İktidarın Hubris Sendromu – Emre Güntekin
8 Ekim, 2013
AKP iktidarı uzunca bir süredir ekonomiden dış politikaya her alanda ciddi bir tıkanmanın içerisinden geçiyor. Gezi Direnişi’nin ardından balans ayarı bozulan AKP’de işler yolunda gitmiyor. On yıllar sonra ilk kez böylesine güçlü bir şekilde sokağa dönen toplumsal muhalefet AKP’nin bugüne kadar sol liberallerce bile savunulabilen halelerini söküp atmış durumda. Dış politikada işler yolunda gitmezken, ekonomik bir krizin ne zaman kapıyı çalacağına dair hükümetin bakanları bile işaret vermekten kaçınmıyor. Son bir yıldır çözülmeye başlayan Gülen Cemaati ile ittifak artık cemaatin yayın organlarında açık bir hayal kırıklığı ve eleştiri olarak geri dönüyor.
Şahin Alpay’ın 5 Eylül’de Zaman’da yazdığı “İçeride kutuplaşma, dışarıda yalnızlaşma” başlıklı yazı iktidar cephesinde yaşanan bazı hayalkırıklıklarının özeti gibi:
“Bugün gelinen noktada ise AKP iktidarının ilk iki dönemine nazaran tanınamaz hale geldiğini üzülerek müşahede ediyorum.”
“Erdoğan’ın başkanlık sistemi ısrarı, bizi 12 Eylül anayasasına mahkum ediyor. Ekonomide büyüme durma noktasına geldi. Demokratikleşme durdu: Yüzde 10 barajından vazgeçilmiyor, anadilde eğitim hakkı tanınmıyor, yerinden yönetim reformu yok, af yok… Sayın Başbakan giderek keyfileşen ve otoriterleşen bir tavır sergilemeye başladı. AKP, Müslüman Kardeşler’e esin kaynağı olacağına, sanki tersi varit oldu. Hükümet eleştirilerden ders çıkaracağına, eskiden olduğu gibi herkesi kucaklamaya çalışacağına, yükselen muhalefeti Türkiye’nin güçlenmesini istemeyenlerin komplolarıyla açıklıyor, baskı yöntemlerine başvuruyor, ya bendensin ya bana karşı tavrıyla toplumu kutuplaştırıyor.”
Dış ilişkiler hemen her yönde geriledi. AB ile ilişkiler tıkandı. ABD, Rusya, İran ile ilişkilerde sıkıntılar artıyor. Bölgede Arap Devrimleri sonrasına uyum sağlanamadı. Suriye’de hesap tutmadı. Mısır’la ilişkiler kopma noktasına geldi. AKP sözcüleri dahi Ankara’nın uluslararası konumunu ‘değerli yalnızlık’ ile açıklama noktasına geldi. Kısacası, içeride kutuplaşma, dışarıda yalnızlaşma Türkiye’nin bugün geldiği yer.”
Temel Sorun Erdoğan mı?
Cemaat medyasından ve liberal kesimlerden yükselen eleştirilerin temel dayanak noktası genel olarak Erdoğan’ın kişisel tahammülsüzlüğüne, çatışmacı üslubuna ve otoriterleşmesine dayanıyor. Bu nedensiz sayılmamakla birlikte resmin yalnızca bir parçası. Birçokları Erdoğan’ın kişisel çelişkilerini David Owen ve Jonathan Davidson’un önemli devlet adamları üzerinde yaptıkları çalışma sonucu ortaya koydukları Hubris Sendromu’na bağlamaktadır ve sendromun belirtileri tıpatıp uymaktadır:
· Dünyayı öncelikli olarak güç gösterisi ve zafer arayışının arenası gibi görmeye yatkınlık.
· Kendi imgesini zenginleştirmek için kendisini hep iyi gösterecek durumlarda bulunmaya eğilim.
· Kendisiyle ulusu ya da kurumu özdeşleştirmek, kendi bakışı ve çıkarlarıyla ulusun/ kurumunkini özdeşleştirmek.
· Kendisinden üçüncü tekil şahıs zamiriyle ya da “biz” diye söz etmek.
· Kendi yargılarına aşırı güven ve başkalarının öneri ve eleştirilerini küçümsemek.
· Her şeyi kişisel olarak başarabileceğine dair kadiri mutlaklık hissi ve abartılmış kendine inanç.
· Çevresindeki fanilere ya da halka değil, tarih ve Tanrı’ya hesap vereceği inancı.
· Tanrı ve tarih karşısında haklı bulunacağına dair sarsılmaz inanç.
· Sıklıkla artan bir yalnızlaşmanın eşlik ettiği gerçeklik duygusunun kaybı.
· Huzursuz, acelecilik, pervasızlık ve dürtüsellik.
· Ahlaki doğruluğu pratiklik, bedel ve sonuçların değerlendirilmesini önlemek için kullanma.
· Kibirli yetersizlik; kendisine aşırı güvenen lider politikanın girdisi çıktısı hakkında kafa yormadığından işler yolunda gitmemektedir. (Owen and Davidson 2009, Aktaran: Roza Kamiloğlu, Bianet, 15 Haziran 2013).
Bütün bu özelliklerin az ya da çok AKP’nin geneline sirayet etmiş olduğunu görüyoruz. İktidarın her bir üyesi kendi çapları etrafında küçük birer Erdoğan olarak hareket etmeye çalışmaktadır. Ancak belirttiğimiz gibi bu durum çelişkilerin temel nedeni olmamakla birlikte, onları daha da kangren hale getiren bir sorun olarak göze çarpmaktadır.
Dış Politikanın Krizi: AKP Bataklıktan Çıkabilecek mi?
AKP’nin büyük oranda Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik”ine dayanan birkaç yıllık dış politikasının ciddi bir kriz içerisinde olduğu gözlemlenmektedir. Ortadoğu’da ABD’nin açtığı alan ölçüsünde eski Osmanlı coğrafyasında hegemonya kurma ve bölgede liderlik pozisyonuna oynama hedefine dayanan bu politikadan sonra bugün gelinen nokta içler acısı. Uluslararası alanda büyük oranda prestijini yitiren iktidar, son olarak ABD’nin Suriye’ye müdahale etmekten vazgeçmesinin ve Mısır’da askeri darbenin arkasında durmasının ardından tam anlamıyla ortada kaldı.
Hubris Sendromu’nun belirtilerinden birisi burada devreye girmektedir: “Kibirli yetersizlik; kendisine aşırı güvenen lider politikanın girdisi çıktısı hakkında kafa yormadığından işler yolunda gitmemektedir.”
AKP için dış politikada yüzeysel başarıların sonunu getiren kitlelerin ayaklanması oldu. Her şeyin süt liman gittiği bir ortamda “sıfır sorun” uygulanabilir görünürken, Ortadoğu’nun on yıllardır biriken çelişkilerinin bir anda patlaması AKP’yi sıfır sorunu paramparça eden bir tercih noktasına sürükledi.
Arap Baharı her ne kadar sınıfsal bir uyanışla Mısır ve Tunus’ta din, mezhep, etnik köken gözetmeden bütün emekçiler için bir atılım olarak sokağa yansıdıysa da; Bahreyn, Suriye gibi ülkelerde mezhepsel ayrışmalar kitle hareketlerine yön verdi. Bahreyn’de Şiiler, Suriye’de de Esad rejimiyle uzun yıllara dayanan bir uzlaşmazlığa sahip Sünniler isyanın başını çekiyordu. Örneğin Suriye’de Esad rejimine karşı pozisyon alan ve muhalifleri destekleyen Suudi Arabistan, Bahreyn’de isyanı ezmek için askerlerini gönderebiliyordu veya en son örneği Mısır’da görüldüğü üzere Müslüman Kardeşler’e karşı askeri darbeyi destekleyebiliyordu. Türkiye ise tavrını açık bir şekilde Şii eksenine karşı Sünni-Vahabi Körfez rejimlerinden, yine Sünni Müslüman Kardeşler’den yana koydu. Ilımlı İslam’ın modeli olması beklenen AKP El Kaide gibi radikal İslamcı örgütlerin en önemli hamisi konumuna geldi.
Dahası Türkiye Esad rejiminin kimyasal saldırı gerçekleştirdiği gerekçesiyle askeri bir müdahaleyle devrilmesini isterken, Adana’da Mayıs ayında El Kaidelilerin 2 kg sarin gazıyla yakalnmış olması Türkiye’yi saldırının olağan şüphelileri listesine sokmaktadır.
Türkiye’de Kürt sorununu çözüyormuş gibi görünebilen AKP, Suriye’de Kürtlerin hakkından El Kaide’ye bağlı Irak-Şam İslam Devleti, el Nusra Cephesi gibi El Kaide menşeli örgütlerle gelmeye çalışmaktadır. BBC’den Rengin Arslan’ın aktardıkları AKP’nin Suriye’deki savaş adına ileri sürdüğü bütün gerekçeleri yok eder cinsten: “Rejimin tasviyesi ile birlikte her şey gerçekten mübah oldu. El Kaide mensupları Til Ebyad’da saatlik nikah kıyıyorlar. Bir kadını alıp götürmüşler. Sabaha kadar 8 kişi o kadınla ilişkiye girmiş. Her saat nikah kıyıyorlar. Bunu da İslam adı altında yapıyorlar. Bu saatlik nikahlarda da birbirlerini tebrik ediyorlar. Hocalar da fetva veriyor. ‘Savaşta bunlar helaldir’ diye. Bu kadın bu olaydan sonra intihar etti.”
AKP’nin kimyasını sadece Suriye değil Mısır’da bozmuş durumda. AKP iktidarı Batı’nın askeri darbeye arka çıkması ile birlikte attan düşmüşe döndü. Erdoğan ve etrafındakiler olayı bir iç siyasi malzeme haline getirerek durumu toparlamaya çalışsalarda, Mısır Darbesi siyasal İslam’ın Ortadoğu genelindeki çözülüşünün bir köşetaşı olarak görülüyor. Bölgede güçlü bir cihad ağına sahip ve İslami ideolojiye pragmatik kaygılardan uzak fundemantal bir yorumla yaklaşan, ele geçirdiği alanlarda şeriata dayalı yaşam biçimini uygulama iradesine sahip ve belki de en önemlisi hedefe koydukları düşmana karşı mücadelede radikal tutumlar alan El Kaide ve benzeri hareketler Ortadoğu coğrafyasında Müslüman Kardeşler ve AKP gibi Batı’yla işbirliğine girmeye yatkın, siyasal çıkarları İslami ideolojinin önünde tutan ılımlı İslami modellere göre giderek daha fazla güç kazanmaktadır.
Erdoğan’ın ve AKP’nin Ortadoğu’da estirdiği İslamcı rüzgarlar büyük oranda içeriye dönük hamleler olarak göze çarpıyordu. Mavi Marmara, one minute, Mısır Darbesi vs… Artık AKP için bu seçeneklerin de daraldığını belirtmek gerek. Erdoğan çok istediği halde neredeyse bir yıldır Gazze’ye gidiş vizesi alamıyor, Ortadoğu’da neredeyse hiç bir ülke Türkiye’yi ve AKP’yi ciddi alınır bir müttefik olarak görmüyor.
Bugüne kadar “Dünyayı öncelikli olarak güç gösterisi ve zafer arayışının arenası gibi görmeye yatkınlık” belirtisini fazlasıyla ortaya koyan AKP şimdi sınıra yaklaşan Suriye helikopterini düşürmek gibi her yanı “huzursuzluk, acelecilik, pervasızlık ve dürtüsellik” kokan eylemlerden medet ummaktadır. Ancak bu krizi çözmek yerine ilerleyen dönemde daha da derinleştirecektir.
İçerde Temel Soru: AKP Baskıyla Ne Kadar Ayakta Kalır?
AKP açısından dışarısı olduğu kadar içerisi de sorunlar yumağıyla dolu. Artık bakanların bile saklayamadıkları ekonomik kriz beklentisi, Gezi Direnişi’nin ardından evine dönmeyen toplumsal muhalefet, otoriterleşmenin toplumun bugüne kadar AKP’ye destek veren kesimlerde bile yarattığı rahatsızlık AKP’nin meşruiyet zeminini sarsmaktadır.
AKP’nin politik bir parti hüviyetini kaybetme eğilimi en net bir şekilde Gezi Direnişi’nde ortaya çıktı. Tarihte de böylesi durumlar sıkça görülmüştür: Meselelerini baskı ve zorbalıkla çözmeye çalışan iktidarlar bir süre sonra giderek liderin karakterini kazanır ve politika yerine liderin söylemleri, karakteri olayların gidişatına yön verir. Gezi Direnişi karşısında da Erdoğan Afrika gezisindeyken cılız anlayış sesleri yükselse de Erdoğan döndüğünde iktidar onlar ve biz ayrımını doğrudan koymuştu. Erdoğan’ın konuşmalarının neredeyse bütünü kendi söylemlerini ve çıkarlarını bütün toplumun çıkarlarıyla bağdaştıran “bizler” eksenine dayanıyordu. Bu hem Gezi Direnişi’nin daha da radikalleşmesine hem de Erdoğan’a ve AKP’ye yönelik eleştirilerin tonajının artmasına neden oldu.
Kısa zamanda Erdoğan’ın bütün niyetinin kendi seçmen kitlesini Gezi rüzgarının dışında tutmak olduğu belli oldu: Tutarsız bir faiz lobisi söylemi, yurt içi ve yurt dışında kendisini eleştiren medyayı şer odakları içine alması ve hedef alması, otpor, zello gibi hayali örgütlerin kendilerini yıkmaya çalıştığını iddia etmeleri vs. Liste uzatılabilir. İktidarın gerçeklik duygusunu iyice kaybettiğini göstermektedir.
Bu kadar çelişkili bir iktidarın nasıl ayakta kalabildiği ayrı bir tartışma konusudur. AKP iktidarı Gezi Direnişi sarsıntısını devreye soktuğu pervasız polisiye yöntemlerle şimdilik durdurmayı başarmış görünmektedir ve sonbaharda ciddi bir direniş dalgası sokaklara geri dönmediği takdirde seçimlere rahat girecektir. Bu noktada zayıflık toplumsal muhalefete ait görünmektedir. Gençliğin ve Gezi ile birlikte ayağa kalkan kitlelerin isyanı iktidarın tahtına hasar verse de henüz onu tahttan indirmeye yetmemektedir. Bunu doğrudan Gezi Direnişi ile ayağa kalkan muhalefetin bileşimine bağlamak mümkündür. Gençlik kesimlerine ve orta sınıfa dayalı bir toplumsal muhalefet hareketinin sisteme ölümcül bir darbe indiremeyeceği tartışılmaz. Mesele tıpkı Mısır gençliğinin başardığı gibi emekçi sınıfları da kendi talepleri ile birlikte bu mücadelenin bir parçası haline getirebilmekte.
Ancak ne hareketi başlatan kitlelerin ne de emekçi sınıfların böyle bir birlikteliğini yaratmak ancak devrimci bir öncü ile mümkündür. Türkiye işçi sınıfının örgütsüzlüğü şimdilik böyle bir ittifakı zorlaştırmaktadır. Gezi Direnişi’nin yarattığı hava ise hareketin kendi içerisinde siyasal bir hüviyet çıkaramaması nedeniyle uzun vadede dağılmaya mahkum kalacaktır.
AKP sonrabaharı sorunsuz atlatıp, ilk seçimlerde oy oranında ciddi bir düşüş yaşamadan meşruiyetini yeniden tesis etmeye çalışacaktır. Ancak şurası tartışılmaz bir gerçek ki, seçimlerden zaferle çıkması önünde bir engel bulunmamasına rağmen AKP’nin oy sandığında ciddi bir delik açılmıştır ve uzun vadede AKP zayıflamaya mahkumdur.