Home / Yazarlar / V. U. Arslan / 2026’ya Girerken Dünyanın Durumu – V. U. Arslan

2026’ya Girerken Dünyanın Durumu – V. U. Arslan

 

 

2026’ya girerken dünya durumunu aşağıdaki başlıklarla özetleyebiliriz:

Muhteşem 7’li ve Yoksullaşan Yüz Milyonlar: Küresel kapitalizm bugün, düşük büyüme ve yüksek enflasyonun (stagflasyon) yarattığı yapısal bir çıkmazın ortasındadır. Diğer taraftan finans piyasaları bu gerçeklikten tamamen kopuk bir “yapay zekâ sarhoşluğu” yaşıyor. Dünya ekonomisi durgunluk sinyalleri verirken, ABD borsalarını sırtlayan “Muhteşem 7’li” (Nvidia, Apple, Microsoft, Alphabet, Amazon, Meta, Tesla) etrafında biriken devasa sermaye, reel kârlılıktan ziyade geleceğe dair teknolojik spekülasyonlarla beslenen, tarihin en büyük balonlarından birini oluşturmuştur. Piyasa değeri trilyon dolarları aşan teknoloji devleri, sistemin tıkanan damarlarını açacak “kurtarıcılar” gibi pazarlanıyor. Gelgelelim bu borsa balonu patladığı anda kaçınılmaz bir ekonomik yıkıma yol açacaktır. Halihazırda aşırı şişmiş hisse fiyatları ile emekçilerin reel alım gücü arasındaki uçurum inanılmaz boyutlara ulaşmış durumda. Olası çöküş, büyük bir sınıfsal hesaplaşmayı kaçınılmaz kılacaktır.

Direniş ve Umut: Sermayenin emekçilere dayattığı yoksulluk, geleceksizlik ve yolsuzluk düzenine karşı 2025 yılında birçok ülkede isyanlar çıktı. ABD’den Britanya’ya, Arjantin’den Fransa’ya kadar işçi sınıfı, hayat pahalılığı ve sosyal yıkıma karşı ısrarcı bir mücadele örgütlemiştir. Modern kapitalizmin sinir uçlarını tutan lojistik, yazılım ve yüksek teknoloji işçilerinin bu mücadeledeki öncü rolü, sınıfın üretimden gelen gücünü yeni bir düzleme taşımaktadır. Özellikle Batı metropollerinde devrimci sosyalist fikirlere yönelen yeni gençlik kuşağı, bu nesnel öfkeyi ideolojik bir bilince dönüştürüyor ve örgütleniyor. Unutulmamalıdır ki demokratik haklar, kalıcı barış ve ekonomik kazanımlar, ancak proletaryanın burjuva bloklarından tam kopuşu ve bağımsız siyasi eylemiyle güvence altına alınabilir. Kendiliğinden yükselen kitle hareketlerinin sermaye düzeni içinde sönümlenmemesi için enternasyonalist devrimci bir önderliğin inşası, bugün insanlık için bir ölüm-kalım meselesidir.

Şiddetli Jeopolitik İstikrarsızlık Dönemi: 2026’ya girerken dünya, neoliberal küreselleşmenin tıkanması ve bunun yol açtığı şiddetli bir jeopolitik istikrarsızlık dönemiyle karşı karşıya. Neoliberal dönemin “serbest pazar” ve “küreselleşme” retoriği yerini; “America First” sloganının işaret ettiği “ulusal çıkar”, “ekonomik güvenlik” ve “teknolojik üstünlük” gibi korumacı ve militarizmle birleşen kavramlara bırakıyor. ABD emperyalizminin istikrarlı gerileyişi, buna karşın Çin’in istikrarlı yükselişi emperyalist hiyerarşiyi sarstığı oranda ekonomik milliyetçilik güçlenişini sürdürecektir.

Bu süreçte sermayenin mekânsal stratejisinde kırılmalar yaşanıyor. Verimlilik ve ucuz işgücü için üretimi Asya’ya kaydıran karlılık stratejisi adım adım terk edilmektedir. Yeni strateji, üretimi yeniden emperyalist merkezlere veya “dost” coğrafyalara çekmeyi (friend-shoring), tedarik zincirlerini jeopolitik risklerden arındırmayı hedefleyen milliyetçi ekonomi tahkimatıdır.

Devletin Kapitalist Üretimin Mimarı Olarak Dönüşü: Devlet, piyasa mekanizmasının perde arkasından yöneten bir aygıt olmaktan çıkıp sermaye birikiminin doğrudan baş mimarı konumuna yükseliyor. Neoliberal dönemde devlet, sermayenin engelsiz dolaşımını güvence altına alan bir güçken bugün bizzat sanayi politikalarını belirleyen, stratejik sektörleri sübvanse eden ve teknoloji sermayesiyle iç içe geçen bir karar merkezi niteliği kazanmıştır. Teknoloji devleri, “ulusal çıkarın” ayrılmaz parçası olarak tanımlanmaktadır. 

Ekonomik Milliyetçiliğin Yükselişi Otoriterliğin ve Aşırı Sağın Yükselişi ile El Ele Gidiyor:  Gümrük duvarları ve korumacılık, ancak güçlü ve müdahaleci bir devlet cihazıyla mümkündür. Bu durum kaçınılmaz olarak otoriterleşmeyi beraberinde getirir. Dünyanın dört bir yanında bu süreci yaşamaktayız. Aşırı sağ, burada işlevsel bir araç olarak devreye girer. İşçi sınıfının öfkesini sermayeye değil; göçmenlere, başka uluslara veya “iç düşmanlara” yönlendirir. Diğer taraftan stratejik teknoloji şirketleri devletin bir uzantısı haline geldikçe, bu şirketlerin elindeki veri ve gözetim imkanları devletin baskı aygıtına entegre ediliyor. Bu konuda Çin model ülkedir. Burjuva demokrasinin beşiği Avrupa’da demokratik gerileme yaşanırken Trump yönetimi, Avrupa’da aşırı sağcı partileri iktidara taşımaya çalışıyor.

ABD’nin Gerilemesi Yavaş Çekim Olacaktır: ABD hegemonyasının nispi gerilemesi, 20. yüzyıl başındaki Britanya örneğinden yapısal olarak farklıdır. ABD; doların rezerv para birimi olma niteliği, küresel finansal ağlar üzerindeki denetimi ve devasa askeri-teknolojik kapasitesiyle, Britanya’nın geçmişte sahip olduğundan çok daha derin bir “hegemonik dayanıklılığa” sahiptir. Dolayısıyla ABD hegemonyasının gerilemesi çöküşten çok, sarsıntılı ve uzun zamana yayılan bir süreç olarak yaşanacaktır. 

Çin’in “Asimetrik” Yükselişinin Sınırları Bulunmaktadır: Çin, ekonomik bir dev olarak emperyalist hiyerarşiyi zorlasa da askeri kapasite, diplomatik ağlar ve ideolojik-kültürel hegemonya alanlarında hala ABD’nin oldukça gerisindedir. Çin’in en kritik enerji tedarikçilerinden ve stratejik ortaklarından biri olan İran’a yönelik ABD-İsrail saldırıları karşısında yokları oynaması, Çin’in ‘ekonomik dev’ niteliği ile ‘küresel hegemonik kapasitesi’ arasındaki orantısızlığı açıkça ortaya koymaktadır. Benzer bir durum Venezuela örneğinde de yaşanmaktadır. Çin, sermaye ihracı ve hammadde kontrolü bakımından küresel bir oyuncu olsa da; bu ekonomik gücü, başat emperyalist aktörlüğün olmazsa olmazı olan “silahlı koruma” ve “küresel nizam dayatma” kapasitesine erişememiştir.

Trump’ın Alaska’dan Venezuela’ya, Panama Kanalı’ndan Ukrayna’daki Kaynaklara Göz Dikmesi: Militarizm, egemen sınıflar için basit bir siyasi tercih değil, sermayenin düşük büyüme ve stagflasyon sarmalından çıkış stratejisidir. Kapitalist üretim biçimi, iç pazarlarda tıkandığı noktada, artı-değerin realize edilmesi için yeni hammadde kaynakları, enerji koridorları ve pazar alanları bulmak zorundadır. Emperyalist saldırganlık, bu ekonomik daralmanın zorunlu bir sonucudur. Askeri harcamalar, kapitalizm için “ideal” bir pazar oluşturur. Çünkü askeri ürünler piyasaya dönüp rekabeti artırmaz; aksine devlet tarafından satın alınır ve savaşta yok edilir. Bu, sermaye birikimi için geçici ama hayati bir nefes borusudur.

Üçüncü Dünya Savaşı ve Nükleer Eşik: Emperyalist güçler arasındaki rekabetin giderek “askerileşmesi”, Üçüncü Dünya Savaşı ihtimalini gündeme getirmektedir. Nükleer kıyamet olasılığı taraflar için hala caydırıcı bir unsur olsa da “bu caydırıcılık nereye kadar engelleyici olur” sorusuna net bir karşılık vermek güçtür. Nükleer bir dünya savaşı olasılığı, emperyalist-kapitalist sistemin kendi bekası uğruna tüm insanlığı ve gezegeni feda edebilecek bir karakterde olduğunu ortaya koymaktadır. Diğer taraftan egemen sınıflar, Ukrayna ve İran örneklerinde görüldüğü üzere, nükleer eşiği aşmadan konvansiyonel savaşları pervasızca derinleştirmekte; milyonlarca emekçiyi sermayenin yeniden paylaşım kavgası uğruna cephelerde ölüme, sakatlanmaya ve yerinden edilmeye mahkûm etmektedir. Kapitalizmin ‘ya sosyalizm ya barbarlık’ ikilemi bir öngörü olmaktan çıkmış yakıcı bir güncellik haline gelmiştir. 

Ukrayna Savaşı: Trump’ın Ukrayna Savaşı’nı bitirememiş olması kişisel bir başarısızlık hikayesi değildir. Rusya çok büyük sayılarda asker kaybetse de Putin, Ukrayna’nın yıpratma savaşına uzun süre dayanamayacağını hesap etmektedir. Ukrayna hatlarının çökmesiyle mutlak bir zafer ve buna uygun bir teslim anlaşması istemektedir. Bu yüzden de Putin, Trump’ın “barış” çabalarına umursamaz yaklaşmaktadır. Rusya’nın kesin zaferinin Baltık bölgesi gibi farklı alanlarda yeni işgalleri beraberinde getirebileceğinden korkan Avrupalı güçler, bir yandan da Rusya’nın nükleer şantajı her seferinde kullanabileceğinden çekinmektedir. Bu yüzden de Rusya’ya yönelik yaptırımların arttırılmasından ve Ukrayna’ya desteğin güçlendirilmesinden yanalar. Bu maliyeti üstlenmek istemeyen pragmatist Trump ise cephede işler daha da kötüleşmeden Ukrayna’nın mevcut kayıpları kabullenmesi ve savaşın bitmesinden yanadır. 

Çin’in Karakteri: Çin, piyasayı devlet müdahalesiyle dizginleyen, özel sermayenin büyümesine stratejik alanlar açarken işçi sınıfını demir yumrukla disipline eden Çin Komünist Partisi (ÇKP) bürokrasisinin Bonapartist yönetimi altında güçlü emperyalist karakter taşıyan bir devlettir. ​​Çin mucizesi’ olarak pazarlanan model, aslında işçilerin ve köylülerin en temel sendikal ve siyasi haklarının gasbedilmesiyle örülen gerici bir disiplin rejimine dayanmaktadır. Bu gerçeklik ışığında; Çin devletini ABD liderliğindeki küresel emperyalizme karşı halkların ‘ilerici bir müttefiki’ olarak kurgulayan her türlü analiz, sınıfsal özden yoksun ve tarihsel gerçeklerle bağdaşmayan bir illüzyondur.

İsrail’in Atılımı: 7 Ekim saldırılarından sonra başlayan savaşlardaki zaferlerle birlikte Ortadoğu’da İsrail’in önünde bir engel kalmadı. Bu yeni bir durum. Bu güç sıçraması İsrail’i inanılmaz pervasızlaştırdı ve 2026’da önündeki fırsatlardan yararlanmaya devam edecek. Gazze’de direnişin tamamen bitirilmesi ve İran’da rejim değişikliğine gidilmesi bu hedeflerin başında geliyor. İsrail, Suriye’de Esad’ın devrilmesinden sonra elde ettiği yerleri pekiştirmek, Türkiye’nin etkisini azaltmak ve nüfuz bölgelerini genişletmek istiyor. Yemen’de Husilerin belini kırmak diğer bir hedef. Somaliland’ın tanınması, buraya üslenmek, Kızıldeniz’e hakim olmak ve Yemen’e kolay saldırılar yapmakla ilintili bir diğer plan.     

 

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir