18 Brumiere Kime Ne Anlatıyor: AKP'ye Dersler – Emre Güntekin
Bu yazı, Marksist Bakış dergisinin Ocak ayı sayısı için yazılmıştır.
Nabi Avcı günlerde üniversitelerde yaşanan saldırılar sonrasında gençlere seslenerek Karl Marks’ın Louis Bonapart’ın 18 Brumeire okumalarını tavsiye etti. Avcı konuşmasında “ODTÜ bir markadır. Ancak şiddet markası değildir. Akademik hüviyetiyle bir markadır. Sadece ODTÜ değil Hacettepe ve Ankara Üniversitesi’nde olay çıkarmaya çalışan öğrenciler biraz okusunlar. Karl Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’ini okusunlar” derken; özellikle Erdoğan’ın başkanlık konusunda son dönemdeki ısrarı ve iktidar üzerinde kurduğu baskı düşünüldüğünde Türkiye’de siyasal rejimin geçirdiği dönüşümü Marks’ın eseri üzerinden tartışmak gereklilik kazanmaktadır. Keşke Milli Eğitim Bakanı Avcı Marks’ın Louis Bonaparte ve 18 Brumeire eserini okullarda okutulması zorunlu kitaplar haline getirse de gençlerimiz olaylara karışmaktan uzak dursalar!
İşin şakası bir tarafa durum öyle bir noktadaki Louis Bonaparte benzetmesinin bile Erdoğan konusunda hafif kaldığı gözlemlenebilmektedir. Kendisi de zaten başkanlık konusunda Hitler Almanya’sını kendisine örnek olarak göstermişti. Hitler’in sonu malum. Tarihin yeni Hitlerler yaratmayacağının, özellikle günümüz koşullarında, hiçbir garantisi yok. Ama Marks eserinin girişinde tarihteki tekerrürlerle ilgili dahiyane bir öngörüde bulunuyordu: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.”
Fransız Devrimi’nin yaşanan çalkantılı yılların ardından Napolyon Bonaparte 9-10 Kasım 1799’da darbeyle iktidara
el koyar. Napolyon hem askeri dehası ile hem de eski rejimin tasfiyesini kalıcılaştırması nedeniyle döneminin önemli siyasi ve askeri figürlerinden biri haline gelmiş; ancak sonraki dönemde dizginleyemediği hırsı imparatorluğunun çöküşüne yol açmıştı. Yeğeni Louis Bonaparte’ın ideali ise amcası gibi güçlü ve tarihe yön verebilen bir imparator olabilmekti. Tarih ona istediği fırsatın kapılarının 1848 Devrimi’nin ardından açtı. Devrimin yenilgisi, Fransa’da ve Avrupa’da işçi sınıfının geri çekilişi ona yükselme imkânı tanıyan koşulları yarattı. Fransa’daki tutucu köylülüğün de desteğini arkasına alarak Aralık 1848’de cumhurbaşkanı seçildi. Fransız Anayasasının cumhurbaşkanlığı süresini 4 yılla kısıtlaması nedeniyle anayasa değişikliği istedi ancak bunu gerçekleştiremedi. Burjuva parlamenter sistem tıkanmıştı. Öte yandan 1848’de ayağa kalkan işçi sınıfının devrimci atılımı geçen üç yılda iyiden iyiye geri çekilmişti. 2 Aralık 1852’de darbe yaparak hem iktidarı eline aldı hem de istediği imparatorluk ünvanına kavuştu.
Bu tarihsel dönem Marks’a burjuvazinin iktidar biçimlerini ve sınıflar mücadelesinin rejimin şekillenişi için teşkil ettiği önemi incelemesi açısından zengin bir laboratuvar işlemi gördü. Fransız proletaryası 19. yüzyıl boyunca savaşmış, ancak kimi zaman güvenilen cumhuriyetçi burjuvazinin ihaneti kimi zaman da pusulasızlık nedeniyle zafere ulaşamamıştı. Yenilgi psikolojisi sonraki kuşakların üzerine ağır bir şekilde çökmüştü. Marks eserinde yeni kuşaklar üzerinde oluşan psikolojiyi şöyle açıklamıştı: “Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve tam kendilerini ve şeyleri devrimcileştirmeye, yepyeni bir şey yaratmaya başlamış gibiyken bile, özellikle böyle devrimci kriz dönemlerinde, aceleyle ve endişeyle geçmişin ruhlarını yardıma çağırır, dünya tarihinin bu yeni sahnesini bu saygın görüntünün arkasına gizleyerek sunmak için, bu ruhların isimlerini, sloganlarını, kostümlerini alırlar…”
Devrimci proletaryanın geçmişin deneyimlerini özellikle 1848 Devrimleri sürecinde sıkça örnek aldı. Cumhuriyetçilere karşı şüpheyle yaklaştı, çünkü 1830’lardaki ihanet hala hafızalardaydı. Silahlarını ne monarşiye ne de cumhuriyetçilere teslim etmeyi reddettiler. Zaten çökmüş olan imparatorluk, proletaryanın ufak bir yumruğuyla alaşağı edilebildi. Şubat’tan Haziran’a kadar her şey tam da istedikleri gibi ilerledi. Marks’ın deyimiyle “Şubat Devrimi, eski toplumu gafil avlayarak başarılan ani bir darbe oldu, ve halk, mutlu ani darbeyi, yeni bir çağ açan tarihsel bir olay saymıştı. 2 Aralık günü, Şubat Devrimi, bir düzenbazın hokkabazlığıyla yok edildi, ve devrilen sanki monarşi değil, yüzyıllık bir savaşım pahasına krallıktan koparılıp alınan liberal ödünlerdi.” Yine Marks’ın deyimiyle kolay kazanılan kolay yitirilmişti.
Louis Napolyon uzun dönemde barikat savaşlarından, devrimlerin yenilgisinden ve sonu gelmez düzensizlikten bunalan kitleler için müesses nizamı kuracak, beklentileri karşılayacak bir despot olarak öne çıkmıştı. Halkın arasına karışıyor, dertlerini dinliyor, yardım ediyor ve gerektiğinde elinde tuttuğu devlet aygıtını kullanarak baskıyı hissettiriyordu. Kısacası hem koruyan kollayan hem de yeri geldiğinde sopayı elinde sallayan bir “baba” rolüne uygun hareket ediyordu. Halka “makul ölçüde özgürlük” vaadinde bulunuyordu. Yıllardır “ayaktakımının” kendisine yönelttiği tehditten bunalan Fransız burjuvazisi için de Louis Napolyon biçilmiş kaftandı.
Öte taraftan köylülüğü kendisine bağlayacak tarımsal reformlar gerçekleştiriyor ve karşı karşıya olduğu toplumsal unsurların ihtiyaçlarını kendi iktidarını tehlikeye atmadığı müddetçe dikkate alıyordu. Egemen sınıflar arasında bölünmüşlüğü kullanarak, kendisine alternatifler yaratılmasının önünü tıkayan pragmatist bir politika izliyordu. Orta sınıfların desteğini ise sosyalizm tehlikesini kullanarak elde ediyordu.
Marks 18. ve 19. yüzyılda burjuva devrimlerinin hızla başarıdan başarıya atıldığını, fakat devrimlerin başarılarının kısa süreli olduğundan bahseder. İngiltere, Amerika ve Fransa gibi örneklerde devrimin yarattığı karmaşa on yıllarca süren huzursuzluk dönemlerini tetiklerken, ne burjuvazi ne de proletarya kazanımlarını kalıcılaştırabilecek güce erişebilmiştir. Modern kapitalizme has cumhuriyetçilik, bu zayıflıktan ötürü eski toplumsal güçlerin hala tarih sahnesinde var olduğu makyajlanmış bir monarşi olarak hüküm sürüyordu.
19. yüzyıl Fransa’sa Bonapartizm kavramının ortaya çıkması için gerekli bütün zemine sahipti. Bir türlü kalıcı zafere erişemeyen devrimci hareketler, huzursuzluk, kaos… İşçi sınıfının siyasal bilinci kalıcı bir işçi iktidarını oluşturabilmek için çok erken bir safhadaydı. Fransız sosyalizmi ya Blanqui gibi ütopyacı – komplocu hareketlerin ya da devrimin ardından iktidarın gerekliliğini tümden reddeden Proudhon’un etkisindeki anarşizmin etkisi altındaydı. Burjuvazi ise “sosyal varlığını kurtarmak için kendi siyasal varlığı”nı feda etmeye oldukça yatkındı. III. Napolyon bu kısır döngünün arasında, başkentte savaşanların tarihsel ideallerinden habersiz ve umursamaz taşranın tutuculuğunu da arkasına alarak iktidara yükselmişti. Bu durum Marks’ı zorunlu olarak bu yeni iktidar biçimi üzerinde düşünmeye itti.
Hazır Nabi Avcı’da konuyu gündeme getirmişken günümüzde Erdoğan iktidarının da söylemsel olarak böyle bir tarzı olduğunu belirtmek gerekiyor: “Geçmişte Cumhuriyet adına millet tariz ve hatta taciz edilmiştir. Kılık-kıyafetiyle, diliyle, inancıyla, kültürüyle ve müziğiyle tanımladıkları bir ‘makbul vatandaş’ modeli dışında milleti yok saydılar, ‘cumhur’ kabul etmediler. Biz, insanımızı istiskal eden bu tür dayatmalara son verdik. Yarınki Cumhuriyet Bayramı törenlerimizde milletimizin bin yıllık değerlerini, kazanımlarını sembolize edecek yepyeni bir anlayış ortaya konulacaktır. Bir yanda fraklı, valsli, şampanyalı Cumhuriyet Bayramı kutlamaları yapılırken, kapının hemen dışında, ayağına giyecek ayakkabı, sırtına ceket bulamayan, yarı aç – yarı tok hayatını sürdürmeye çalışan bir millet, şaşkınlıkla bu manzarayı seyretmektedir.” Cumhuriyet bayramı kutlamalarında kullandığı bu sözler Erdoğan’ın da benzeri şekilde toplumun muhafazakâr, tutucu, taşralı unsurlarını gerçek müttefik olarak gördüğünü gösteriyor. Erdoğan, 2002 yılında iktidara gelen AKP ile birlikte girdiği neredeyse bütün seçimlerden zaferle çıkarken; desteği güçlü bulduğu her dönemde iktidarını sertleştirmekten kaçınmadı. 7 Haziran’da iktidarı tehlikeye düştüğü anda kaos kartını kullanarak peşinden ayrılan kitleleri yeniden arkasına toparladı ve iktidarını güçlendirmeyi başardı. 1 Kasım’ın ardından ise baskının dozu daha da sertleşti. Can Dündar ve Erdem Gül Erdoğan’ın Suriye’deki kirli işlerini ifşa ettikleri için içeri atılırken, Kürdistan sokaklarında açık bir katliam politikası izlenmeye başlandı. Suriye’de ise Rusya uçağı düşürülerek savaş politikalarına hız kazandırıldı.
Erdoğan bütün bu politikaları uygularken birçok sefer arkasında sağlam durduğunu bildiği oy deposuna güvenerek yerli ve uluslararası sermaye ile de çelişmekten kaçınmadı. Ama Bonapartizm’de de Erdoğan’ın iktidarında da özgün olan noktalardan biri budur: Onlar burjuvaziyle uzlaşmaz görünürken bile sermayeye hizmet etmeye devam ederler.
Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle birlikte özellikle devlet aygıtı da giderek Erdoğan’ın otoriterleşmesine ve tek bir kişinin iradesine daha fazla bağımlı hale geldi. Başkanlık sistemine geçiş yapılamamış olsa bile Türkiye şu an fiilen bir başkanlık sistemiyle yönetiliyor. İç ve dış politikada da bunun etkileri gözlemlenebiliyor. Geçmişe sıklıkla yapılan vurgular ve oradan devşirilen motivasyon; iç politikada milliyetçi ve İslami yönelim yakın dönemde rejimin evrilebileceği biçimin üzerinde duracağı sac ayaları olacaktır.
Tekrar Fransa’ya dönecek olursak Marks 1848 Haziran’ında yaşanan yenilginin burjuva cumhuriyetinin diğer sınıflar üzerindeki mutlak zorbalığı başlatacağını belirtmişti. Nitekim söylediği gerçekleşti. Egemen sınıflar “mülkiyet, aile, din, düzen” sloganı altında yeni rejimi istedikleri şekilde inşa etmişlerdi. Toplumun alt katmanlarından gelen en ufak bir demokrasi istemi bile topluma yönelik bir saldırı olarak görülüp ezilmeye başlanmıştı. Tıpkı bugünün Türkiye’sinde olduğu gibi.
Louis Napolyon hem döneminin Avrupalı monarkları arasında hem de Fransız sosyalistleri tarafından alaya alınan bir figürdü. Fakat “Fransa’daki sınıf mücadelesinin, garip ve vasat bir adamın kahraman rolü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri” sayesinde çapını aşan bir tarihsel rolü yerine getirmek zorunda kaldı. Marks ayrıca şunu ekler: “Ne bir ulusun, ne de bir kadının, karşılarına çıkan ilk serüvencinin kendilerini iğfal edebildiği zaaf anı bağışlanır birşey değildir. Şeyleri bu biçimiyle sunmak sorunu çözmez, ancak başka bir biçimde ifade etmiş olur. 36 milyonluk bir ulusun nasıl olup da üç dolandırıcı tarafından gafil avlandığı ve direnç göstermeden tutsak alındığı, açıklanması gereken birşey olarak kalır.” Günümüz Türkiye’si de sosyologlar için zengin bir araştırma alanı sunmaktadır. Bugüne kadar ortaya dökülen olanca yolsuzluğa, katliamlara, savaş kışkırtıcılığına rağmen AKP’nin arkasındaki destek tarihin ancak özel dönemlerinde ortaya çıkabilecek karakterde bir iktidarla yüz yüze olduğumuzu ortaya koyuyor. Böyle dönemlerde her türlü ekonomik ve siyasi beklentinin, talebinin yerini lidere, katı milliyetçi, dini vs. ideolojiye bağlılık alırken; Erdoğan gibi tarihte birçok örneğini görebileceğimiz sıradan figürler “halkın babası” olarak ortaya çıkarlar. Lidere biat etmek konusunda Türkiye örneği geçmişte de düşünürlerin radarına girerken, Macchiavelli Prens adlı yapıtında “Türkleri kolay kolay liderleri aleyhine ayartamazsınız. Ama bir kez ayartırsanız bu kez bağlılıklarını sizin otoritenize bağlılık şeklinde göstereceklerdir.” sözleriyle dile getirmişti. İslamileşmenin toplumun her alanına sirayet etmesi de bu bağlılığı kolaylaştırmaktadır. Eğitimden başlayarak her alana yansıyan bu eğilim sadece günümüzdeki değil, gelecek kuşakları da ideolojik olarak karantinaya alma amacı taşımaktadır.
“Küçük Napolyon” iktidarı döneminde kendi etrafındaki insanları zengin ediyor, Paris gibi büyük kentleri baştan aşağı yeniden yaratıyor, amca Napolyon gibi imparatorluğu eski şaşaalı günlerine döndürmek için saldırgan bir dış politika izliyordu. Ama tarih sonraki birçok diktatör gibi onu da cezalandırmaktan çekinmedi. 1870 yılında Prusya ile girdiği savaş onun çöküşüne; Fransa’da Paris Komünü’yle sonuçlanacak şanlı bir tarihin yükselişine yol açtı. Bugünün “Napolyon”ları için kıssadan hisse. Bizden söylemesi.