2018’i Uğurlarken… – Emre Güntekin
2018 yılı ile birlikte çalkantılarla dolu bir yıl daha geride kalıyor. 17. yy. şairi Nabi’nin “Bağ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz/Biz neşâtın da gamın da rüzgârın görmüşüz.” (“Dünya bağının hem ilk hem de sonbaharını görmüşüz; biz neşenin de gamın da rüzgârını görmüşüz.”) şiirinde de dediği gibi insanlık bir yıl içerisinde hem karanlık bir sonbaharı hem de umut verici bir ilkbaharı birlikte yaşadı. Bir yanda tüm dünyaya cehennemin üç başlı iti Kerberos gibi zehirler saçan kapitalist karanlık koyulaşırken, diğer tarafta insanlığa bu karanlık içerisinde umut aşılayan inatçı köstebekler giderek çoğalıyor.
Türkiye Ocak ayına Suriye’nin kuzeyine, Afrin’e operasyon tartışmalarıyla girmişti. AKP iktidarı 20 Ocak’ta Afrin’e “Zeytin Dalı Harekatı”nı başlattı. Operasyonun başlamasıyla birlikte ülke içerisinde savaş karşıtları büyük bir baskı dalgasıyla karşılaştı. Burjuva medya savaş çığırtkanlığını yükseltirken, AKP’nin askeri maceralarını ve işgalci yaklaşımını teşhir edenler gözaltılarla ve tutuklamalarla karşılaştılar. Türkiye gündemine en çok yansıyan muhalefet ise öğrenci gençlik cephesinden geldi. 19 Mart’ta Boğaziçi Üniversitesi’nde Afrin Operasyonu’nu bahane ederek stant açan ve lokum dağıtan İslamcı-faşist güruha Boğaziçili öğrenciler tepki göstermiş ve okullarını savunmuşlardı. Erdoğan bu olay üzerine yaptığı açıklamada komünist öğrencileri okullarda barındırmayacaklarını açıklamıştı. Bunun üzerine 22 Mart’ta İstanbul polisi operasyon düzenleyerek 26 öğrenciyi gözaltına almış, 10 öğrenci tutuklanmıştı. 3 Marksist Fikir Topluluğu üyesi yoldaşımız da tutuklananlar arasında yer almıştı.
2018 yılının ilk ayları savaş rüzgarının yanında, erken seçim tartışmalarıyla geçti. AKP’nin koltuk değneği Devlet Bahçeli 17 Nisan’da erken seçimin 26 Ağustos’ta yapılması gerektiğini açıklarken, o güne kadar erken seçim ihtimalini her ortamda reddeden Erdoğan Bahçeli’nin açtığı ortayı seçimleri 24 Haziran’a alarak adeta gole çevirdi. Erken seçim bir anda acele seçime dönmüştü. Peki, bu acelenin sebebi neydi? Cevap basit: Göz göre göre gelen ekonomik çöküş… Uluslararası gelişmelerin de etkisiyle dolar 4 lirayı aşarken, daha da kötü günlerin geleceğinin sinyalleri beliriyordu. Erdoğan muhalefetin hazırlanmasına vakit kalmadan gideceği acele bir seçimle adeta yangından mal kaçırmayı hedeflerken; karanlık günleri elinde başkanlık sopasıyla karşılamayı istiyordu.
İstediği de oldu… Erdoğan’ın karşısına Muharrem İnce, Meral Akşener, Temel Karamollaoğlu ve cezaevindeki Selahattin Demirtaş aday olarak çıkarılırken sosyalist sol bu dönemi futbol tabiriyle “bay” geçti. SEP, bu konuda solun Fatih Mehmet Maçoğlu gibi yoksul emekçi AKP’lileri de ikna edebilecek bir isimle seçimlerde boy göstermesi için çabaladı. Ancak tarihi bir fırsat göz göre göre kaçırıldı.
CHP’nin adayı Muharrem İnce özellikle sosyal demokrat kitlelerde kısa süreli bir heyecan yaratsa da Erdoğan’ın adım adım inşa ettiği kutuplaşmayı kırabilecek hamleleri yapmadı, yapamadı. Emekten yana bir söylem yerine, yine içi boş bir “üreten Türkiye”, “benim emekçim”, “benim köylüm” demogojisine bel bağladı. Kampanyası toplumun AKP hegemonyasındaki yoksul emekçiler için cazip görünmezken; miting meydanlarında Cumhuriyet Mitingleri’ni aratmayacak şekilde ulusalcı, orta sınıf, hali vakti yerinde kesimler veya CHP’nin oyunu her koşulda garanti gördüğü Alevi-sol sosyal demokrat kitleler egemen oldu. Dolayısıyla Erdoğan’ın kurduğu denklem tıkır tıkır işledi ve yüzde 50’yi kılpayı aşarak yıllardır istediği başkanlığı aldı. 2018 gelecekte bir şekilde hatırlanacaksa bu Türkiye için ilk olarak tek adam diktasının resmileştiği bir yıl olarak akla gelecektir.
Başkanlık rejimine geçen Türkiye seçimlerden iki hafta sonra yeni rejimin ne menem bir şey olacağını acı bir kazayla deneyimledi. Çorlu’da gerçekleşen hızlı tren kazasında 24 kişi hayatını kaybetti, 318 kişi yaralandı. Kaza AKP’nin taşeron düzeninin çarpıklığını bir kez daha ortaya serdi. Saray rejimiyle iş tutan müteahhitlerin rantı nasıl insan hayatının üzerinde tuttuklarını, kazaya sebep olanların iktidar tarafından nasıl korunduğunu bizzat yaşadık. AKP’nin yargısının kaza sonrası en önemli icraatı getirilen yayın yasakları oldu. Ve 13 Aralık’ta benzeri bir kaza Ankara’da yaşandı… 9 kişinin öldüğü kazadan sonra yaşananlar Çorlu’nun birebir kopyasıydı.
2018 yılının başında Türkiye askeri bir savaşa sürüklenirken, yaz aylarında bu kez ekonomik çöküş karşımıza “ekonomik savaş” olarak çıkarıldı. Dolar 7 lirayı geçerken; döviz almak, elinde altın bulundurmak, yaşananları ekonomik kriz olarak nitelendirmek hele ki bu konuda iktidarın sorumluluğun dile getirmek “vatan hainliği” ile eşdeğer tutuldu. Krizin bütün sorumluluğu Erdoğan rejiminin ABD’ye karşı şantaj yapmak için düzmece suçlamalarla tutukladığı Rahip Andrew Brunson’a yıkıldı. Trump ve Pence’in Andrew Brunson’un serbest bırakılmadığı takdirde Türkiye’ye yaptırım getirileceğini açıklaması AKP’ye krizi örtbas etmek için gereken bahaneyi vermişti. Burjuva medya bütünüyle bu yalanları yayarken, AKP’nin inşaata ve borçlanmaya dayalı ekonomik modelinin krizin arkasındaki asıl sebep olduğu gerçeği gözlerden kaçırıldı. Göstermelik bir enflasyonla mücadele kampanyası başlatıldı, “karaborsayla mücadele” yaygarasıyla marketler ve soğan depoları basıldı. Sağın daha önce Çinli diye Korelileri döven, portakal bıçaklayan kadrolu eylemci kitlesi bu kez sokaklarda dolara sümkürerek, iphone kırarak “krizle mücadele etti”.
AKP’nin inşaat sevdası demişken… Burada üçüncü havalimanına ve işçilerin direnişine bir parantez açmak gerekmektedir. Erdoğan, üçüncü havalimanını 29 Ekim’de açmak isterken; havalimanı işçileri 14 Eylül’de kötü çalışma koşullarını protesto için eyleme başladı. Erdoğan’ın alelacele açılış sevdası binlerce çalışana kölece çalışma koşullarının dayatılması olarak geri dönmüştü. Hepimiz inşaat işçilerinin pireli yataklarda yatırıldığını, işe gidiş gelişlerde saatlerce nasıl yağmur altında bekletildiklerini, iş kazalarında nasıl ölümle burun buruna yaşadıklarını direniş sayesinde öğrenmiş olduk. Ancak inşaat işçilerinin direnişi Erdoğan rejimi tarafından sert bir şekilde karşılandı. Polis yüzlerce işçiyi operasyonla gözaltına aldı, onlarca işçi tutuklandı. Eyleme geçen işçileri “terör örgütleri”nin kışkırttığı, amacın açılışı engellemek olduğu lağım medyası tarafından önümüze sürüldü. Havalimanı işçilerinin direnişi 2018’in en çarpıcı mücadelelerinden birisi olarak akıllarda kaldı.
Senenin sadece Türkiye açısından değil, uluslararası olarak da en çarpıcı olaylarından birisi Suudi Arabistanlı gezeteci, Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’nın katledilmesi oldu. Yıllarca rejimin hizmetinde olan ancak Veliaht Prens Muhammed Bin Salman’a son yıllarda muhalefet eden Kaşıkçı, 2 Ekim’de evlilik işlemleri nedeniyle geldiği Suudi Arabistan İstanbul Başkonsolosluğu’nda vahşi bir şekilde katledildi. Bu vahşi cinayet çok geçmeden tüm dünyada bir numaralı gündem maddesine dönüştü. Ortadoğu’da kendisi gibi Sünni İslam’ın temsilcisi olan Suud rejimiyle rekabet halinde olan Erdoğan, cinayeti ve ele geçirdiği delilleri tüm çıplaklığıyla ortaya koymak yerine bunu bir politik pazarlığa ve şantaj aracına dönüştürdü. Uluslararası çapta Salman ve Suud rejimine tepkiler yükselse de kapitalist çıkar ortaklığı bu cinayetle bariz bir şekilde gözler önüne serildi. Bir yandan Suud rejimine utangaç eleştiriler yöneltilirken, diğer taraftan ekonomik ve politik ilişkiler sanki böyle bir cinayet işlenmemişçesine sürdürüldü. Cinayetin üzerinden üç ay geçerken kapitalistlerin geçiştirme taktiğinin işe yaradığını söylemek gerekiyor.
Uluslararası anlamda senenin en göze çarpan olgusu ise sağ-milliyetçi otoriter rejimlerin yükselişi oldu. Bunun en çarpıcı örneği 30 Ekim’de yapılan Brezilya başkanlık seçimlerinde Jair Bolsonaro’nun seçilmesi oldu. 14 yıllık İşçi Partisi iktidarı yolsuzluk skandallarıyla çökerken ve bu 14 yıllık sürede emekçi sınıfların beklentilerini karşılayamazken; toplumun alt sınıfları yüzünü sağa çevirdi. Krizin eşiğinde olan Brezilya’da darbe yıllarında yapılan işkenceyi savunan, kadın ve LGBTİ düşmanı, bireysel silahlanmayı teşvik eden “Tropik Trump” Bolsonaro seçilirken; Putin-Trump-Erdoğan-Xi-Orban ve Renzi familyasına yeni bir üye katılmış oldu. Sağın yükselişi kapitalizmin sistemik krizinin bir yansımasına dönüştü.
Fakat senenin son ayına sağ değil, sınıf mücadelesi damga vurdu. Fransa’da 17 Kasım’da akaryakıt ve vergi zamlarına karşı “Fransa’yı bloke edelim!” çağrısı yapan bir kamyon şoförünün bu çağrısına Fransalı emekçiler neredeyse bütün kentlerde sokağa dökülerek yanıt verdi. Neoliberal Avrupa’nın en sert savunucularından biri olan Macron’a karşı eylemler hala sürerken, Fransa’da başlayan yangın siyasi ve ekonomik krizi aşamayan Avrupa’nın diğer ülkelerine sıçradı. Türkiye ve Mısır gibi tek adam rejimlerinin var olduğu ülkelerde egemenlerin korkusu sarı yelek satışlarına denetim getirilmesine varacak boyutlara ulaştı.
Yazamadığımız, üzerinden atladığımız pek çok olay, konu, direniş var elbet… Flormar’da, Cargill’de, Ankara TOKİ’de, İZBAN’da, Makro Market’te emekçiler kapitalist sömürüye mücadeleyle yanıt verdiler. Ocak ayında İran’da, Nisan ayında Nikaragua’da, Aralık ayında Sudan’da emekçiler ve yoksullar dikta rejimlerinin eylemlere vahşice saldırarak katliamlar yapmalarına, polisiye baskılara rağmen kahramanca sokakları doldurdular. Büyük şairimiz Ahmed Arif’in de dediği gibi “Döğüşenlerde var bu havalarda / El ayak buz kesmiş yürek cehennem”.
2018’i yolcu ederken her türlü umutsuzluk, yılgınlık, bıkkınlık bizden uzak olsun. Yüreğimizde yanan cehennemi sömürücülerin, asalakların cehennemi haline getireceğimiz bir 2019 düşleyelim ve bunun için mücadeleyi büyütelim.