3. Dünya Savaşı ve ABD Seçimleri- V. U. Arslan
Kapitalizmin egemenliğini sürdürdüğü gezegenimizde ortalık toz duman. Dünyanın hegemonik gücü ABD gerileyip oyun kurucu liderliğini kaybettikçe emperyalist hiyerarşinin daha alt basamaklarındaki bölgesel güçlerin itişip kakışması şiddetleniyor. Kendisini güçlü hisseden fırsatını bulduğunda gözüne kestirdiği yere çökmeye çalışıyor. Rusya’nın Ukrayna’da, Suriye’de, Afrika’da; Türkiye’nin Suriye, Irak, Libya ve Somali’de; İran’ın Yemen, Suriye, Lübnan ve Irak’ta; İsrail’in Gazze’de; Azerbaycan’ın Karabağ’da yaptığı budur. Bu ortamda savaşlar ve iç savaşlar yayılıyor, şiddetleniyor.
1990 sonrasının tek süper gücü ABD’nin tarihsel gerilemesi karşısında Çin’in süper güç olma yolunda yaptığı tarihsel atılımlar dünya emperyalist statükosunu sarsmakta. Militarizm, ekonomik korumacılık ve milliyetçilik yükselirken “özgürlükler ülkesi” ABD’nin önderliğindeki Batı’da aşırı sağ güçleniyor. Emperyalist kapitalist sistem krizden krize koşarken gezegenimiz S.O.S veriyor. Her yıl yenisi kırılan sıcaklık rekorları iklim krizinin öngörülenden çok daha yıkıcı sonuçlarının olabileceğini gündeme getiriyor. Sistemin derinleşen iktisadi, jeopolitik ve ekolojik krizi karşısında sınıf mücadelesinin yükseldiği örnekler de mevcut. Son olarak bu yaz Bangladeş’te sınıf mücadelesinin en keskin biçimlerine tanıklık ettik. 750’den fazla kişinin katledildiği, öğrenci hareketinin liderlik ettiği protestolarda diktatör Şeyh Hasina ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
Dünyada son olarak 2019’da zirve yapan kitle ayaklanmalarında da yaşandığı gibi bir diktatörü devirmek gerçek toplumsal değişimler için yeterli olmuyor. Temel toplumsal sorunların çözümlenmesi için sınıf mücadelesinin sosyalist devrimci bir program ve buna eşlik edecek devrimci örgütlülük ile ilerletilmesi olmazsa olmaz. Sınıf hareketi bu denli ilerlemese bile kitleler içerisinde sosyalist fikirlere kayışın gerçekleşmesi de dünya genelinde etki yaratacak ve tarihsel önemde bir gelişme olacaktır. Bu yüzden Bangladeş başta olmak üzere dünyada sınıf mücadelesinin keskinleştiği ülkeleri yakından takip etmek gerekiyor.
3. Dünya Savaşı Başladı mı?
Çokları 3. Dünya Savaşı’nın başladığını ilan etti bile. Ukrayna Savaşı’nı başlangıç kabul edenlere göre 3. Dünya Savaşı’nın iki buçuk yılı geride kaldı bile. İddia sahiplerine göre örneğin 2. Dünya Savaşı da aslında 1939’da başlamamıştı. 1932’de Japonya Mançurya’yı işgal etmiş, 1936’da İspanya İç Savaşı patlak vermişti. Buna göre halen Ukrayna ve Filistin’de devam eden savaşlar üçüncü büyük yangının çoktan başladığını gösteriyor. Tarihsel süreci keyfe keder şekilde esnetirseniz 2. Dünya Savaşı’nın aslında 1 Eylül 1939’da değil 1932’den bile önce başladığını hatta aslında 1. Dünya Savaşı’nın gerçekte hiç bitmediğini bile iddia edebilirsiniz. Ama bütün bunlar pek temelli değerlendirmeler sayılmaz.
3. Dünya Savaşı’nın başladığını iddia etmek için bazı kriterleriniz olmalı. Dünya savaşı büyük güçlerin tüm dünya boyunca topyekûn savaşa girmesi anlamına gelir. Bugün Ukrayna’da yürüyen savaş ya da Gazze’deki katliam ve bölgede devam eden düşük yoğunluklu çatışmalar için “dünya savaşı başladı” demek gerçekçi olmaz. Emperyalist savaşlar ve işgaller 20.yy’dan başlayarak 21.yy’da da dünyanın çeşitli bölgelerinde aralıksız sürmektedir, ama bunun adını 3. Dünya Savaşı olarak koymak gerçeklikten kopmakla eşdeğerdir.
Bugün bir dünya savaşından bahsedebilmemiz için Çin ve ABD’nin savaşa doğrudan dahil olması gerekir. ABD’nin Vietnam’ı SSCB’nin de Afganistan’ı işgal ettiği durumlarda rakip merkezler vekilleri aracılığıyla çatışmalara müdahale etmişlerdi ama doğrudan savaşa girmeyi asla düşünmediler. Bugün Ukrayna’daki durum da farklı değildir. Filistin’de ise ne Rusya’nın ne de Çin’in doğrudan müdahalesi söz konusu değildir. Henüz Çin’in eli örneğin Filistin’e ya da Ortadoğu’nun başka bir noktasına uzanacak kadar uzun değil. Çin’in askeri anlamda kaslarını konuşturacağı yer, bugünkü güç dengesi gereğince, Asya Pasifik bölgesidir. Rusya, İsrail ile kimi sıkıntıların yanında belirli ortaklıklara da sahip. Kısacası Çin ve Rusya Ortadoğu’da bırakın doğrudan savaşmayı vekilleri aracılığıyla bile savaş yürütecek durumda değildir.
Bir dünya savaşı olmasa da Ortadoğu’da bölgesel bir savaş riskinin varlığı bir gerçek. İsrail’deki aşırı sağcı hükümet, savaşı Lübnan ve İran’a doğru genişletmek istiyor. Ama Netanyahu ve ortaklarının bu hırsları sadece ABD tarafından değil İsrail egemen sınıfının önemli bir bölümü tarafından da şimdiye kadar gemlendi. Haniye suikastının ardından İran’ın yapacağı misillemeyle bölgesel savaşın tetikleneceği varsayılıyordu ama İran’daki Molla rejimi şimdiye kadar böyle bir saldırıdan kaçındı. İran, bölgesel bir savaşta İsrail-ABD’ye karşı tek başına kalacağını bildiğinden kendi vekil güçleriyle düşük yoğunluklu bir çatışma düzeyinde kalmayı tercih etmektedir. Yani bırakın dünya savaşını bölgesel bir savaş bile asla kolay göze alınamıyor. Tarafların kaybedeceği çok şey olduğu için savaşları çığırından çıkarmak kolay bir şey değil.
Bir üçüncü dünya savaşını gündemden düşüren nükleer caydırıcılık, varlığını olduğu gibi sürdürüyor. İki dünya savaşı emperyalist hiyerarşinin Almanya (ve sonra Japonya) tarafından zorlanmasıyla çıktı. Ama 2. Dünya Savaşı sonrası SSCB ve ABD iki süper güç olarak kaldıklarında bir üçüncü dünya savaşını göze alamadılar. Sebebi basitti: Nükleer kıyamet senaryosu aşırı derecede korkutucuydu. Bu yüzden büyük güçler arasındaki rekabet Soğuk Savaş biçiminde yaşandı.
Bugün de dünya emperyalist hiyerarşisi geriden gelen ve hızla yükselen bir güç tarafından zorlanıyor: Çin. Yani Çin’in hızlı yükselişinin emperyalist statükoyu sarsması anlamında yeni bir dünya savaşının maddi temelleri gelişmesini sürdürmektedir. Ama tıpkı Soğuk Savaş’ta olduğu gibi bugün de tarafların nükleer bir kıyameti göze alması hiç kolay olmayacaktır. Elbette ki söz konusu kapitalist barbarlık olunca asla bir garanti sunamayız, ama evvela böyle bir çılgınlığı gündeme getirecek derinlikte bir krizden en azından şimdilik söz edemeyiz. Zaten tarihsel gelişimin bu aşamasında Çin, atılımını sürdürmek; ABD ise kendi evinde suları durultup Çin’i askeri ve ekonomik açılardan çevreleyip kendisine tabi kılmak istiyor.
ABD egemen sınıfı, Kamala Harris ya da Trump ile benzer stratejileri izlemek zorunda olacak. Gelişmekte olan ülkelerin Batı tarafından yazılan serbest piyasa kurallarına uymasını öngören dünyadaki ABD sultası sona erdi. Şimdilerde ticaret savaşları ve korumacılık gündemde.
Bu arada, Ukrayna’yı Rusya’ya karşı sahada tutmaya yönelik kapsamlı ve pahalı çabalar pek bir ilerleme getirmiyor. Ukrayna ordusunun Rusya içlerine yaptığı Kursk taarruzu cephe hattını genişletmekten öte bir anlam kazanmış görünmüyor ki bu durum aslında Ukrayna’nın aleyhine. Putin’in zafere doğru ilerlediğine dair inancı her zamankinden daha güçlü.
ABD liderliğindeki Batı emperyalizmi, tarihsel gerilemesini durdurmak için Çin’i ekonomik ve askeri açılardan kuşatmak zorunda. ABD egemen sınıfı içerisinde ekonomik ve politik sermayenin nasıl daha verimli şekillerde Çin’e karşı yönlendirileceği konusunda bir ayrım yaşanıyor. Ve bütün bunlar olurken Çin, ABD öncülüğündeki askeri kuşatma çabalarına rağmen ekonomik güç ve küresel nüfuz açısından büyümeye devam ediyor.
Trump ya da Harris, ABD Politikası Ne Ölçüde Farklılaşıyor?
ABD’de Biden’ın havlu atmasından sonra başkanlık yarışı daha heyecanlı bir hal aldı. Gelgelelim tekelci sermayenin bu iki adayı arasındaki farkları olduğundan fazla görmek aldatıcı olacaktır. Bu abartının sınıf mücadelesi açısından doğrudan sonuçları olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Harris’in destekçileri, sosyal medyayı, Onu siyahları, kadınları, ABD anayasasını ve Özgürlük Heykeli’ni çeşitli şekillerde savunan bir süper kadın olarak gösteren gönderilerle doldurdu. (Rall, “The Kamala Harris Cult Need a Personality”, Wall Street Journal) Kamala Harris’in adaylığından daha az coşkuya kapılan ama kafa karıştırmak konusunda epeyce mahir olan “solcular” da bir o kadar kalabalık. Trump’ın başkanlığını “faşizmin zaferi” olarak gören, bu yüzden Demokrat Parti ve Harris’in demokrasi adına desteklenmesi gerektiğini savunun ABD’li “ilericilik” (progressivism) oldukça güçlü. “Stratejik Oy” vb olarak Türkiye’de de çok revaçta olan bu “kötünün iyisi” anlayışı, sistem dışı solu Demokrat Parti’ye yamayarak devre dışı bırakıyor. Öyle ki Demokrat Parti için yapılan “sosyalist solun mezarı” benzetmesi ister istemez yaygın bir şekilde kullanılıyor, çünkü tarihsel sürece baktığımızda bu gerçek inkar edilebilecek gibi değil. 1930’larda New Dealcı Roosevelt’e yanlayan ABD sosyalist solundaki ana eksen, 1968’den tutun son olarak Obama-Bernie sürecine dek Demokrat Parti’nin kuyruğundan ayrılmadı ve kitleleri yanıltmaktan öteye gidemedi.
Tarihsel perspektif ortada olsa da “kötünün iyisi” diyerek başlayan sonsuz döngü, “anın aciliyeti” ile durmadan güncellenir. Bugünkü aciliyet Trump’ı başkan yaptırmamak. ABD solunun en tanınmış figürü olan Bernie Sanders ve Alexandra Ocasio Cortez, Biden-Harris için adeta çırpındı, çırpınıyor. Amerika Demokratik Sosyalistleri’nin (DSA) yayın organı Jacobin, “sosyal” olarak nitelediği Kamala Harris’in başkan yardımcılığı için Tim Walz’ı seçmesine övgüler yağdırıyor. (Meyer, “The Left Needs a Real Strategy for a Harris Presidency”, Jacobin) Çünkü Tim Waltz işçi sınıfının adayıymış! Tim Waltz elbette işçi sınıfının adayı değil; ama taşra kökenli, emekçilere oynayan, beyaz bir politikacı olarak akıllıca bir tercih! Zira yoksullaşmış taşralı beyaz emekçi seçmen grubu içerisindeki bariz Trump üstünlüğünü dengelemek gerek! Ne tesadüf Trump’ın başkan yardımcısı olan J.D Vance da aynı toplumsal grubun içerisinden çıkma ve bu emekçi kesimin yoksullaşmasını gündemleştirirken Wall Street baronlarına atıp tutuyor. Söyledikleri şeyler gayet çarpıcı, bakmakta fayda var.
J.D Vance, Biden’ı neoliberal ticaret anlaşmalarıyla Amerikan sanayisini çökertmekle ve 2003’teki “Irak’ın korkunç işgalini” desteklemekle suçluyordu. “İşler yurt dışına gönderildi ve çocuklarımız savaşa gönderildi. Ama artık değil. Yeniden fabrikalar kuracağız, insanları Amerikalı ailelere yönelik, Amerikalı işçilerin elleriyle yapılmış gerçek ürünler üretmek için çalıştıracağız.” (Al Jazeera, JD Vance Hails Trump, Outlines Populist Vision as he accepts, 18 July 2024) Görüldüğü gibi sağcı kimlik politikaları ve MAGA (Make America Great Again-Amerika’yı Yeniden Büyük Yap) söylemleri, sınıfsal olarak acı çeken ortalama Amerikan ailesinin duygularıyla birleştiriliyor. Trump ve demagog ortağı bu tarz çıkışlarla kendilerine sistem karşıtı bir imaj yaratıyor. Demokrat Parti daha önce emekçilere hitap eden sol popülist Bernie Sanders’ı devre dışı bıraktığı için sistem karşıtı geniş alanlar tamamen Trump’a terk edildi. Bu yüzden de Trump-Vance seçimi kaybetse bile sağ popülizm olarak Trumpism yaşayacaktır.
Ha, J.D Vance o eski yoksul günlerini çoktan geride bırakmış, arkasında milyarder iş adamlarının olduğu, kendisi de milyoner, şarlatan bir politikacı olsa da çıkışlarını sadece bir seçim aldatmacası olarak okumamak gerekir. ABD egemen sınıfının Çin karşısındaki ortak kaygıları da Vance’nin bu açıklamalarında gizli. Bunun dışında dikkat çeken bir nokta da Trump’ın Demokratları savaşları başlatma ya da savaşları engelleyememekle suçlamasıdır. Bu anlamda Trump-Vance liderliğinin Ronald Reagan’dan baba-oğul Bush’lara kadar Amerikan emperyalizminin saldırgan yüzü olagelmiş Cumhuriyetçi Parti’yi sağ popülizm lehine neo-con çizgiden uzaklaştırdığı söylenebilir. Trump ve ekibinin Demokrat Parti’yi küreselci elitlerin ve düzenin (establishment) partisi olarak gösterirken kendilerini düzen karşıtı ortalama Amerikalı bir işçi-emekçinin dostu gibi gösterme çabası gözlerden kaçmıyor. Böylece bir yandan kimlikçiliğin şampiyonu Demokrat Parti’ye tepki olarak sağ kimlikçi bir konum elde edilirken diğer yandan her ırktan işçilere seslenme imkanını da elde ediliyor. Trump, Demokrat Parti’nin kimlikçiliğini Marksizm ya da aşırı solculuk olarak damgalarken ABD’de medya ve kültür endüstrisinde çok güçlü olan woke’cu taarruzdan rahatsız olan geniş kesimlerde bir tür sağ kimlikçilik geliştirmeye çalışıyor. Göçmen karşıtlığı, aile vurgusu ve ABD’nin geleneksel değerlerinin güçlü olduğu eski günlere dönüş söylemi Trump kampanyasının bileşeni durumunda. Bu söylemlerde beyaz üstünlüğüne dayalı, LGBTİ dışlayıcı, erkek egemen, faşist bir ajanda gören Demokrat Parti “ilerici” korosu ise buna ateş püskürüyor. Sonuçta ABD toplumu kültürel fay hatlarında kutuplaştığından Trump ne kadar saçmalarsa saçmalasın kendisini destekleyecek kemik bir oy tabanı bulabiliyor.
Çin ile Rekabet Ama Nasıl?
“Birlikte Amerikalı işçilerin ücretlerini koruyacağız ve Çin Komünist Partisi’nin Amerikan vatandaşlarının sırtından kendi orta sınıfını inşa etmesini engelleyeceğiz. Müttefiklerimizin dünya barışını güvence altına alma yükünü paylaşmalarını hep birlikte sağlayacağız.” (Cheng, JD Vance blames U.S. wage losses on China’s efforts to build its middle class, cnbce) J.D. Vance’ın bu sözlerindeki işçileri koruma demagojisini bir yana bırakırsak ilk olarak Çin’e odaklanma vurgusunu görürüz. Joe Biden, Trump’ın ABD merkezli sanayilerin rekabet gücünü yeniden inşa etme ve Çin’e karşı ekonomik savaş başlatma yönünde başlattığı politikayı sürdürdü. Buradaki fark Trump’ın kullanmak istediği yöntemlerle ilgili. Trump’ın korumacı önlemlerde gaza basıp ithalat vergilerini arttırması ABD’li kapitalist sınıfların bir kesiminin tadını kaçırsa da Trump’ın genel gelir vergilerinde düşüş vaat etmesi O’nu kapitalist çevrelerde gayet cazip kılıyor. Trump’ın teknoloji devlerine zaman zaman yaptığı suçlamalarına rağmen, Trump-Vance kampanyasına Silikon Vadisi’nden önemli miktarda para aktığı bildiriliyor. Bu teknoloji baronlarının başında da herkesin bildiği gibi Elon Musk geliyor. Bunun dışında Wall Street elitlerinin önde gidenlerinden İsrail ilintili Blackstone grubunun CEO’su Steve Schwarzmann, Silikon Vadisi devlerinden David Sucks, büyük teknoloji yatırımcılarından Peter Thiel gibi milyarderler Trump kampanyası için öne atılmış durumdalar.
Peki, tarihteki bu en pahalı seçimde (yaklaşık 10 milyar dolar) Kamala Harris ve Waltz’ı kimler finanse ediyor? Bu konuları kurcaladığınızda “faşist Trump’a karşı demokrat Kamala Harris’i desteklememiz gerekir” argümanı çöp oluyor. Evvela Harris milyarderlerin güdümündeki Demokrat Parti müesses nizamının simgesidir. Tamam kimi süper milyarderler Trump’a yatırım yapıyorlar ama Demokrat Parti ve Kamala Harris, Wall Street elitleri ile Silikon Vadisi teknoloji baronlarıyla daha derin bağlara sahip. ABD burjuvazisinin büyük bir kısmı Harris’i destekliyor. Biden’ın başkanlık adaylığından çekilmesi Wall Street elitlerinden gelen baskının neticesinde olmuştu. Aksi takdirde Demokrat Parti’ye seçim bağışı yapmayacaklarını ilan etmişlerdi. (Khalaf, Why Wall Street picked Kamala Harris, Financial Times) “Beni çekilmeye sadece Tanrı ikna edebilir” diyen Biden, büyük patronlardan gelen bu baskıya fazla direnemedi. “Money Talks”, kapitalizmin bu altın kuralı, en çok da ABD siyasetinde geçerlidir. Hal böyleyken solculuk namına Obama, Biden ya da Harris’i desteklemenin saçmalığı hakkında uzun açıklamalara girmek anlamsızlaşıyor.
Peki, ABD egemen sınıfının Harris/Trump tercihlerindeki ayrışması neden kaynaklanıyor? ABD egemen sınıfı içerisinde çoğunluk eğilim, sistemin işleyişine zarar verme ihtimali olan Trump’a karşı Harris’i destekleme yönünde. ABD’de yerleşik sistem, seçilerek gelen başkanın gücünü sınırlandırıyor. Başta Pentagon ve CIA olmak üzere, Kongre, Senato, mali bürokrasi, yargı ve diğer federal hükümet kurumları başkanı dengeleyen kurumlardır. Kaldı ki iki partili ABD politik yaşamında milyar dolarlar harcanan seçimlerde adayları kapitalistler finanse ediyor ve bu aleni rüşvet mekanizması gayet yasal. Yani sistem dışı birinin başkan seçilmesi ya da seçilse de istediği gibi hareket etmesi mümkün değil. Diğer taraftan kendisi de milyarder olan Trump, sistemin kapitalist işleyişine olmasa da geleneksel ABD sistemine bir tehdit gibi görülüyor (Sonnenfeld, The Coming MAGA Assault on Capitalism, Time). Hukukun üstünlüğünü hiç de sallamayan biri olarak yargıyı kontrol altına almaya çabaladığı gibi merkez bankasını da kontrol etmeyi arzuluyor. Trump milyarder iş çevrelerinin sahibi olduğu medyayı çeşitli tehditlerle ele geçirmek isterken Pentagon ve CIA ile çatışmaktan geri kalmıyor. Trump’ın kişisel husumet beslediği kapitalist gruplara karşı iktidar yetkilerini kullanmak ya da muhataplarını bununla tehdit etmek gibi kötü huyları bulunuyor. Bütün bunlar ABD egemen sınıfı içerisindeki geniş kesimleri sistemin kurumsal çerçevesini muhafaza etmek adına Trump’tan uzaklaştırıp Harris’e yakınlaştırıyor. Trump’ın toplumu bölen ve kutuplaştıran, öfke ve nefreti körükleyen söylemlerinin da sistemin geleceği açısından bir tehdit olarak görenler çoğunlukta. Bu kurumsal/tarihsel perspektif dışında Trump’ın korumacılığa dayalı ekonomi politikalarından ötürü güncel ekonomik çıkarları tehdit altında olan önemli bir kapitalist kesim bulunuyor. İthalatçı kapitalistler Trump’ın yüksek gümrük vergileri getirme kararlılığının ticaret savaşlarını ve izolasyonculuğu güçlendireceğini düşünüyorlar. Düzgün işleyen küresel bir ekonomide ısrar etmenin ABD çıkarları açısından daha doğru olacağı fikri, Trump’ın serbest ticarete dayalı karlara darbe vurmasından endişelenen kesimlerin çıkarını yansıtıyor. Vance’ın küreselcileri suçladığı popülist konuşmalarının bu kesime iyi gelmediği ortada. İzolasyonculuğun ABD dış politikasına da yansımasından ve ABD’nin küresel oyun kurucu konumunu kaybetmesinden korkanlar da oldukça fazla. Diğer bir konu da Trump’ın göçmenleri ülke dışına çıkarma vaatlerinin ülkenin işgücü ihtiyacını baltalaması ve işgücü maliyetlerini artırması ile ilgili. ABD ekonomisinin ucuz işgücüne ihtiyacı olduğu gibi sınırlara duvar örmek ya da sınır boyunca göçmen kampları kurmak gibi projelerin ABD’nin küresel imajına ve hegemonyasına darbe anlamına geleceğini savunanlar da bir hayli fazla. Bu nedenlerle ABD tekelci sermayesinin büyük kısmı Trump’ı değil Harris’i destekliyor.
Trump’ı destekleyen kapitalistlerin perspektifine gelirsek. Kural ve kurumlara takılmadan hızlı ve keskin adımlar atabilecek Trump’ın yönetim tarzından memnun olan süper zenginler mevcut. Son 15-20 yılda kuralsızlığın ağır bastığı serbest piyasa alanlarında hızla dev tekellere dönüşen kapitalistlerin birçoğu, Elon Musk’ta olduğu gibi, aşırı egoları, kural ve sınır tanımayan ticari faaliyetiyle Trump’ın tarzı arasında paralellikler kuruyor. Ayrıca Trump’ın sendikalaşmak isteyen çalışanlarını işten çıkaran Musk’a verdiği destek, aynı zamanda Trump’ın işçi hakları konusunda tüm kapitalistlere sunduğu açık çek anlamına geliyor. Sadece bu da değil, Trump’ın süper zenginlere vergi indirimi sağlayacağını duyurması da gayet baştan çıkarıcı. Trump, büyük sermayeye sadece gelir vergisi ya da kurumlar vergisi değil, miras vergisinde de indirim vaat ediyor. Tüm bunlar süper zenginlerin bir kısmını, kapitalist kurumsal çerçevenin zedelenmesi riskine rağmen, Trump’ı desteklemeye itiyor. Ayrıca Çin’in teknolojide yaptığı atılımdan, küresel pazarlarda fiyat kırmasından ötürü gelecek konusunda karamsarlaşan kapitalist bir eğilim Çin’in engellenmesi konusunda daha agresif olan Trump’ın çıkışlarından memnun. Beyaz Saray’a ikinci kez gelmesi halinde ithalata uygulanan gümrük vergilerini artıracağını yineleyen Trump, daha da ileri giderek ülkeler arası ticarette doları kullanmaktan uzaklaşan ülkelerden yapılan ithalatlara yüzde 100 gümrük vergisi getirme sözü veriyor. Kimi kapitalist gruplar, bu keskinlikten memnuniyet duyuyor.
Biden’ın son dönemde ABD’li sendikalara yakın durması ve zenginlerden daha çok vergi almayı planladığını duyurması ABD egemen sınıfında rahatsızlık uyandırmaktaydı. Nitekim Kamala Harris eylül ayı başında Biden’ın bu planlarını takip etmeyeceğini duyurdu. (Faler “Harris Goes Her Own Way on Capital Gains Tax Hike”, Politico) Kamala Harris’in ABD egemen sınıfına sunduğu en önemli özellik, öngörülebilir ve kontrol edilebilir olmasından kaynaklı istikrar sağlayıcılığıdır. İstikrar vurgusunda son yıllarda büyüyen grev tehditlerinin bertaraf edilmesi de bulunuyor. Demokrat Parti ile sendikalar arasındaki bağı uzlaşma adı altında işçileri yatıştırma araçsallığı içerisinde düşünmek gerekir. Gelgelelim kuralsız büyüme peşindeki Musk gibi kapitalistler, hiçbir uzlaşmaya tabi olmak istemiyor. İşte burada Trump alternatifi beliriyor. İkiyüzlü ve yanıltıcı Trump’ın emekçi sınıfları cezbetmek için savurduğu vaatler ise sözde daha iyi işler yaratmakla ilgili, kesinlikle işçi hakları ve mücadeleyle alakalı değil.
Elon Musk’ın başını çektiği milyarderler, Biden-Harris yönetiminin daha sıkı iklim düzenlemeleri, işçi sendikalarına olan desteği ve özellikle ülkenin teknoloji devlerine karşı anti-tröst yasalarını gündeme getirmeleri konusunda öfkeliydi. Ama Kamala Harris daha seçim sürecinde bunların çoğundan geri adım attı. Harris ve Walz’ın ücretli aile izni çağrısı, süper zenginlere yönelik vergilerin artırılması ve gıda ürünlerinde aşırı fiyat uygulamasına karşı önlemler gibi işçi sınıfına bazı tavizler verilmesini içeriyor. Unutmamak gerekir ki ABD seçimlerinin kaderi bir avuç kararsız eyalette başa baş geçmesi beklenen yarışta bir iki puanlık yer değiştirmeyle belirlenecek. Bu yüzden her iki taraf da alt-orta sınıfları cezbetmek için emekçi dostu görünmeye çalışıyor. Harris’in vaatlerine dönecek olursak bu sözlerin pek bir hükmünün olmadığı bilinmelidir. Harris istese bile bu uygulamaları hayata geçirmek için Temsilciler Meclisi, Senato ve Beyaz Saray üzerinde tam bir Demokrat Parti kontrolü gerekmektedir ki bu da hiç olası görünmemektedir.
Dış Politikadaki Durum
Dış politikada Kamala Harris’in de desteklediği Filistin’deki katliam ve İsrail’in korunması politikası, ABD egemen sınıfının çıkarınadır. Bütün bunlar ABD emperyalizminin arzuladığı küresel “düzeni” güvence altına alma çabasıyla alakalı. Nitekim kendi başkanlığında hiç savaş çıkarmamasıyla övünen Trump da Gazze’deki katliamın daha azılı bir savunucusudur. Trump, soykırımcı Netanyahu’yu desteklemek konusunda Kamala Harris’in arada bir dillendirdiği yalandan çekincelere de sahip değil. “Finish the job” (İşi Bitir) gibi çıkışlarla İsrail’e tam destek veriyor. Trump, İran karşısında da Demokratlardan daha savaşçı bir çizgi tutturmaktadır. Ukrayna Savaşı’nda ise birtakım farklar göze çarpıyor. Trump yeniden seçilmesi durumunda muhtemelen Ukrayna’ya toprak kayıplarını kabullenme ve Putin ile masaya oturma baskısı yapacaktır. Trump açısından Çin’e odaklanmanın yolu Rusya ile didişmeyi bırakmaktan geçiyor. Başkanlığı sırasında Trump, Rusya ile iyi geçinip Çin’i yalnızlaştırmak istiyordu. Nitekim “ben başkan olsaydım bu savaş hiç olmazdı” diyip duruyor. Kamala Harris ise Biden politikasının bir devamı olarak Ukrayna’nın desteğin sürmesi gerektiğine inanıyor. Ama Ukrayna için giderek umutsuz hale gelen bu savaşın artan ekonomik, askeri ve politik maliyetlerinin ABD ve ortakları tarafından daha ne kadar tolere edilebileceği büyük bir soru işaretidir.
Kamala Harris ile Trump arasındaki en önemli farklılık dış politikanın içeriğiyle değil yöntemiyle alakalıdır. Harris, ABD emperyalizminin geleneksel dış politika doktrinine sadık. Bu da ABD’nin müttefiklerini kendi ekonomik ve jeopolitik liderliği altında toplamasıdır. Nitekim Putin’in Ukrayna’yı işgal kararı ABD’ye zayıflayan liderliğini güçlendirme fırsatı sunmuştu. Ama Ukrayna Savaşı uzadıkça bu liderlik çok pahalı hale geldi. Üstelik Rusya’nın ekonomik, diplomatik ve askeri açılardan savaşa giderek uyarlanması, uzadıkça uzayan ve öngörülmez riskleri de beraberinde taşıyan bu pahalı savaşın ABD için büyük bir yüke dönüşmesini beraberinde getirdi. Üstelik Ukrayna Savaşı Rusya-Çin yakınlaşmasını da sağladı. ABD egemen sınıfı Çin’i izole edeceğiz derken Çin’in etkisi Ukrayna Savaşı ile arttı. Tam da burada Trump’ın bir yaklaşım farkı daha ortaya çıkıyor. Trump, Biden-Harris yönetiminin petrol fiyatlarını düşürememesinin Rusya ve İran’ın ana finansman kaynağını koruması anlamına geldiğini söylüyor. Peki Trump petrol fiyatlarını nasıl düşürecekti? Tabi ki rüşvet, şantaj ve tehditle. Trump’ın başkanlık döneminde Erdoğan ile nasıl ilişki kurduğunu hatırlayanlar bu yöntemi hatırlayacaktır. Trump ve Vance müttefiklerinden NATO’nun finansmanı için ellerini ceplerine atmalarını istemesi de yine bu tüccar/ mafya tarzıyla alakalı. Söylenen şey bu: Eğer Rusya karşısında sizi korumamızı istiyorsanız gerekli parayı vereceksiniz! Obama’dan beri ABD, diğer NATO müttefiklerinin askeri harcamalarını talep ediyordu ama Trump’ın bu tarzı ABD’nin liderlik kapasitesinin düştüğünün, şantaj ve tehditle iş yürütebildiğinin, para harcama kapasitesinin azaldığının bir göstergesidir. Pentagon’da ABD’nin Trump yönetiminde izolasyoncu bir dış politikaya yöneleceğine dair korkular bulunmaktadır.
Sonuç
ABD işçi sınıfı ve gençliği, hem grev hareketiyle hem de sosyalizmin geniş kesimlerce benimsenmesine yol açan mücadeleleriyle kapasitesini son yıllarda yeterince ortaya koydu. Ortada tarihsel bir görev duruyor: İşçi sınıfı ve gençliği, emperyalist kapitalist iki parti sisteminin sıkışmışlığından kurtarmak. Yani Cumhuriyetçilere karşı Demokrat Parti’nin sözde ilerici adayını destekleyelim türünden bir yaklaşımın kitleler tarafından terk edilmesi için sosyalist alternatifin inşa edilmesi gerekir. Bu da sosyalist güçlerin örgütlenerek güçlenmeleri ve kuvvetlerini yeri geldiğine birleştirmelerini öngörüyor. Buradaki temel ayraç bağımsız sınıf perspektifi olmalıdır. Bağımsızlık, örgütsel olarak burjuva Demokrat Parti’den, ideolojik olarak da reformizm ve kimlik siyasetinden olmalıdır. Kimlik siyasetinin deli gömleği ABD soluna giydirilmiştir, bu gömlek parçalanmadan ilerlemek mümkün olmayacaktır.