AKP’nin Yeni Sloganı: “İnşaat Ya Resulallah!” – I (Ekin Akçay)
Her gün televizyon, gazete, radyo, internet ve bilumum kitle iletişim aracı vesilesiyle en çok maruz kaldığımız reklamlar bir süredir konut reklamları.
“Sizi saraylarda yaşatacağız”, “Binlerce insan bu şekilde ev sahibi oldu. 40 bin TL’den başlayan fiyatlarla daire sahibi olun.”, “Herkes havuzlu, güzel bir ev hak ediyor.”, “10.000 peşin daire senin.”Başımızı bir yana çeviriyoruz, bir zamanlar gecekondu ya da bahçeli müstakil evlerin olduğu yerlerde artık onlarca katlı apartmanlar yükseliyor. Öte yanda konut kredilerinin ne kadar ay taksitle, ne kadar faiz ile “kaçırılmayacak fırsatlar” yarattığının bilgisine hâsıl olduğumuz bir başka reklam ile yüz yüze geliyoruz. Büyük şehirlerde her daim bir yenisi yapılmakta olan alışveriş merkezleri ile çevrelenmiş durumdayız. Televizyonda, toplusundan villasına konut pazarlayan reklamlar yıkımlara direnen gecekondu sahipleri haberlerinin arasında yayınlanıyor.
Peki, konut sektörünün bu kuşatması neden şimdi gerçekleşiyor? Neden bir zamanlar gecekondular ile ucuza mal edilen barınma ihtiyacı artık rezidanslar ile doyurulmaya çalışılıyor?
Şehirleri bu kadar hızlı değiştiren şey nedir?
Bu yazıda yukarıdaki sorulara cevap vermeden önce kentler, konutlaşma ve bunun Türkiye’deki seyri üzerine bir şeyler söylemekte fayda var.
Kapitalizmin Tarihinde Kentleşme ve Konut Sorunu
Kapitalizmin ortaya çıkışı sadece üretim ilişkilerini değil, bütün bir dünyanın yaşam pratiklerini içine alan köklü bir değişim demekti. Yerleşik yaşam düzeninin çok hızlı bir kentleşme ve proleterleşme sürecine girdiği 19.yy Avrupa’sında ortaya çıkan en büyük sorunlardan birisi barınma sorunu idi. Üretim havzalarının etrafında kümelenen yeni proletarya büyük bir yoksulluğun içinde kıvranırken hayatta kalmak için en önemli sorunlarından birisini konut sorunu oluşturuyordu. Engels, İngiltere İşçi Sınıfının Durumu adlı kitabında uzun uzun bu içler acısı durumun sebeplerini ortaya koyarken proletaryanın barınma sorununu anlatırken Amerikan işçilerinin konut sorununa dair şu çarpıcı aktarımı yapar;
“ Kansas City’de, ya da yakınında, her biri yaklaşık olarak üç oda içeren, hâlâ çölde bulunan bazı sefil, küçük tahta kulübeler gördük; arsa bedeli 600 dolardı ve ancak o küçük evin büyüklüğündeydi; kulübenin bedeli de bir ikinci 600 dolardı, yani birlikte, kentten bir saat uzaklıkta, çamurlu bir çöl içindeki o küçük sefil şey için 4.800 mark.” Bu yolla işçilerin bu meskenleri almak için dahi ağır ipotek borçları altına girmeleri gerekmekte ve böylece işverenlerin açıkça kölesi haline gelmektedirler. Evlerine bağlıdırlar, uzaklaşamazlar ve kendilerine sunulan çalışma koşulları ne olursa olsun tahammül etmek zorundadırlar.”
Kısacası, kapitalist sistem konut sorunu üzerinden inanılmaz bir kar peşine düşmüştü. Bir emekçinin hayatını devam ettirebileceği bir çatıya sahip olma zorunluluğundan hareket eden sermaye için bu kozu kar kapısına dönüştürmek çok uzun zaman almadı.
Türkiye’de Kentler ve Sermaye Birikimi
Türkiye sermaye sınıfının gelişimini incelerken kentlerin de gelişimini incelemiş oluyoruz bir bakıma. Cumhuriyetin ilk yıllarında büyük bir köylü ülkesi olan Türkiye’nin ilerleyen dönemlerde devletin burjuva sınıfı palazlandırma girişimleri neticesinde yoksul köylülüğün proleterleşmek için kentlerin yolunu tutuşuna tanıklık ettik. 1940’lı yıllardan itibaren kırdan kente göç hızlanmıştı. Bu tarihten sonra köyden kendi konutlarını bırakarak kentlere gelen ve uzun süre de işsizlikle boğuşan emekçilerin konut sorunu çok yakıcı bir hal almakta idi. Bu soruna üretilen çözüm de boş bulunan herhangi bir araziye yapılan gecekondular oldu. 1960 ve 70’li yıllarda da hızlı bir şekilde devam eden göç dalgası konut sorunu aynı şekilde çözmeye devam etti. İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük kentlerde yoğun göç gecekondu kümelerinin özellikle sanayi alanlarını da merkezine alacak şekilde şişmesi gerçekleşti. İstatistiksel olarak ifade edecek olursak 1980’lere gelindiğinde, hızla sanayileşen kentlerden İzmir’in %50’si, Ankara’nın %70’i, İstanbul’un ise %55’i gecekondularda yaşamaya başlamıştı.
Emekçilerin konut sorunlarına hızlı bir şekilde cevap veren gecekondulaşma, emekçilerin kira vermeksizin barınmalarına olanak sağlıyor ve böylece ücretlerin düşük tutulması için kapitalistlere de avantaj sağlıyordu. Öte yandan ne devletin ne de sermayenin yatırımı olmaksızın konut sorunu halledilmiş oluyor; o günün gözde sektörü olan sanayide düşük ücretle çalışacak kitlelerin barınma sorunu da çözülüyordu. Milyonlarca emekçinin çok sağlıksız koşullarda barınmasına sebep veren gecekondu biçimi barınma, yoksulların varoşlarda ayrı bir kültürel ağ yaratmaları dolayısıyla da yalnızca bir konut değil bir sosyal form şeklini aldı.
1970’li yıllara kadar emekçilerin kendi kullanımları için yapılan derme çatma gecekondular, zaman içerisinde kiralama ve satma gibi ticari faaliyetin konusu haline geldi. Yani artık gecekonduların da bir piyasa fiyatı vardı. Ücretsiz barınma özellikle Ankara ve İstanbul’un belli kesimlerindeki gecekondu mahalleleri için giderek ortadan kalkmaya başladı. Aynı tarihlerde kamu ya da özel kişilere ait olan arazileri işgal edip gecekondu yapan arazi mafyasının ortaya çıkması, gecekondu ve gecekondulaşmanın ilk dönemlerindeki şeklinden artık uzaklaşması anlamına geliyordu.
Hükümetler, bu sağlıksız yapıları hem rant ilişkileri dolayısıyla hem de politik çıkar amacıyla seçim propagandası malzemesi haline getirip dönem dönem ruhsatlandırdılar. Hatta 80’lerde artık gecekondu mahalleleri devletin elektrik, su, temizlik gibi yerel hizmetlerinin götürüldüğü yerel yerleşim birimleri olarak yeniden şekillendirilmişti. Emekçilerin büyük çoğunluğunun gecekondularda yaşadığı bir toplumda barınma koşullarını düzeltmek yerine oy kazanmak amacıyla, var olan gecekondulara zaten bir hak olan su gibi en temel hizmeti götürmek “lütfunda” bulunmak da burjuva siyasete yakışır.
AKP Kentlerde Neyi Dönüştürüyor?
2008 krizinin tetikleyicisi olan mortgage kredilerindeki iflas ile ABD’de patlayan kredi balonu dünya ekonomisini sarmıştı. Türkiye’de bu süreçte ekonomik krizin teğet geçtiği yalanı şişirilirken, bir yandan da dünyanın en büyük ikinci inşaat sektörü yaratılıyordu. Dünyanın en büyük 225 inşaat firması sıralaması içine 2012 yılı itibari ile 33 Türk firması girdi(1).
AKP hükümetinin büyüme ve istikrar sloganı üzerine kurulu ekonomi politikası, yabancı sermayeye yüksek faiz getirisiyle büyük fırsatlar yaratarak buradan gelecek sıcak parayla ekonomiyi canlı tutmak üzerine temellenmişken artan cari açık bu politikanın yumuşak karnı durumunda. Azalan büyüme rakamlarına karşılık büyüyen cari açık AKP hükümetini zorlasa da büyüme odaklı politikalarına devam etmek tek seçeneği haline gelmiş durumda.
Büyüme stratejisinin tam göbeğinde bulunan inşaat sektörü TOKİ’nin başbakanlığa doğrudan bağlanması ile birlikte yalnızca toplu konut yapan değil, kenti yeni rant alanları haline dönüştüren bir hüviyete dönüştü. TOKİ’nin zaten kamuya ait arazileri hiçbir masrafa girmeksizin sermayeye ihaleler yoluyla dağıtması da bu işin bir yönü. Diğer yönü ile TOKİ, gecekondu mahalleleri ya da depreme dayanıksız yapıları yıkım kararını içeren Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu ve 2B kanunu ile elde ettiği yeni arazileri de inşaat sektörünün emrine sunuyor. Görüldüğü gibi TOKİ’nin vasfı sadece kentleri dönüştürmek ve yeniden inşa etmek değil, sıfırdan rant alanı yaratarak sektöre devasa fırsatlar yaratmak.
Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu ile beklenen büyük İstanbul depremi için hazırlık yapıldığı görüntüsünün arkasında milyonlarca konutun deprem için riskli ilan edilmesi ve yıkılması çerçevesinde yeni konutların satışının önünün açılması yatıyor. AKP hükümeti bu işi o kadar pervasızca yapıyor ki büyümesi zorunlu olan inşaat sektörünün konutları satması için adeta insanlara zor kullanıyor. Yasa ile hasarlı ya da çürük binaların bina sahiplerine yıktırıp yenisini inşaat şirketlerine yaptırmanın önünü açarken; onlarca dairenin birkaçı arsa sahibine verilecek ve geri kalanların tamamı müteahhidin kasasını dolduracak. Binasını yıkmayan maliklerin binaları da devlet tarafından yıkılırken tüm masrafları malikler ödemek zorunda bırakılıyor.
Kentsel dönüşüm projeleri de gecekondu mahallelerinin çok büyük bir kısmını gecekondu sahiplerine hiçbir hak tanımaksızın yıktırmak ve yerine büyük siteler inşa etmek amacındadır. Kentsel dönüşüm projesinin bu kadar kararlı bir şekilde yürütülmesinin asıl sebebi ise yazımızın en başında anlattığımız sürecin sonunda iki büyük fırsatın doğmuş olması; birincisi o dönem şehrin dışında kalmış olan gecekondu alanlarının şehirlerin büyümesi ve şehir merkezlerinin sermayenin tüketim alanlarına dönüşmesi sonucu çok değerlenmesi. İstanbul’un buna benzer pek çok örneği var. Sulukule, Dolapdere, Tarlabaşı gibi mahalle ve semtler artık zenginlerin mahallelerine komşudur ve arsa değerleri inanılmaz artmıştır. Önceden gecekondu sahipleri ile müteahhitlerin anlaşması ile yıkım ve yapım gerçekleştirilirken artık TOKİ karar çıkartarak tüm bölgeyi tek seferde yıkmak ve yeniden inşa etmek görevini yerine getiriyor. Yoksul mahalle sakinlerinin evlerinden sürülmesi ve barınma sorunu ile yüzüstü bırakılması kentsel dönüşümün gerçek yüzüdür. İkinci sebep ise Tarlabaşı örneğinde olduğu gibi İstanbul Taksim’e komşu bir mahallede yoksul Romanların, Kürtlerin ve Türklerin birarada yaşaması, varoşun dokusunu Taksim’in göbeğine sokmasıdır. Taksim gibi lüks, eğlence ve elit bir tabaka ile anılan merkezin yoksullara bu kadar yakın olması zengin kesimin elit yaşantılarına zeval getirdiği gibi, bu “aşağı kültür”den izole olmak isteklerinin bir tezahürünü göstermektedir. Yoksullar, zengin semtlerin yüksek değerli arazilerinden bir bir şehirlerin uzak noktalarına sürülmektedir. Bunlar dışında propagandası yapılan daha sağlıklı ve güvenli konutlar yaratmak iddiaları da tamamen kandırmacadır.
Bu durumu sermayedarlar da inkâr etmiyorlar.TÜGİAD Ankara Başkanı Barış Aydın “… kentsel dönüşüm projeleri aslında çok büyük bir şans. Türkiye’yi modern görünüme kavuşturacağı gibi afetlerden koruyacak, insanca yaşama fırsatı sunacak kentsel dönüşüm ülkeyi şantiye alanına çevirip çarkın dönmesini sağlayacak.”(2) diyerek inşaat sektörünün devlet eliyle adına resmen zor alım ve satım denebilecek sürece öncülük etmesi gerekliliğini işaret ediyor.
Prof. Dr. İlhan Tekeli’nin ifade ettiği üzere;
“ 1960’lı yıllarda Türkiye planlı ekonomiye girdiğinde, konut harcamaları bir yatırım konusu olarak ele alınıyordu. Ülkenin kalkınmasında kapital en önemli kıt faktör olarak görülüyordu. Türkiye de zaten düşük olan kapital birikimi içinde yatırımlarını olabildiğince sanayiye ayırmaya çalışıyordu. Bu durumda Türkiye’nin hızlı sanayileşmesinin yolu şehirleşmeye ve konuta ayrılan kapitalin en aza indirilmesi gerekiyordu. (…)Günümüzde ise konuta bir yatırım olmaktan çok tüketimi çoğaltılarak ekonomiyi canlandırmakta yararlanılabilecek bir dayanıklı tüketim malı olarak yaklaşılıyordu. Genellikle konutun 135 farklı sektörle ilişkisi olduğu söylenerek, ekonominin krize düştüğü dönemlerde ekonomiyi canlandırmak için konut harcamalarının artırılması teşvik edilmektedir.”(3)
devam edecek…