle karşı karşıya bıraktı. Eğer Lenin, Nisan Tezleri ile parti içi mücadeleden galip çıkarak eski formülü rafa kaldırmasaydı, Bolşevikler açıkça karşı devrimci bir duruma düşeceklerdi.

Troçki ve Sürekli Devrim

Geç kapitalistleşmiş ülkelerdeki devrim sorunsalına Rusya’da üretilen bir yanıt da 26 yaşındaki L.Troçki’den gelecekti: Sürekli devrim. Bir teorinin tarih tarafından üstelik ayrıntılarıyla birlikte bu kadar net bir şekilde doğrulanması, gerçekten insanı şaşırtıyor. Troçki’nin tarih algısı, doğrusal ve determinist aşamacı yaklaşımdan temelden ayrılıyordu. Troçki, burjuvazinin ilerici bir rol oynamasının mümkün olmadığını, işçi sınıfının köylülüğün desteğini alarak devrimde öncülüğü üstleneceğini söylerken aslında hemen hemen Lenin ile aynı şeyi söylüyordu. Fark devrimin sınırları konusunda kendisini gösteriyordu. Troçki, demokratik devrimin görevlerinin yerine getirilmesi için devrimin demokratik aşamada durdurulamayacağını ve monarşi ve aristokrasiyle birlikte büyük mülkiyetin tamamına karşı işçi sınıfının kendi iktidarını kurmak durumunda olduğunu belirtir. Örneğin demokratik devrimin temel görevlerinin başında gelen köylülüğe toprak dağıtımı mülk sahibi sınıflar için iç savaş anlamına gelir. Yani aristokrasiyle iç içe geçen burjuvazinin beli kırılmadan emekçi halkın sahici hiçbir talebi gerçekleştirilemez. Bunun anlamı da proletaryanın kendi diktatörlüğünü örgütlemesi ve devrimin sosyalist tedbirlerle yoluna devam etmesidir. Diğer taraftan Rusya’daki devrim, diğer ülkelerdeki devrimi tetikleyecek ve küresel çapta kapitalizmin tasfiyesine girişilecektir. Kesin zafer ancak ve ancak devrimin yayılmasına bağlıdır.

Köklerini diyalektik materyalizmden alan sürekli devrim teorisi 1917 Ekim Devrimi ile adeta ispatlanırken, 2.Enternasyonal’in sözde Marksist ortodoksisi adına vaaz ettiği mekanikçi aşamalar teorisi de kesin yenilgiye uğradı. Proleter devrimin ileri Batı Avrupa ülkelerinde değil de Rusya’da gerçekleşmiş olmasını büyük coşkuyla karşılayanlardan birisi de İtalya’da Marksist “papa”larla mücadele içerisinde olan Gramsci idi. Gramsci, Ekim Devrimi için “Das Kapital’e darbe” derken hedeflediği ağzından Marks ve eserlerini düşürmeyen ve son zamanlara kadar en büyük Marksist otorite olarak kabul edilen Kautsky ve İtalyan fikirdaşlarıydı. Bahsi geçen papalar 2.Enternasyonal’i emperyalist kapitalizme eklemlemiş, emperyalist paylaşım savaşında da şovenist bir tutum almışlardı. Doğal olarak Ekim Devrimi’nin de karşısında yer alacaklardı. Bu papalığın Rusya temsilcileri Plehanov ve Menşeviklerden başkası olamazdı. Troçki, Ekim 1917’deki Sovyet Kongresi’nde bu papaların tarihin çöplüğüne gittiklerini müjdeliyordu.

Bilindiği gibi Ekim Devrimi’nin ardından başlayan dünya devrimi kasırgası, Bolşevik tipte devrimci öncülerin diğer ülkelerde hazır olmayışı yüzünden başarıya ulaşamadı. Rusya’da sıkışan işçi iktidarı da olağanüstü baskılara dayanamayacak, içerideki geri gidiş ve bürokratik yozlaşma, 1928’de tam bir karşı devrimle neticelenecekti. Menşevik aşamalar teorisini de tarihin çöplüğünden çıkararak dünya işçi sınıfının başına bela eden Stalinizm olacaktı, üstelik bu gericilik bu defa gerçek Bolşeviklik olarak tüm dünyaya lanse ediliyordu.

Geç Kapitalistleşen Ülkelerde Devrim Sorunsalı Sürüyor

20.yy’ın geri kalanında kapitalist pazar ekonomisi yeryüzünde girilmedik delik bırakmadı. Avrupa’nın ardından Asya ve Latin Amerika’da da devrimler, emek sermaye çelişkisinin yanısıra tasfiye edilmeyi bekleyen yarı feodal kalıntılarla karşı karşıyaydı. Kimi durumlarda monarşilerle iktidar savaşına giren milliyetçi burjuvazi, feodal unsurları tasfiye etmek şöyle dursun bu elementlerle işbirliği yapıyordu. Ekim Devrimi’nin ardından kurulan 3.Enternasyonal, proleter devrimleri Asya’ya da yaymak için kolları sıvamıştı. Bakü’de yapılan Doğu Halkları Konferansı’nda kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin lideri Mustafa Suphi, sürekli devrim programı dahilindeki görevlerini şu şekilde tanımlıyordu: “Amele ve köylü şuraları hükümetini kurarak cihan komünizmi davasına katılmak”. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan mirasın kayda değer bir işçi sınıfı ağırlığı ifade etmediği düşünüldüğünde TKP’nin o dönemki programı gerçeklikten kopuk muydu? Hiç de değil, çünkü sürekli devrim programı ulusal bir program değil, uluslararası bir programdır. O zamanki Türkiye’nin sınır komşusu Sovyetler Birliği ile birleşildiği, kuzeyde kopan büyük fırtınaya katılınıldığı bir durumdan bahsediyoruz. O dönem belki İstanbul, İzmir, Eskişehir gibi illerde yoğunlaşan proleterler, kendi başlarına belki çok cılızdı ama dünya işçi sınıfının ve komşu Sovyet proleterlerinin bir parçası olarak, tarım proleterleri ve yoksul köylülerin desteğini alacak bir devrimci güç olarak hiç de zayıf değillerdi. Gerçekten de Ekim Devrimi ve işçi iktidarı, geri kalmış Anadolu’da büyük yankı bulacak, işçilerin öncülerini kendisine çekecekti. Zamanın aydınları ve Çerkez Ethem gibi asker kökenli unsurlar bile Sovyet atılımının cazibesine kapılmışlardı. Eğer Mustafa Suphi önderliğindeki komünist hareket, örgütlenme ve gelişme imkanına sahip olabilseydi, tıpkı Kafkasya’nın, Orta ve Uzak Asya’nın geri kalmış Müslüman bölgelerindeki gibi devrim heyecanı İstanbul ve Anadolu’daki emekçileri kendisine çekebilirdi. Tabi bu ihtimali değerlendirenler sadece komünistler değildi, tehlikenin farkında olan Mustafa Kemal ve ekibi TKP’nin önderliği olan Mustafa Suphi ve yoldaşlarını yok ederek böyle bir fırsatı komünistlere vermediler.

Aşamalar Teorisinin Yeniden Diriltilişi

Mustafa Suphi’den sonra TKP’nin başına gelenler dünyadaki bütün işçi hareketinin ve KP’lerin başına gelecekti: Stalinizasyon. Stalinizmin Rusya’daki zaferinin ardından benzer dönüşümler dünyadaki bütün komünist partilerde uygulandı. Sisteme yedeklenen, şovenizme kayan, işçi hareketinin sırtındaki bürokratik bir kambura dönüşen KP’ler, geç kapitalistleşen ülkelerde yeniden aşamacı programı savunmaya başladılar. Böylelikle Ekim Devrimi’nde mezara gönderilen Menşevik aşamalar teorisi yeniden diriltiliyordu. Buna göre Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki bütün ülkelerde sosyalist devrim hedefi rafa kaldırıldı. Böylelikle devrimlerdeki ihanetçi tutumun teorik mazereti de hazırlanmış oldu: üretici güçlerin gelişim düzeyi sosyalist devrim için uygun olmadığından ilerici burjuvalarla işbirliğine gidilmeli ve bu yeni ortaklar ürkütülmemeliydi. Nice devrimler bu palavralarla ölüme yollandı, nice devrimci bu ihanet girdabında kayboldu… 20.yy’da kapitalizmin bu ihanetler sayesinde hayatta kalabildiği kesindir. Türkiye sosyalist soluna da bu deli gömleği giydirildi. Proleter sürekli devrim programı yerine Türkiye’de yeni kuşaklar Stalinizmi devrimcilik diye öğrendiler. Halen ciddi şekilde etkili olan Kemalizme bağlılık ve yurtseverlik o dönemden yadigardır. Bunun dışında aşamacılık da devrimci hareketi kötürüm kılan en büyük ideolojik sapmaydı. 1968 hareketine damgasını vuranlar ve gençlik önderliğine Milli Demokratik Devrim (MDD) çizgisini benimsetenler TKP’nin eski kadrolarıydı. Buna göre Türkiye’de sosyalist devrim mümkün değildi, işçi sınıfı olgunlaşmamıştı, verilmesi gereken antifeodal, antiemperyalist bağımsızlık ve demokrasi savaşıydı. Türkiye işçi sınıfı 15-16 Haziranları yaratırken işçi sınıfı devrimciliği ve programı asla kendisine yol bulamadı. 12 Eylül yenilgisi de her şeyden çok teori ve programla alakalıdır. 12 Eylül yenilgisinden sonra devrimci Marksist programa cılız kayışlar oldu. Gelgelelim bu unsurların Bolşevik inşa için gerekli nefese sahip olmadıklarını zaman gösterecekti. Bunların dışında eski Stalinci hattı savunmaya devam ederek devrimci Marksist programdan esinlenenlere de değinmek gerekir. Bu cılız merkezci salınımlar, devrim sorunsalında sosyalist devrimi savunmaya başlasalar da bu dönüşüm, eski mekanikçi pozitivist yöntemden kopuş anlamına gelmedi. Meseleyi yine olgucu sosyolojinin diliyle anlattılar: Sanayinin gelişmesi, kentleşme vb. Yani, ne bir kopuş, ne teorik bir derinlik, ne de geçmişle bir hesaplaşma söz konusudur. Artık iyice saçma duruma düşen bir takım köhnemiş formülasyonlar usulca terk edilmiştir o kadar. Bunların dışında bugün Türkiye sosyalist solunun ana eğilimi hala aşamalar teorisine körü körüne bağlıdır. Behice Boran – TİP çizgisi ve onun bugünkü devamcısı olan SİP-TKP sosyalist devrimi lafzi olarak kullansa da bu geleneğin burjuva devlete sadık Kemalist bir çizgiyi savunan bir tür parlamentoculuk olduğunu belirtmek gerekir.

Sürekli Devrim 21. Yüzyılda da Tek Yol Olduğunu Gösteriyor

Nikaragua’da 1980’lerin sonunda küçük burjuva devrimcisi bir programa sahip olan Sandinistlerin kendi elleriyle iktidarı burjuvaziye teslim edişine tanıklık etmişti. 20 yıl geçtikten sonra eski gerillalar burjuva devletin başbakanlık koltuğuna oturdular. 21.yy’da ise en bariz örnek Nepal oldu. Geç kapitalistleşen ülkelerde ileriye doğru ancak ve ancak proletarya iktidarı ile gidilebileceği ya da emperyalist kapitalist sistemle uzlaşmanın kaçınılmaz olduğunu en iyi Nepalli Maoistler sergilediler. Ya emperyalist kapitalizme teslim oluş ya da devrimin sürekli kılınması. Nepalli işçi ve emekçilerin geri bir ülkede iktidarda kalabilmeleri devrimin yayılmasına bağlıdır. Diğer taraftan kapitalizmin dünya çapındaki krizi ve kitlesel mücadelelerin atılım yaptığı bir dönemde Nepal’deki yarıda kesilen proleter devrim, yeni bir çağın başlaması anlamına gelebilecekti. Sürekli devrimin ispatlandığı bir diğer örnek de Mısır ve Tunus’tan geldi. Bu ülkelerdeki gelişmeleri demokratik devrimler olarak sunanlar çok olmuştu. Gelgelelim demokratik devrimin görevleri olarak sunulan hiçbir mesele hallolunamadan yeniden diktatörlük ve iç savaş bağlamına dönülmüştür. Milyonluk kitle hareketi, verilen binlerce kayıp, sosyalist bir perspektif olmaksızın ileri gidilemeyeceğini ortaya koymuştur. Sosyalist perspektifin tek anlamı da köylülüğün ve diğer ezilenlerin desteğini alan işçi hareketinin yönetimi ele alması ve devrimin diğer Arap ülkelerine yayılmasıdır. Birleşik Sosyalist Ortadoğu mücadelesi sürekli devrimin temel sloganıdır. Kısacası kapitalist barbarlıktan çıkış için tek yol olan sürekli devrim programını hayata geçirecek Bolşevik bir geleneğin inşası görevi bizleri beklemektedir.

bolsevik.org

KATEGORİLER
ETİKETLER