19 Aralık Katliamı’nın Dersleri Çıkarılmayı Bekliyor – Elif Altunay

 

Türkiye, devrimci mücadelenin derin kökler taşıdığı ve bir sonraki kuşağa en zor koşullarda bile bayrağın devredilebildiği ülkelerden birisi. Devrimciler yine bu zor koşullarda, özellikle 1990’lı yıllarda hapishanelerde önemli oranda kalabalıklaşmış ve güçlenmişti. Hapishanelerdeki koğuş sistemi, devrimcilere birarada yaşamak, kolektif kararlar alıp birlikte hareket etmek gibi önemli avantajlar sağlıyordu. İş öyle bir duruma gelmişti ki Bayrampaşa Cezaevi’nde devrimcilerin kaldığı koğuşlarda 9 yıldır arama yapılamıyordu. Bu gidişatın önünü kesmek, devrimcilerin elinden bu kozu almak isteyen devlet, AB’den ithal F tipi cezaevine geçişin sinyalini veriyordu.

F tipi gibi işkencenin betonlaşmış hali olan bir tecrit sistemi, uygulamaya sokulduğu takdirde devrimci tutsakların mücadele yürütmesine engel olmak bir kenara, onları “insan” olarak da “bitirmeyi” amaçlıyordu. Bunun farkındaki devrimci yapılar, bu uygulamaya direnmek adına 20 Ekim 2000’de ülkenin farklı illerinde tutuklu oldukları hapishanelerde ölüm orucuna başladılar. Eylemlerle devam eden F-tipi karşıtı süreçte kamuoyundan gün geçtikçe artan destekle hükümetin üstünde ciddi bir baskı oluşsa da yaşanan provokasyonlarla rüzgâr tersine dönünce katliam için geri sayım başlamıştı.

Ölüm oruçlarını sonlandırmak perdesi ile başlatılan ve gerçekte hayatları karartan “Hayata Dönüş Operasyonu” 19 Aralık sabaha karşı başlatıldı. Ülke genelinde 20 ayrı cezaevinde 10 bin jandarma ve polisin ortak operasyonunda 30 devrimci tutsak katledilirken yaklaşık 600 devrimci zorla müdahale yüzünden sakat kaldı. Operasyon sırasında bugün bile tam olarak ne olduğu bilinemeyen kimyasal zehirler kullanılarak insanların acı bir şekilde can vermesine ve sakat kalmasına yol açtılar. Katliamda vurularak hayatını kaybeden 2 askerin de operasyona katılan birlikler tarafından açılan ateşte hayatını kaybettiği daha sonra ortaya çıkacaktı.

Katliamdan Sonra

Bugün, 19 Aralık katliamının üzerinden 17 sene geçti ve yaşananlara dönüp baktığımızda sürecin tam anlamıyla bir vahşet olduğunu canlı tanıklarla daha net görüyoruz. 19 Aralık Katliamı’nın ardından ölüm orucu eylemi sürdürülse de etkili olunamadığı gibi insan kaybı aylar içerisinde hızla büyüdü. 19 Aralık’taki katliamla beraber ölüm orucunda hayatını kaybeden devrimcilerin sayısı 122’yi bulmuştu. Bunların içerisinde dışarıda ölüm orucu yapıp hayatını kaybedenler de bulunuyordu. Mayıs 2002’den itibaren diğer devrimci yapılar ölüm orucu eylemini bıraktı, fakat cezaevlerindeki en büyük yapı olan DHKP-C ölüm oruçlarında ısrarcı oldu. Dünyanın en uzun ve en bedelli ölüm orucu süreci yaşanıyordu, ama dışarısı sessizdi. Mücadeleyi başka araçlarla sürdürmek gerektiği açık olmasına rağmen ölüm oruçları sürdü, insan kaybı büyüdü.

Ne Yapmalıyız?

Katliamdan almamız gereken dersler var. Öncelikle “sosyal demokrat” ve “halkçı” kılıfına da girmiş olsa, burjuva parti ve siyasetçilerin kapitalizmin bekası söz konusu olduğunda devrimcileri gözünü kırpmadan katledebileceklerini unutmamalıyız. Rosa’ları Liebneckht’leri katledenler de unutulmamalıdır ki sosyal demokrat burjuva siyasetçilerdi; 19 Aralık’ta iktidar koltuğunda Ecevit ve partisi DSP’nin oturduğunu unutmamak gerekir. Öte yandan o dönem bir nefret objesine dönüşen zamanın Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün bir piyondan fazlası olduğunu düşünmeye gerek yok…

İkinci olarak; devrimcilik kolay bir şey değil. Mücadele her dönem kendi zorluklarını ve tehlikelerini içinde barındırarak sürüyor. Dünya tarihi gençliğini, hayatını devrim uğruna gözünü kırpmadan feda eden, ilham veren cesur devrimcilerle dolu. Ancak her ne kadar devrimci karakterlerin cesaretlerine saygı duysak da gelecek kuşaklara daha güçlü bir miras bırakabilmek için mücadele yöntemini eleştirebilmeyi ve hatalardan ders çıkarabilmeyi öğrenmek gerekiyor. Davası uğruna ölümü göze alabilmiş insanlarla kitleselleşmeye ve sınıf mücadelesine öncelik vermek dururken yüzlerce kadro düzeyinde devrimciyi ölüm orucunda feda etmek, bindiğin dalı kesmektir. Bir devrimci elbette ki gerektiğinde ölümü göze alabilecek kadar cesur olmalıdır. Fakat kahramanlığın otomatik olarak mücadeleyi büyüteceği fikri ciddi bir yanılgıdır. Sadece “feda kültürü” üzerine kurulu bir mücadele yöntemi bize yarardan çok zararı ve en önemlisi emekçilerden kopuşu getirmektedir. Nitekim 19 Aralık ve ölüm oruçları süreci, Türkiye’de sol için çok büyük bir travma olmuştur. Egemen sınıfların katliam yapmaları elbette ki beklenir bir şeydir ama kendini yakma görüntüleri ve sadece Cumhuriyet ve Radikal gibi gazetelerin sütunlarında birkaç satır yer alabilen devrimcilerin ölüm haberleri, yürekleri burktuğu gibi sol tabanda farklı tipte bir tepki ve geri çekilme de yaratmıştır. Ölüm oruçlarını sürdüren yapıların kendi tabanlarında da bu mücadele biçimi büyük ölçüde sorgulanmıştır. Sonuçta etki ve güç kaybı o kadar şiddetli olmuştur ki adeta 1990’ların ortasında zirve yapan sürecin ardından 19 Aralık ile bir dönem kapanmıştır.

Bir devrimcinin sermayesi, kendi hayatıdır ve hiç şüphe duymadan söyleyebiliriz ki gün be gün kendisini iyi bir devrimci olarak yetiştirmek, hayatını mücadeleye göre şekillendirmek ve her türlü baskıya göğüs gererek bir ömür mücadeleyi sürdürmek en büyük fedakârlıktır. Maalesef ki bugün, ölüm oruçlarında sakat kalan insanların çok büyük çoğunluğu örgütlü mücadeleden uzak yaşıyorlar. 19 Aralık, devrimcilere yönelik ilk katliam girişimi değildi, son da olmadı. Ancak yazının başında da belirttiğimiz gibi, bu topraklarda sol gelenek güçlü köklere dayanıyor. Bu sebeptendir ki yaşanılanlar her ne kadar ağır olsa da umutsuzluk ve yılgınlık, bizim için imkânsız bir seçenektir. Devrimciliğin bedelleri olduğunun farkındayız; ancak aynı hataları tekrarlamanın bize bir faydası olmayacağını bilmeliyiz. Geleceğimizi yalnızca, enerjimizi doğru yöntemlere kanalize ederek şekillendirebiliriz.

KATEGORİLER
ETİKETLER