Gazi, Beyazıt, Halepçe, Kızıldere… Mart Ayı Katliamlarının Hesabı Sorulacak!
Kapitalizmin tarihi aynı zamanda emekçi sınıflara, ezilen halklara uygulanan sömürünün, baskının ve şiddetin tarihidir. Bu coğrafyada da emekçiler, ezilenler, devrim mücadelesi yürütenler defalarca kez düzenin katliamlarına maruz kalmıştır. Ermeni Soykırımı, Dersim ve Koçgiri Katliamları, Kızıldere, 1 Mayıs 1977, Maraş ve Çorum Katliamları, Bahçelievler, 16 Mart Katliamları, Sivas, Gazi, 19 Aralık, Roboski… Bu vahşet örneklerinin yanında daha sayamadığımız; Kürt halkını, Alevileri, devrimcileri birçok katliam bize bu topraklarda kapitalist sistemin kanlı geçmişini hatırlatır.
Mart ayının her bir gününe neredeyse ayrı bir katliam düşmektedir. Geçtiğimiz günlerce 8 Mart 1857’de ABD New York’ta katledilen 129 kadın emekçinin anısı; “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”nde milyonlarca emekçi tarafından sokaklarda yeniden yaşatıldı.
12 Mart 1995 Gazi Katliamı
Mart 1995’te Gazi Mahallesi’nde devletin Alevilere yönelik kanlı geçmişine yeni bir katliam daha eklendi. Daha iki yıl öncesinde Sivas’ta 33 aydın ve sanatçıyı katleden düzen, aynı senaryoyu Gazi Mahallesi’nde de uygulamaya koydu ve 17 kişi katledildi. 12 Mart gecesi bir taksiyi kaçıran kimliği belirsiz kişiler Gazi Mahallesi’nde bir kahvehaneyi taramış ve burada Alevi Dedesi Halil Kaya’yı katletmişti. Saldırıyı gerçekleştirenler kaçırdıkları taksinin şoförünü de katletmişti. Olayın ardından Gazi Karakolu’na yürüyen kitlenin üzerine polis ateş açmış, yine 13 Mart’ta Gazi Karakolu’na yapılan yürüyüş taranmıştı. Ölenlerden 6 kişinin polis tarafından katledildiği daha sonra otopsi raporlarıyla kanıtlanmıştı.
Bugüne kadar Gazi Katliamı’na dair pek çok gerçek ortaya serilmiş durumda. Tıpkı Sivas Katliamı’nda olduğu gibi Gazi Katliamı’nda da parmağı olanlar isim isim biliniyor. Ancak devlet bugüne kadar bırakın katliamın gerçek faillerinden hesap sormayı, onları el üstünde tutmaya devam ediyor. En basit örneği, devlet için 1000 operasyon gerçekleştirdik diyen ve bugün otel rahatlığında bir cezaevinde kalan Mehmet Ağar. Doksanlı yılların kanlı ortamın bizzat hazırlayıcılarından olan Mehmet Ağar el üstünde tutulmaya, her gün ziyaretçi akınına uğramaya devam ediyor.
Katliam sonrasında dönemin Başbakanı Çiller “Açıkça söylüyorum; devlet bu kadar sağduyulu ve olaya bu kadar hakim olmasaydı, bugün kontrol altına alınmış olan bu olay çok daha vahim bir hale gelebilirdi” derken, soğukkanlı devlet açık bir katliama imza atıyordu. Katliamın sorumluları arasında bulunan Mehmet Ağar, İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu ve İstanbul İl Emniyet Müdürü Necdet Menzir DYP’den bir sonraki seçimlerde milletvekili seçilerek dokunulmazlık zırhıyla ödüllendirileceklerdi.
Gazi Mahallesi’nde bütün sorumluluk görüntülerde de açık bir şekilde yer alan ve kitlenin üzerine ateş açtığı belirlenen polis memurları Adem Albayrak ve Memduh Gündoğan’a göstermelik cezalar verildi. Necdet Menzir “Hata yapan var mıdır? Vardır. Kim hata yaptıysa cezasını çeker. Yasalar meydanda, bizim durumumuz meydanda. Ama bizim başka bir polisimiz daha yok. Hatalarımızı, eksiklerimizi, yanlışlarımızı düzelteceğiz, onları aradan çekip gerekirse pasifize edeceğiz, ayrı görevlere göndereceğiz” sözleriyle verilen cezaların ne kadar göstermelik olduğunu ortaya koyacaktı.
Gazi Mahallesi halkının saldırılara karşı direnişi devletin saldırılarını katliam sonrasında da sürdürmesine neden oldu. Gazi Katliamı’ndan çok kısa bir süre sonra Gazi Direnişi’nde yer alan Hasan Ocak polisler tarafından kaçırılarak işkenceyle katledilmişti. Eylemlerde yer aldığı belirlenen yüzlerce kişiye devlet dava açmaktan ve cezalar vermekten çekinmemişti.
16 Mart 1978: Beyazıt Katliamı
70’li yıllarda devlet yükselen devrimci mücadele ve sınıf hareketi karşısında faşist çeteleri ve kontrgerillayı güçlendirirken bu çeteler birçok katliama imza atmıştı. 16 Mart 1978 tarihinde yine faşist çeteler ve kontrgerilla işbirliğiyle İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü girişinde öğrenci gençliğe yönelik bombalı saldırı gerçekleştirildi. Katliamda 7 öğrenci katledilirken, 41 kişi de yaralanmıştı.
Katliamdan bir hafta öncesinde faşist çete içerisinde yer alan bir emniyet muhbiri faşistlerin bombalı ve silahlı bir saldırı da bulunacağını aktardığı daha sonra basında yer almıştı. Ancak devlet katliama herhangi bir şekilde engel olmazken, katliama seyirci kalan emniyet sorumluları kariyer basamaklarını tüm katliamcılar gibi hızla çıkmıştı.
Katliamın ardından kullanılan bombanın 16 Şubat 1978’de yakalanan emekli yüzbaşı Mehmet Ali Çeviker’in depolarında bulunan TNT kalıplarından yapıldığı ortaya çıkmıştı. Ağustos 1978’de yakalanan bir faşist Çeviker’in MHP’nin üst yönetimiyle ilişki içerisinde olduğunu itiraf etmişti.
Mehmet Ali Birand’ın 12 Eylül belgeselinde konuşan ve olaya şahir olan bir polis memuru bombayı atanların peşlerine düştüklerinde kendilerine durmalarının emredildiğini ve dur talimatı veren polis amirinin Reşat Altay olduğunu söyleyecekti. Reşat Altay daha sonra İstanbul Emniyeti Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne ve daha sonra Niğde İl Emniyet Müdürlüğü’ne getirilmişti. Kontrgerillanın daimi üyesi Reşat Altay Hrant Dink öldürüldüğünde Trabzon Emniyet Müdürü olarak görev yapıyordu.
Bombalı saldırıyı gerçekleştiren tetikçi Zülküf İsot’sa bildiklerini ailesine itiraf etmiş ve çok kısa bir süre sonra katliamda parmağı olan bir başka faşist tarafından öldürülmüştü. Zülküf İsot’un ablası Remziye Aykol katliamın Alparslan Türkeş’in emriyle gerçekleştirildiğini söylemişti.
Katliamdan sonra Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Orhan Çakıroğlu, o dönem Ülkü Ocakları’nda görevli Mehmet Gül, dönemin MHP İstanbul İl Başkanı Kazım Ayaydın ve Ahmet Hamdi Aksoy gözaltına alınmış, ancak davalardan beraat etmişlerdi. Katliamın faillerinden Mehmet Gül karşımıza yıllar sonra MHP milletvekili olarak çıkmıştı.
16 Mart davası 2008 yılında hiçbir sorumlu ceza almadan zaman aşımına uğradı.
16 Mart 1988: Halepçe Katliamı
İran ile Irak arasında süren Körfez Savaşı’nda en büyük acıları yaşayanlar Kürt halkı oldu. On yıllarca kendisine kan kusturan iki devlet arasında kalan Kürt halkı, Saddam Hüseyin’in emriyle 16 Mart 1988 tarihinde kimyasal silahların kullanıldığı bir katliama maruz bırakıldı.
Katliamda ölenlerin sayısı net olmamakla birlikte, en az 5000 kişinin katledildiği biliniyor. Katliamın ardından babasının kucağında ölen bebek resmiyle katliamın en çarpıcı fotoğrafını çeken gazeteci Ramazan Öztürk şunları yazmıştı:
“Bütün sokaklar cesetlerle doluydu. Etrafta dayanılmaz bir koku hâkimdi. Körpecik bebelerden bazılarının derileri kavrulmuş, bazılarının vücudu mosmor kesilmişti. Cesetlerin çoğu kadın, çocuk ve yaşlı insanlara aitti. Bazı bebekler annelerinin kucağından fırlamış yerde sere serpe yatıyorlardı. Kimi evinin avlusunda kurulmuş sofra başında; kimi kapının eşiğinde; kimi bebeğini emzirirken; kimi oyun oynarken yakalanmıştı zehirli ölümün pençesine…
Şehrin dışındaki boş tarlalarda ise, toplu halde ölmüş yüzlerce insan vardı. Uzaktan bakıldığında, sanki tarlalarda ot yerine insan bedenleri biçilmişti. Bu açık hava mezarlığında, yine kadın ve çocuklar çoğunluktaydı. Hepsi birbirlerine sokulmuş, korkunç ölüme teslim olmuşlardı.
Bazıları ise, su birikintilerinin başında ölüvermişlerdi. Bunlar da, kimyasal gazların yaktığı vücutlarını suyla ıslatarak kurtulmaya çalışanlardı. Toplu cesetlerin arka planında, otlarken yine zehirli gazın etkisiyle telef olmuş ve vücutları şişmiş hayvanların görüntüsü göze çarpıyordu. Kısacası, bomba isabeti almış birkaç binanın dışında her şey yerli yerindeydi, ama bütün canlılar ölmüştü.”
Binlerce Kürt insanın katledildiği bu vahşet örneği ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından Saddam’a karşı kullanılmış olmasına rağmen, katliamın gerçekleştirildiği bombaların Avrupa ülkelerinden alındığı biliniyor. Saddam’a gönderilen bombalar Türkiye aracılığıyla Irak’a gönderiliyordu.
17 Aralık 1988 tarihli Hürriyet gazetesi “Katliama Alet Olduk” manşetiyle çıkarken; Almanya, Belçika ve İsviçre’den gelen bomba malzemelerinin Türkiye aracılığıyla Irak’a gönderildiği belirtiliyordu. Yine Türkiye’den ONAK ve PENTA şirketlerinin Saddam’a kullanılan bombaların satışını gerçekleştirdiği aktarılıyordu.
30 Mart 1972: Kızıldere
30 Mart 1972 tarihi Türkiye devrimci hareketi açısından özel bir öneme sahiptir. 68 gençlik hareketinin önderlerinden Mahir Çayan ve 9 yoldaşı Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde devlet tarafından katledilmişti.
12 Mart muhtırasının ardından Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir gibi gençlik önderleri İstanbul’da devrimci gençliğin mücadelesini ezmek için başlatılan Balyoz Operasyonu’nda katledilirken, THKO’nun ve gençlik hareketinin sembol isimleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idama mahkum edilmişlerdi.
Mahir Çayan ve yoldaşları ise Denizlerin idamını engellemek adına Ünye Radar Üssü’de görevli olan 3 İngiliz askerini kaçırmışlar ve Kızıldere’ye gelmişlerdi. Burada devlet roketatarlarla, havan toplarıyla Mahirlerin saklandığı eve saldırmış ve 10 devrimciyi katletmişlerdi.
Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna Kızıldere’de katledilirken, Türkiye devrimci hareketinde sembolleşmişlerdi.