Dünyaya Marks’ın Gözüyle Bakmak: Diyalektik – Yahya Bolat
Marksizm, şimdiki dünyayı anlamlandırmak ve bu anlamlandırmadan sonra dünyanın (ya da toplumun) olası gidişatını, değişim potansiyellerini belirlemek; bu değişim potansiyelleri üzerinden dünyaya müdahale etme araçlarını ve koşullarını belirlemenin bilimsel yöntemidir. Aslında şu anda yaptığımız Marksizm tanımı, birbirinin içinde gelişen doğal ve tarihsel süreçlerin, bu süreçlerin bir bileşeni olarak insanın zihinsel ve maddi değişiminin iç içe geçmiş̧ (birbirlerinin dinamikleri) olmasının kabulünün bir sonucudur. Marksizm, bu kabulü̈ esas alması itibariyle yukarıdaki tanımı yapabiliyoruz.
Marks, dünyayı değiştirmenin bir bileşeni olarak (bir ön koşul olarak değil) dünyayı anlamamız gerektiğini söylüyor. Peki dünyayı anlamlandırırken hangi kabule veya hangi sistematiğe göre çalışmamız gerekiyor? İşte tam bu noktada yukardaki tanımı yaparken esas aldığımız, iç içe geçmişlik ya da bağımlı değişim ve gelişim kabulünü̈, Marks esas alır.
Marks’ın kavramlarının anlaşılmasını zorlaştıran işte tam bu noktadır. Kapitalizmde, dünyayı durağan ve “şeyleri formel (izole) mantıkla kavramımızı sağlayan hegemonya, Marks’ın toplumu incelerken bakış açısı olarak kullandığı “ilişki” temelinin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Şimdi de, Marks’ın dünyayı anlamlandırmak (ve bunun bir “ilişkisi” olarak değiştirmek) için kullandığı yukarıda da bahsettiğimiz yöntemi biraz daha açalım.
Marksizm: Doğa, Tarih ve Toplumun İç İçeliği
Marks, şeyleri tarif ederken veya kitaplarında “şeyleri kavramsallaştırırken kullandığı özel terimlerin başında “ilişki” gelmektedir. “Toplumsal ilişki”, “üretim ilişkileri”, “meta fetişizmi”, “yabancılaşma” bu kullanımın en başta gelen örnekleridir. Çoğu zaman karşımıza çıkan bu kavramların, Marks’ın kitaplarında daha zor anlaşılmasını sağlayan şey de aslında Marks’ın bu kavramları kullanırken günlük hayattaki anlamından daha fazla anlam yüklemesidir. Yani Marks, bu kavramları sadece göründükleri gibi değil de birlikte bulundukları diğer “şeylere olan bağımlılığı ve diğer şeylerle birlikte niteliğinin belirlenebileceği varsayımına bağlı kalarak kullanır.
Marksizmle uğraşan akademisyenler (örneğin Tony Smith, Lukacs) Marks’ın toplumu anlamlandırırken, kavramsallaştırırken ve sunarken kullandığı bu kabulü içsel ilişkiler felsefesi olarak nitelemektedirler.
Bahsedeceğimiz “içsel ilişkiler” mantığını kullanan sadece Marks değildi. Bu nedenle eğer Marks’ı bu felsefenin içine yerleştireceksek, bu felsefenin dahaönce nasıl kullanıldığını, Marks’ın yetiştiği bu okuldan neyi devraldığını belirtmek, Marks’ı bu konuda daha iyi anlamamızı ve Marks’ı bu felsefenin içine yerleştirirken daha sağlam zemine basmamızı sağlayacaktır.
Bu düşünüş tarzının kökü Antik Yunan’a kadar giderken bunu sistematikleştiren ilk kişi Spinoza olmuştur. Spinoza Aristoteles’in töz (bağımsızca var olmaya muktedir güç) kavramını doğa “olarak” niteleyip; ister maddi şeyler, isterse düşünceler olsun, bunları tek tözün bileşenleri ve bu tözün geçici formları olarak niteler. Dolayısıyla şeylerin karakterini belirleyenin bu tözün tüm bileşenleriyle olan ilişkisi olduğunu söyler. Leibniz ise parçalara vurgu yapar ve şey olarak nitelendirdiği “monad”ların birbiriyle olan ilişkisine dikkat çeker ve “… mükemmel bir şekilde incelendiğinde bizi başka şeylere ve hatta başka her şeye götürmeyecek bir şey yoktur” der. Onun ardından gelen Kant, şeylerin niteliklerini, onları anlamlandırmamızı sağlayan şey olduğunu söyler. Ama şeylerin niteliklerinin, duyularımızla algıladığımızdan çok daha fazlası olduğunu da belirtir. Hegel ise bir şeyin ne olduğunu Mutlak’ın bir ifade tarzı olarak bütünle kurduğu ilişki içerisinde anlar. Hegel buraya kadar söyledikleriyle “ilişki” kavramını kabullenir. Marks’ın Hegel’ den ayrıldığı nokta elbette burası değildir. Hegel “mutlak idea” derken fikirleri genelleştirmek ve fikirleri, kendilerinin yol açtığı bir “mutlak”ın gelişim momentleri olarak ele alarak onlara mistik bir değer yüklemiştir. Marks, “gerçeği, kendini düzenleyen, kendini anlayan ve kendiliğinden işleyen düşüncenin sonucu” olarak anlayan Hegel’e karşı çıkar, ama Hegel’in “ilişkisel” bakış açısını kabul eder.
Marks’ın tüm kuram ve taktiğini oluştururken kullandığı yöntemin içsel ilişkiler felsefesi olduğunu söylemeyi meşrulaştıran ve Marks’ı anlamanın en temel gereksinimi olarak bu felsefeyi bilmemiz gerektiği savımızı haklı gösteren örneklerle, konumuzu açmaya devam edelim.
Marks, kendi kavramlarında aslında iki farklı ilişkiden söz eder. Biri “şeyi” tüm ilişkileri bağrında bulunduran bir “İlişki” olarak niteler. Diğeri ise “şeyleri birbiriyle bağlantılanmak için kullandığı günlük dildeki “ilişki”… Birincisine örnek verecek olursak Marks, “… insan toplumsal ilişkilerin toplamı..”(1) derken ya da “‘İnsanın fiziksel ve ruhsal yaşamının doğaya bağlı olması demek basitçe doğanın kendine bağlı olması demektir.”(2) derken aslından insanı doğadaki veya toplumdaki tüm ilişkileri bağrında bulunduran bir “İlişki” olarak niteler.
Başka bir yerde ise “toplumun ekonomik evriminin temeli, doğal tarihin bir süreci” ve “doğaya ait olan güçlerin aslında insanın kendi doğasında olan güçler”(3) olarak nitelerken üretim ilişkilerinin kendisinin doğa koşullarını, tarihsel gelişmişliği, insanın gücünü ve dolayısıyla toplumun o anki sınıfsal durumunu bağrında bulunduran başlı başına bir “İlişki” olarak niteler. İkinci “ilişki” tanımına örnek verecek olursak “Üretim tarzı; makineleri, fabrikaları, insanların bunları kullanım biçimini ve yine insanların kendi aralarındaki işbirliğini (toplumsal ilişkiler olarak) kapsar”(4). İşte burada da Marks üretim tarzının kendisinin “ilişki” yumağından ibaret ve nedensel bir öncelik barındırmayan bir “İlişki” olduğunu söyler.
“İnsan tikel bir varlık olduğu kadar, bir bütündür de; zihindeki bir bütündür; düşünülen, deneyimlenen mevcut toplumun öznel varoluşudur.”(5) derken Marks, toplumsal maddi koşulların insanın zihninde imgeler yarattığını; ancak zihindeki imgeler ile insanın maddi yaşantısının “bütünlüğünü” vurgulayarak zihin ile “deneyimlenen mevcut toplumun”, yani insanın yaşam koşulları arasında nedensellik (ya da öncellik) aranmaması gerektiğini belirtir.
Şimdiye kadar verdiğimiz örnekler Marks’ın; insan, toplum, doğa ve zihnin nasıl içkin olduğunu ve dolayısıyla toplumsal ilişki kavramını, doğa ilişkilerini, insanın maddi ve zihinsel dünyasını, insanın sınıfsal bölünmüşlüğünü kendi içerisinde barındıran bir kavram olarak ele aldığını gösteren alıntılardı.
Şimdi de bu “içsel ilişki” bakış açısını Marks’ın en çok önem verdiği konulardan biri olan ekonomi alanında nasıl kullandığını görelim. Öncelikle belirtmemiz gerekir ki yukarıda da söylediğimiz gibi Marks toplumsal ilişkiler içerisinde (ki Marks buna üretim ilişkileri de der) ekonomiye nedensel bir öncelik tanımaz. Marks toplumun kendisinin maddi koşullarının toplamından sermaye olarak bahseder. Yani sermayeyi, toplumsal mücadeleler, insanların kendi hayatlarını üretme şekli, der: “… para ve metalar, sadece amaçları ve yazgıları açısından sermayedir. Yani kendinde sermaye…” . Yani Marks paranın ve metaların, toplumsal ilişkiler içinde sermaye olduğunu dolayısıyla üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak sermayenin var olduğunu söyler.
Marks, sosyalizmi bilimsel bir temele dayandırırken aynı mantığı kullanır. Sosyalizmi, Marks, iyi niyet olarak değil; dünün üretim ilişkilerinden çıkan sermayenin, kendi içerisinde barındırdığı ilişkilerin bir muhtemel geleceği (potansiyeli) olarak görür. Zaten Marksizm güzellik, iyilik gibi kavramları toplumsal ilişkilerin zihinsel bileşeni olarak gördüğünden bu kavramları temel alması düşünülemez. Eğer bir “şey” hakkında yargıya varıyorsak, bu zihnimizin doğa, toplum, üretim ile olan bağlantılarının; bu bağlantıların geçmişi ve olası geleceğinin bir ürünüdür.
İçsel İlişkiler Felsefesinin Sistematiği: Diyalektik
Marks, yukarda anlattığımız düşünme ve inceleme sistematiğini her yerde kullanır. Fakat bunu sistematikleştirme veya doğruluğunu kanıtlama derdine düşmez. Devrimci hayatının dayadığı ivedi gereksinimler onu kullandığı bu düşünme tarzını sistematikleştirmesinden alıkoyar. Bu iş onun en yakın arkadaşı olan ve Marksizm’e en büyük katkı sağlayanlardan biri olan Engels’e düşer. Marks, yukarıda da gördüğümüz gibi her şeyi bir “İlişki” ve bağlantılı “şeyler” olarak incelerken, bu inceleme tarzının nasıl olması gerektiğini bize öğreten Engels olmuştur. Yani diyalektik, aslında yukarıda anlattığımız içsel ilişkiler mantığının sistematikleştirilmiş düşünme şeklini ifade eder. Bu sistematiğe MarksistönderlerLenin, Troçki ve Gramsci özellikle önem vermiştir. Lenin, “… Maddeci diyalektiğin, temellerinden başlayarak bir bütün olarak ekonomi politiğin yeniden şekillendirilmesine, tarihe, doğa bilimine, felsefeye ve işçi sınıfının politikasına uygulanması; Marks’ı ve Engels’i öncelikle ilgilendiren, en esaslı ve en yeni katkılarını yaptıkları ve devrimci düşünce tarihinde yetkinlikle kaydettikleri şeydir.” derken Marksizm’in ilgilendiği her konuda diyalektiği kullandığını ve Marksizmi anlamanın diyalektiği bilmekle mümkün olacağını çok net bir şekilde ifade ediyor.
Aslında Marks’ın ilişkisel gelişim ve değişim mantığını anlatırken diyalektiğin düşünsel mantığınıaçıklamış olduk. Nitekim Engels, Anti-Dühring’ te diyalektiği tanımlarken şöyle der: “Doğa, insanlık tarihi yada kendi zihinsel faaliyetimiz üzerine düşünürken karşımıza çıkan ilk tablo, sonu gelmeyen bir ilişkiler ve etkileşimler faaliyetidir. Burada hiçbir şey olduğu gibi durmaz; her şey hareket eder, değişir, vücuda gelir ve sonra yok olup gider.” İçsel ilişkiler olarak nitelendirdiğimiz şeyin aslında diyalektiğin kendisi olduğunu anlatan çok net bir ifade…
Buradan yola çıkarak diyalektiği dünyanın tümünde ve herhangi bir yerinde meydana gelen etkileşimleri ve bu etkileşimlerin birbirine bağımlı olarak şeyleri nasıl değiştirdiğini inceleyen düşünüş biçimi olarak ifade edebiliriz. Diyalektik, bizim de içinde bulunduğumuz toplumsal ilişkilerin tamamını kapsayan bir “ilişki” olarak kapitalizmi; ortaya çıkmış, halen ortaya çıkmakta olan ve gelecekte ortaya çıkacağı muhtemel olan haliyle incelemek, anlamak ve değiştirmektir.
Engels’ten önce diyalektik sistem kullanılıyordu. Fakat Engels’in de dediği gibi inceleyeceğimiz ilişkilerin ayrıntıları çok net bilinemediği için “ne yazık ki resmin tamamına ulaşılamıyordu. ”Heraklitos, diyalektiği, maddelerin arasında var olan etkileşim ve sürekli değişim olarak niteledi.
Aristo ise “mutlak erk, töz, cevher” olarak nitelediği en mükemmel gerçekliği anlatırken kullanılabilecek bir tartışma metodu, her şeyi bağrında bulunduran “tözün içerisinde bulundurduğu ilişkileri ve çelişkileri bir mantıksal düzleme çıkarma sanatı olarak kullandı. Kant ise diyalektiği, uzlaşmaz çelişkilerin sonu gelmeyen tartışması olarak niteledi. Ardılı Hegel ise, çelişkilerin (ya da karşıt
konumların) tam ve bağımsız olduğunu söylersek, bu karşıtlığın çözülemez olduğunu kabul eder.
Fakat Hegel şunu da sorar: Neden karşıt şeyleri bağımsız olarak kabul edelim! Daha iyi bir seçenek sunar;karşıt konumların yalnızca karmaşık ilişkilerin tek yönlü ifadesi olarak kabul eder ve böylece önceden uzlaşmaz olarak görünen şeyleri, Hegel daha yüksek bir düzeyde, “Mutlak idea ”da uzlaştırır. Böylece Hegel’in diyalektiği, her şeyin ilişkisel olarak ele alınıp titizlikle incelendiğinde uzlaşmaz denilen çelişkilerin bir bütün içinde nasıl eritilebileceğini gösteren o zamana kadarki en eşsiz girişimdir. Marks diyalektiği Hegel’ den aldı. Fakat Marks, Hegel’in maddi dünyada gördüğü ilişki ve çelişkilerin, düşünsel dünyada gerçekleşen ilişki ve çelişkilerin bir yansıması olduğu ve bu düşünsel çelişkilerin kendi farkında olan “dünya tinine” ulaşarak uzlaşacağı kabulünü reddederek, “baş aşağı duran” Hegel’in diyalektiğini, gerçek dünyaya uygulayarak ters çevirir ve onu “ayakları üzerine oturtur.” Marks’ın diyalektiğinin, Hegel’ in diyalektiğinden ayrıldığı diğer nokta; Hegel’ in modern devleti, modern düzenin uzlaşmaz karşıtlıklarının çözümü olarak görmesi idi. Hegel, Napolyon için “atın üstündeki mutlak tin” derken bunu kastediyordu. Marks, bunu kesinkes reddeder. Bu bağlamda Hegel’ in diyalektiğinin olumlayıcı olduğu noktada Marks’ın diyalektiği eleştiricidir. Aynı zamanda Antik Yunan felsefesinden Hegel’e kadar entelektüel düşünüş tarzı olarak diyalektiğin karşısında, Marks’ın diyalektiği pratik eylemliliği esas alır.
Diyalektiğin Yasaları
Engels, yukarıda kısa geçmişini özetlediğimiz ve ilişkileri tanımlayan bir sistematik olduğunusöylediğimiz diyalektik düşünceyi, belli yasalar ile tanımlayarak, aslında diyalektiğin daha kolay anlaşılmasını sağladı. Engels, Doğanın Diyalektiği’ nde, aslında her şeyin bir ilişki ile var olduğunu; doğayı, bilimi, insanı ve toplumu aynı kitapta sentezleyerek çok net açıkladı. Fakat kapitalizmin durağan düşünmemizi sağlayan hegemonyası, bu ilişkileri ve haraketin ketin bilimi olarak diyalektiği daha zor idrak etmemize neden oluyor. İşte Engels, diyalektik düşünceyi formüllendirerek ve yasalara ayırarak daha kolay anlamamızı sağladı. Her şey ilişki olduğu için bu ilişkileri yasalara ayırmak Engels’in dediği gibi diyalektiği “basitleştiriyor.” Bu nedenle bu yasaları ele alırken esnek davranmamız lazım. Bu yasaların ne olduğuna bakacak olursak Engels, dört yasadan bahseder.
Birinci yasa, “niceliğin niteliğe dönüşüm” yasasıdır. Bu yasada anlatılmak istenen, bir “şey ”de meydana gelen sayısal ve miktarsal değişiklikler belli bir noktadan sonra onu niteliksel değişime uğratır. Niteliksel değişimden kasıt, varlığın yeni görünüm kazanması, daha önce yapamadığı şeyi yapabilme kabiliyeti kazanması vs. Bu varlık başka şeylerle de ilişki içinde olduğu için onun bütünü değiştirme kabiliyeti de artar. Burada Engels, “suyun buharlaşması ”örneğini verir. Suyun sıcaklığındaki miktarsal bir değişme belli bir süre sonra onu su olmaktan çıkarıp, buhar haline getirecektir.
İşte su ve sıcaklığın iç içe geçmişliğini ve birindeki bir değişimin diğerini nasıl etkilediğini gösteren güzel birörnek! Ya da “para” der Engels, “belli bir miktardan sonra sermayeye dönüşür ve artık yeni bir güç haline gelir.”
Diğer yasa “zıtların birlikteliği” yasası… Bu yasa, şunu söyler, zıt ve farklı görünen şeyler aslında içsel ilişkili olarak birbirine bağlıdır. Yani, “Sermaye kapitaliste göre iyi iken işçiye göre kötüdür” derken işte tam bu yasayı kullanıyoruz. Engels’in dediği gibi, “diyalektikte ya/ya da yoktur; hem/hem de vardır.” Bu anlamda yukarıda belirttiğimiz gibi “sermaye” bakış açısına göre hem iyidir, hem de kötüdür.
Üçüncü yasamız, “çelişki yoluyla gelişme” yasasıdır. Her şey “ilişkidir” ve bu ilişkinin herhangi bir bileşeninin gelişmesi diğeri üzerinde yaratacağı bir değişimin sonucu olacaktır. İşte bu gelişimsel farklılığa vurgu yapmak için Engels, bu yasayı kullanır. Mesela sermayenin birer bileşeni olarak proletarya ve kapitalistler, birbiriyle olan çelişkisel birliğin sonucu olarak hedeflerine bir arada ulaşamazlar. Engels, şöyle der: “İşçileri sömürmek kapitalistin doğasında vardır, aynı zamanda sömürüye direnmek işçinin doğasında vardır. Bu sermayenin içindeki var olan ve bu ilişki geliştikçe büyüyen bir çelişkidir; bu çelişki çözüldüğünde sermaye başka bir şey olacaktır.”(6) Bu, çelişkilerin “sarmal gelişiminin” çok net birörneğidir.
Son yasa ise “yadsımanın yadsınması”dır. Bu yasa aslında sarmal bir şekilde bulunan çelişkilerin oluşturduğu yeni uzlaşının, kendi geçmişinden muaf olmadığını anlatır. Yani sermaye geçmişindeki çelişkilerin bir kısmını bağrında saklar. Ve bu geçmiş çelişkiler, yeni oluşan şeyde yeniden tepki gösterir. Bu “tepkiye verilen tepki”, bizi başlangıç noktasına götürmez. Bu tarihin düz bir çizgide değil de sarmal yapıda olması anlamına gelir.
Sonuç
Marks, ilişkiler felsefesini ve bunun sistematiği olarak diyalektiği her türlü kavram ve incelemesinde kullandı. Marks doğa ve toplumu sağduyu (neden-sonuç) görüşüne göre değil de ilişki kuramına göre inceler. Diyalektik ise bu görüşünün soyutlayıcısıdır. Eğer, Marks’ın doğa, toplum, insan üzerine yazdıklarını; yani Marksizm’i anlamak istiyorsak, daha da önemlisi Marksizmin dünyayı değiştirme iddiasını taşıyorsak, Marks’ın kullandığı bu yöntemleri çok iyi bilmemiz gerekir.
1.Feuerbach Üzerine Tezler, s.198
2.1844 El Yazmaları, s.74
3.Age, s.156
4.Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s.286
5.1844 El Yazmaları, s.105
6.Anti Dühring, s.158