20. Yılında 28 Şubat ve Rejim Değişikliği Tartışmaları

20. Yılında 28 Şubat ve Rejim Değişikliği Tartışmaları

Bu yazı, Marksist Bakış dergisinin 63. sayısında yayınlamıştır. 

28 Şubat müdahalesinin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen, Türkiye’de rejim değişimi tartışmaları dinecek gibi görünmemekle birlikte,yaklaşık bir ay sonra gerçekleşecek anayasa referandumunun sonucuna bağlı olarak rejim değişimi tartışmasını daha çok yapacağız gibi gözükmektedir.

28 Şubat’a gelinen süreçte toplum laik-dindar ekseninde parçalara ayrılmıştı. 28 Şubat toplumda hâlihazırda var olan eksen kaymalarını daha da keskinleştirmişti. Nitekim bunun ilk sonucu olarak iktidardan el çektirilen Fazilet Partisi’nin içerisinden doğan AKP 2002’de geleneksel sağ-muhafazakâr kitlelerin oyuyla iktidara yürümeyi  başarmıştı. ANAP, DYP gibi miadlarını doldurmuş merkez sağ partilerin oyları büyük oranda AKP’ye ve 2002 seçimlerinin sürprizi Cem Uzan’ın Genç Partisi’ne akmıştı. Bir önceki koalisyon hükümetinin omurgasını oluşturan DSP 2001 krizinin faturasını baraj altında kalarak öderken, sosyal demokrat kitleler için CHP tek alternatif olarak kalmayı başarmıştı. Esasında 2002 sonrası siyasi tablo şöyle şekillenmişti: Bir yandan sosyal demokrat, düzenden kopamayan sol kitlelerin kalesi CHP; aşırı milliyetçi seçmenin tercihi olan MHP; 2007 sonrasında Kürt halkının, sosyalistlerin ve muhalif unsurların oylarıyla meclise girmeyi başaran Kürt siyasal partileri (DTP, BDP, HDP) ve muhafazakâr-İslamcı- liberal orta sınıf seçmenin tercihi AKP. Bugüne geldiğimizde artık bu siyasal denkleminde aşınmaya başladığını, Tayyip Erdoğan’ın tek adamlık hırsının mevcut siyasi tablonun sürmesine imkân tanımadığını gözlemlemek mümkün.

Erdoğan tek adam olma yolunda en başta kendi kulvarındaki rakiplerini ortadan kaldırmak zorundaydı. Bugüne kadar hem AKP içinde kendisini gölgeleyebilecekleri (Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener
gibi) hem de AKP dışında kendisine rakip olabilecek unsurları (Genç Parti ve Uzan’ın ardından, Süleyman Soylu, Numan Kurtulmuş vs.) havuç-sopa taktiği ile devre dışı bırakmayı başardı. Şimdi ise Türk sağının nerdeyse yarım asırdır değişmez unsurlarından birisi olan MHP, Devlet Bahçeli’nin çabalarıyla tasfiyenin eşiğine doğru sürüklenmeye devam ediyor ki Meral Akşener gibi parti içi muhaliflerin çabalarıyla bu sürecin akamete uğrama riski bulunuyor. Peki, referandumda evet çıkması durumunda bu süreç duracak mı? Buna net bir yanıt vermek zor. HDP’yi tutuklamalar yoluyla pasifze eden Erdoğan’ın aynı yolu CHP için de izlemeyeceğinin hiçbir garantisi bulunmuyor. Kısacası  
Erdoğan’ın önünde referandumda evet çıkması durumunda tek adam rejimi yaratabilmenin önünde bir engel kalmayacaktır.

28 ŞUBAT’IN ÖYKÜSÜ NASILDI?

Erdoğan’ın 2002’de iktidara geliş sürecinin önü 28 Şubat müdahalesi ile açılmıştı. Bu sürece gelirken 90’ların başından itibaren emalist-laik aydınların (Uğur Mumcu, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy) faili
meçhullerle öldürülmesi, Alevilere yönelik katliamlar (Sivas, Gazi Mahallesi), televizyon bültenlerinde sıklıkla ekrana gelen tarikatların, dini cemaatlerin faaliyetlerinin artışı ve Refah Partisi gibi İslamcı bir partinin iktidara yükselişi Türkiye’nin de İran gibi olabileceği korkusunu topluma yaymıştı. Aslında 28 Şubat’a gelinirken Susurluk kazası ile birlikte ortalığa saçılan devlet-mafya-siyaset işbirliğine yönelik büyük bir öfke hâkimdi ve bu şeriat korkusundan daha önde geliyordu. 28 Şubat öncesinde bu kirli ilişki ağına karşı yükselen toplumsal tepkinin ifadesi olarak “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri başlamıştı. Eylemler sadece akşamları ışıkları açıp kapamayla sınırlı kalmadı, kendiliğinden bir şekilde kitlesel sokak eylemlerine dönüştü. 15 Şubat 1997 tarihinde Türkiye genelinde eylemlere 30 milyon kişi destek verdi.
Tabi ki iktidarda Refah Partisi gibi mevcut sistemle kan uyuşmazlığı yaşayan bir partinin var oluşu egemenlere eylemlerin gidişatına kolayca müdahale edebilme şansı verdi. Üstelik Şevket Kazan gibi iktidar sözcülerinin eylemciler için “Mum söndü oynuyorlar” gibi söylemlerde bulunması ekmeklerine yağ sürecekti. İlginç olan bu eylemleri başlatan “Sürekli Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi” adlı sivil toplum örgütünün ilk yayınladığı bildiri de ne şeriata ne de laiklik istemine dair tek bir atıf var! Bu eylem dalgası örgütlü bir mücadeleyle devam edebilmiş olsaydı Refah-Yol hükümetinin düşmesi için askerin müdahalesine gerek bile kalmayabilirdi, belki de tarih o günden bu yana daha farklı bir şekilde yazılabilirdi.

Peki, gerçekten 28 Şubat’ta İslamcılar mağdur oldular mı? Burada AKP iktidara geldiği günden bu yana tarihin tek yanlı bir okumasına maruz kalıyoruz. 28 Şubat’tan sonra gerçekleşenlerin kısa bir özetine bakmak yeterli: Faili meçhul cinayetlerle ilgili tek bir adım atılmadı (hatta 1999’da Ahmet Taner Kışlalı bombalı saldırıda katledildi), 19 Aralık 2000’de cezaevlerine “Hayata Dönüş Operasyonu” gerçekleştirildi ve 122 devrimci bu operasyonlarda katledildi. 2001 yılında ekonomik kriz patlak verdi. 1,5 milyona yakın kişi işsiz kaldı, alım gücü üçte bir azaldı. Kısacası 28 Şubat müdahalesi siyasi ve iktisadi çelişkileri çözmek bir yana daha da kötürümleşmişti.

2002 yılına gelinirken mevcut iktidarın ayakta kalamayacağı belli olmuş ve Refah Partisi’nden kendi deyimleriyle gömlek değiştirerek kopan AKP, iktidarı adeta kucağında buluvermişti. 28 Şubat süreci bu yeni iktidarın doğumunda adeta ebelik yaptı. Buradan elbette İslamcıların bu süreçten olumsuz etkilenmediği sonucu çıkmaz ama bugün yaratılan baskı ve mağduriyetlerle karşılaştırmak mümkün bile değildir. Ki 28 Şubat mağdurlarının da aralarında olduğu İslami camianın muhalif isimleri (Adem Geveri, Ahmet Faruk Ünsal, Cihangir İslam, Fatma Bostan Ünsal, Hüda Kaya, Mehmet Bekaroğlu, Ömer Faruk Gergerlioğlu, R. İhsan Eliaçık, Zeki Kılıçarslan gibi), müdahalenin 20. yılında yayınladıkları bildiride OHAL sürecinin 28 Şubat’ı arattığını söylediler; referandumla her kesim üzerinde bu baskı döneminin “yasalaşacağından” endişe ettiklerini ifade ettiler. Dün bu yaşanan baskıları siyasal olarak kullanan Erdoğan iktidarı, bugün bin kat daha fazlasını uygulamaktadır.

15 yıldır iktidar olan bir parti, böylesine uzun bir sürede çözemediği sorunları başkanlığı getirecek anayasanın referandumda kabul edilmesinin ardından çözeceğini savunuyor. AKP iktidarında Türkiye özellikle eşitsizlik, gelir adaletsizliği, kadınlara, ezilen halklara yönelik ayrımcılık gibi konularda dünyaya rahmet okutacak bir düzeye gerilemiş durumda. Kişi başına düşen milli gelirde 59., gelir adaletsizliğinde 57., ortalama yaşam süresinde 96., iş kazalarına bağlı ölümlerde Avrupa 1.si ve dünya 2.si olan bir ülke de tek adam rejiminin inşası olsa olsa tüm kategorilerde daha da gerilere düşmemize yardım eder.

Dahası da var: Cinsiyet eşitliği sıralamasında Türkiye 136 ülke içerisinde 120. sırada. Demokrasi indeksinde ise 167 ülke içerisinde 88. Türkiye 2012 yılında yapılan dünya özgürlük araştırmasında “kısmen özgür” ülke kategorisindeydi, şimdi kısmen bile özgürlükten bahsetmek abes olacaktır. Referandumdan evet çıkması durumunda 28 Şubat süreci ile kıyaslandığında toplumsal muhalefet açısından daha zor, ama daha büyük olanakların açılacağı bir sürecin başlayacağı açık görünüyor. Zor olacaktır, çünkü mücadele edenlerin bugün bile büyük bedellerle baş etmesi gerekmektedir. Fakat hem siyasal hem de ekonomik olarak AKP iktidarını da daha zor günler bekliyor. Napolyon’un dediği gibi süngü zoruyla iktidar olmak mümkündür, ama o süngünün üzerinde sonsuza kadar oturmak imkânsızdır.

Özellikle 15 Temmuz’un ardından on binlerce kişiyi işlerinden atan, kendi kitlesini bile başkanlığın gerekliliğine ikna etmekte zorlanan, emekçi halkı ağır vergilerle ve düşük ücretlerle yoksulluk içinde yaşamaya zorlayan, düşüncelerini ifade ettiği için gazetecileri hapishanelere dolduran ve her türlü muhalefeti
polis zoruyla susturmaya çalışan iktidar için hayır çıkması sonun başlangıcı olacaktır. Fakat bunun için de toplumsal muhalefetin canla başla mücadele etmesi zorunluluktur. Yoksa Türkiye’de burjuva düzeni yeni 28 Şubatlarla yeni belaları emekçilerin başına sarmaktan çekinmeyecektir.

KATEGORİLER
ETİKETLER