15 Temmuz Neyin Miladı? – V. Umut Arslan
Marksist Bakış’ın geçen sayısında Türkiye’de kapitalizm sınıfta kaldı diye manşet atmıştık. Bugün ise çok kanlı geçen başarısız darbe girişimini ve halen hüküm sürmekte olan OHAL’i analiz ediyoruz. 15 Temmuz gecesi ülkenin önünde açılan 3 kapıdan biri iç savaşa açılıyordu. Darbeciler daha güçlü bir şekilde operasyon yapabilselerdi, belki de darbeye karşı çıkan ordu birlikleri ve polis kuvvetleriyle uzayacak bir çatışmaya girebilirlerdi. 15 Temmuz gecesi açılan diğer kapı, uzun sürecek bir askeri rejime açılıyordu. Ülkenin Sisi’nin Mısır’ına benzemesi gündemdeydi. Üçüncü kapı ise demokratik hakların baskı altına alındığı bir çeşit tek adam rejimine açılıyor. Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış, ekonomik refahı ve kalkınmayı sağlamış, liberal parlamenter bir rejimin hüküm sürdüğü AB üyesi bir Türkiye hedefi geçmişin hazinli bir rüyası gibi. Oysa Kürt illerinde kanın oluk oluk aktığı, ekonomik krizlerin birbirini takip ettiği 1990’ların en karanlık evrelerinde bile bu tarz hayaller dillendirilip durulurdu. Gelinen noktada ülkenin önüne konulan alternatiflere bir bakın. Ancak bir şarlatan Türkiye’de burjuva düzenin başarısız olduğunu inkar edebilir.
Başarısız Darbeye Doğru Tarihsel Arka Plan
Darbenin arka planında burjuvazinin Türkiye’deki tarihsel başarısızlığı vardır. Türkiye büyük sermayesi de geç kapitalistleşen diğer ülke burjuvaları gibi bağımsız hareket edemeyecek kadar güdük ve çapsızdır. Bu yüzden elinde yetiştiği devletlü bürokrasiye ve yine hep elinden tutmuş olan yabancı emperyalist kuvvetlere bağlıdır. 12 Eylül rejimi sosyalistlerin ve işçi sınıfı hareketine karşı mutlak zaferini ilan ettiğinde aynı zamanda yeni bir sermaye birikim modeline geçilmişti. Neoliberal çağda ulusal korumacı tedbirler bertaraf ediliyor, yabancı sermaye ile tam entegrasyona gidiliyordu. Büyük sermaye ve onun çırağı Anadolu kaplanları da küreselleşmenin cazibesine kapılmış, karşısına çıkan avantaları görmüştü.
Bu süreçte egemen sınıfın ulusalcı ve korumacı bürokratik kanadı ayak bağından başka bir şey olamazdı. Başını TSK’nın çektiği bu kesim, 1990’lar boyunca AB’nin baskılarına Kürt sorunu ve laiklik başlıkları üzerinden direndi, iktidara tutundu. TÜSİAD bu süreçte o kadar çapsızdı ki arkasındaki uluslararası desteğe rağmen sözünü ancak finanse ettikleri bir kaç gazetedeki 3-5 liberal aydın aracılığıyla söyleyebiliyorlardı. Hatırlanacak olursa ülke yönetimine daha doğrudan müdahil olmak için TÜSİAD’ın eski başkanı Cem Boyner’in giriştiği Yeni Demokrasi Hareketi de bir diğer fiyasko olmaktan öteye gidememişti.
Bu süreçte Türkiye’de kapitalizm bir türlü kalkış yapamıyor, tersine bir ekonomik krizden diğerine sürükleniyordu. Sosyalistler etkisiz olduğu için bunu fırsata çevirenler ise İslamcılar oluyordu. 12 Eylül’ün yarattığı iklimde cemaatler burjuva partilerden aldıkları destekle güçleniyor, Erbakan’ın Milli Görüş’ü protest demogojisiyle kent yoksullarını kendine çekiyordu. 1994 yerel seçim zaferi, siyasal İslam için bir dönüm noktası olacaktı. Belediyelerden elde edilen kaynakları kent yoksullarına yönelik bağımlılık ilişkileri örgütlemek için kullanan Milli Görüş ve ardılları bir daha bu mevzileri terk etmeyeceklerdi…
Özetle, TSK önderliğindeki ulusalcı kanat ancak 2000’lerin sonlarından itibaren ABD-AB kanadının ağırlığı koymasıyla ve ancak siyasal İslam’ın iki vurucu gücü eliyle bertaraf edebildi: AKP ve Gülen cemaati. Türkiye büyük sermayesi (yandaş Anadolu kaplanları da) AKP’ye destek attı bu süreçte ama asla baş rollerde olmadı. Tabi ki gereken ödülleri aldılar, en büyük özelleştirmeleri ve ihaleleri ballı börek kıvamında cebe indirdiler. Ama ya tarihsel ve siyasi sonuçlar? Kemalist-ulusalcı odakların direnci kırılsa da burjuvazi bunların hasadını yapacak güçte değildi.
Bu süreç, ekonomik bir sıçrama hamlesi ve Batılı liberal-parlamenter siyasi mekanizmaların yerleşmesine ön ayak olmadı. Hatta gelişmeler tam tersi bir yöne evrildi. AKP seçim kazanma stratejisine göre esnaf mantığıyla hareket ederek çok ihtiyaç duyulan ekonomik yeniden yapılanma işine girişmek yerine tüm toplumsal artıyı inşaatlara gömdü. Kendi yandaş zenginlerini yaratma işine odaklandı. Devlet mekanizmasının kilit noktaları cemaat tarafından tutulurken giderek daha otoriter bir yönetim sergilendi. Liberal parlamenter bir model hepten rafa kaldırıldı. Kriz içerisindeki AB’nin Türkiye üzerindeki baskısı azaldı, Kürt sorununda en sonunda 1990’lara geri dönüldü, şehir savaşlarında oluk oluk kan aktı. Dış politika başlı başına rezillikti. Altemperyalizmin limitli gücünün farkındalığı yerine yeni-Osmanlı hayalleri ile bölgesel bir süper güç havalarına bürünüldü, peş peşe çuvallamalar yaşandı. Yine esnaf mantığıyla dış politika, içerideki hamasi iç politikanın bir türevine indirgendi, Milli Görüş’ün eski fantezilerine bel bağlandı. IŞİD ile kol kola girildi, Suriye iç savaşında en yapılmazlar yapıldı, ülke Selefi fanatik cihatçıların yatağı haline getirildi. Açık ki TÜSİAD’ın hayalleri AB üyeliği, gerçek ise Pakistan benzerliğiydi.
Türkiye kapitalizmi herhangi bir kalkınma yaratamamış, Batılı modern bir toplumsal, siyasal mekanizmaları üretememiştir. Alt sınıflarda hegemonya tesis edilememiş, bu boşlukları siyasal İslamın yapılanmaları kullanmıştır. Sonunda bu yapılanmalar birbirlerine girmiş, ülke üzerinde ameliyat yapılabilen muz cumhuriyeti zayıflığına düşmüş, iç savaşın eşiğine gelmiştir.
Son Süreçteki Sınıfsal Ayrışmalar
Egemen sınıf içerisindeki çatışmaların yakın tarihini şöyle kısaca bir özetlersek bu dinamikleri daha iyi görebiliriz. İlk olarak Feto’nun sahip olduğu sermaye gücü, devlet mekanizmasındaki ağırlığı ve uluslararası bağlantıları ile egemen sınıfın bir parçası olduğu tespitini yapmak gerekiyor. Egemen sınıf katında yaşanan hesaplaşmaların çetelesini fazla uzatmamak için Kemalist-ulusalcı kanatların büyük ölçüde tasfiye edilmesinden başlatalım.
Feto-AKP ortaklığı, ABD ve AB’den gelen destekle ulusalcıların devlet mekanizmasındaki güçlerini adım adım tasfiye etmişti. Tarihsel olarak hep güdük kalmış olan ve başlangıçta AKP’yi destekleyen büyük sermaye (TÜSİAD), zamanla AKP’den rahatsızlık duysa da bu süreçte iyice etkisizleşti ve RTE’den nemalanmanın yollarına baktı. İçlerinde rahatsızlık çıkaran Doğan Grubu ve benzerleri de kolay yoldan hizaya getirildi, TÜSİAD içerisinden de sahip çıkan olmadı.
RTE-Feto ortaklığı ise Gezi fırtınasını da birlikte atlattıktan sonra bozulacaktı. AKP döneminde çok büyük bir süratle güçlenen cemaat ve lideri Gülen, RTE’nin gölgesinde kalmayı asla kabul etmeyecekti. RTE ise kitlesel desteğini korumasından gelen özgüvenle, İslamcı-milliyetçi eski Milli Görüş reflekslerinde ve kendi kişisel hırslarında ısrar ettikçe ABD-AB ile arasında soğuk rüzgârlar esmeye başladı.
Ayrıca Feto-RTE kavgasını ABD’den bağımsız düşünemeyiz. Feto’nun patlattığı 17-25 Aralık yolsuzluk skandalı sürecini ve arkasından gelen yerel seçimleri de atlatmasını bilen AKP, Gülen cemaatine ağır darbeler indirmeye başladı. Batı ile ilişkiler daha da bozuldu. Ve bu ortamda 7 Haziran virajından ağır hasarlı çıkan AKP, koalisyon kurulamayınca “tekrar seçimle” bir kez daha zafer elde etti. Toptan tasfiye süreci ile karşı karşıya kalan Feto’nun son çaresinin askeri darbe olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Ne var ki Kürt illerinde yürüyen savaş nedeniyle orduda herhangi bir hareketliliğin olması olası değildi. O yüzden 1 Kasım’dan beri mecburi bekleme ve hazırlık sürecinin geçirildiği anlaşılıyor. Tersinden AKP de Feto’nun ordudaki gücüne darbe vurmak için bu operasyonların bitmesini beklemek zorundaydı. İşte bu yüzden yaklaşan YAŞ kararlarının da sıkıştırmasıyla darbenin zamanlaması şekilleniyor.
15 Temmuz başarısız darbe sürecini TÜSİAD ile MÜSİAD çatışması olarak algılayan ve bunu sermayeler arası bir iç savaş olarak bir görüş var. Bu, karikatür derecesinde indirgemeci bir yaklaşım. Marksist yöntemin bu kadar kaba çıkarsamalarla işi yoktur. Feto’ya bağlı olan sermaye çevresi “yeşil” sermaye idi, AKP yandaş sermayesi de yeşildi. O zaman 15 Temmuz’da yeşil-yeşil savaşı mı söz konusu oldu? Kaldı ki incelediğinizde MÜSİAD’ın en önemli patronlarının aynı zamanda TÜSİAD üyesi olduğunu görüyorsunuz. TÜSİAD içerisinde AKP ile iyi geçinenlerin büyük vurgunlar yaptığını da biliyoruz. Ayrıca kapitalistlerin yaşam biçimi üzerinden birbirleriyle savaşmayacağını, yeri geldiğinde tıpkı has “beyaz Türk” Şahenk Grubu gibi AKP’ye yanaşmakta, bir anlamda “yeşillenmekte” tereddüt etmeyeceğini bilmek gerekiyor. Kapitalistler, yaşam biçimi üzerinden değil, iktisadi ve jeostratejik tarihsel eğilimler üzerinden bloklaşabilirler. Bunun dışında TÜSİAD ya da MÜSİAD kendi içlerinde de birbirlerinin rakipleridir ve yeri geldiğinde çapraz işbirlikleri de yaparlar. Kaldı ki ne TÜSİAD’ın ne de özellikle MÜSİAD’ın bu gibi büyük süreçlerde kendi başlarına bağımsız bir güç olarak ağırlık koyabilecek kapasiteleri var. Geç kapitalistleşen ülkelerde kapitalistler tarihsel güdüklükle malüldür, dış güçlere bağlılık ve devlet aygıtından gelenlere zenginleşmek gibi semptomları dünya çapında görmek mümkündür.
O halde Erdoğan sınıflar üstü bir güç mü oluyor? Elbette ki değil. AKP kapitalist ve saldırgan bir neoliberal programı yürürlüğe soktu, azılı işçi düşmanı bir politika izledi, çok uzun bir süre emperyalizmin ileri karakolundaki bekçiliğini yaptı. Ama bu basitçe şu ya da bu kapitalist grubun adamı gibi indirgemeci bir yorumla değerlendirilemez. Ayrıca RTE devlet aygıtı üzerindeki kontrolünü arttırdıkça ve kent yoksulları ile küçük burjuvaziden gelen popüler desteği sürdürdükçe, vahşi kapitalist bir program temelinde, otoriter bir figür olarak, belirli bir serbestlik içerisinde hareket etme özgüvenini kazandı. Bu özgüven çoğu zaman sağ popülist bir çizgiye kayılmasını beraberinde getirmektedir.
ABD’nin Rolü
Darbe girişiminin arkasındaki esas organizatör gücün Feto olduğundan hareket edersek ABD’nin bu süreçten habersiz olduğunu düşünemeyiz. Hatta ABD’nin karşımıza bir “Turkish Sisi” çıkarmakta tereddüt etmeyeceğinden de emin olabiliriz. Diğer taraftan CIA’nın darbenin hazırlığı ve icrasında ne kadar rolü olduğunu kestirmek güç.
Ne var ki darbedeki ABD parmağından hareketle yapılan antiemperyalist vurgular hakkında dikkatli olunmalı. İncirlik Üssü kapatılsın gibi talepler sosyalistlerin bu ülkede yükselttiği geleneksel taleplerden birisidir. Ama bağlama ve hegemonyanın kimde olduğuna dikkat etmek gerekir. Tarih boyunca anti-emperyalizm çok hassas bir konu olmuştur. Antikapitalist olmayan bir antiemperyalizm çoğu kere gericiliğin hizmetine girmiştir. Bu yüzden bugün Türkiye’de yükselen milliyetçi ve İslamcı aşırı sağ bu söylemi kullanırken dikkatli olmak gerekiyor. İncirlik Üssü kapatılsın gibi taleplerden vazgeçilmeyecektir, ama bağlamı ve zamanlamasını bizim seçmemiz gerekiyor.
Darbe sonrası Erdoğan, ABD ile kendince milli şef havalarına girerek Gülen üzerinden sertleşme fırsatını kaçırmadı. İlk yurt dışı ziyaretini Rusya’ya gerçekleştiren Erdoğan, uluslararası alanda blöf üzerine kurulu ve kontrollü bir gerilim peşinde. Sıkça kamuoyunda sorulan soru şu: ABD ile ilişkilere ne olacak? ABD Gülen’i verir mi?
ABD ile ilişkiler konusunda Gülen’in iadesi meselesi bir hayli belirleyici olacak. ABD’nin Gülen’i Türkiye’ye iade etmesi bir hayli sıkıntılı, çünkü çok şey bilen Gülen’in neler anlatacağının, bu anlatacaklarının dünya kamuoyuna sızıp sızmayacağının hiçbir garantisi yok. Sürecin uzaması ve bu süreçte Gülen’in doğal ya da doğal olmayan yollarla ölmesi beklenebilir. Gülen meselesi karanlık işler ve kirli pazarlıkların konusu olmaya devam edecektir. RTE’nin elinde ABD’ye karşı Rusya’ya yakınlaşmak gibi bir koz var. Rusya ve İran bu ihtimalin üstüne atlamaya dünden razılar. Ama onlar da RTE’ye bu manevra alanını karşılıksız açmayacaklardır. Diğer taraftan gerilim sürse de ne RTE ne ABD köprüleri atmak istemeyecektir. Kontrollü gerilim, pazarlıklar ve ayak oyunlarının devamını bekleyebiliriz.
Darbe Gecesi ve Sol
Tekbir getiren, iyi örgütlenmiş, AKP’li belediyelerce yönlendirilen, hazırlıklı AKP’li kitlelerin yanında sol güçlerin sokağa çıkmasını beklemek her şeyi birbirine karıştırmak demektir. Sol da sokağa çıkmalı diyenler sokak eylemlerinin aşırı sağın kontrolünde olduğunu ya bilmiyorlar ya da bilmezden geliyorlar. Sosyalistlerin görevi AKP’nin, dahası sarayın zaferini ilan etmek ve milli bir mutabakat siyasetine alet olmak değildir.
Sosyalistler darbe gecesi ve sonrasında “ne askeri darbe, ne de sivil darbe” şiarını yükseltti. Şimdi, bir oldu bittiyle demokratik hakların baskılanmasına karşı mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Diktaya, OHAL’e, sömürü düzenine hayır bu dönemin mottosu olmalı. Bu dönemde biraraya gelerek ortak çalışma ve kampanyaları örgütlemek büyük önem taşıyor. Kitlelerdeki karamsarlığı dağıtmak ve örgütlü mücadele alternatifini geliştirmek, ancak bu şekilde mümkün olacaktır.
CHP ve Toplumsal Muhalefet
CHP’nin Taksim Mitingi üzerine sol içinde ciddi tartışmalar yaşandı. Gidilsin mi gidilmesin mi tartışmasının arkasında sosyalist solun kendi kısırlığı var. Sekterlik hastalığı Türkiye’de çok yaygın maalesef. Eğer CHP mitingi, AKP ile milli mutabakat havasına hizmet edecekse katılmazsınız, yok eğer AKP karşıtı bir içerik ve özellikle tabandaki mücadeleci hissiyat varsa gider kendi bayrağınızla, kendi yayınınızla sözünü söylersiniz. Hatta CHP tabanı içerisinde sosyalizme kazanılabilecek birçok unsur var. Onları örgütlemeye çalışırsınız. Böyle bir dönemde kendi kendisini izole eden bir yaklaşım iflah olmaz derecede saçmalamaya alışmıştır ve maalesef kimseye de faydası dokunmayacaktır. Yıllarca gittiğimiz Türk İş, DİSK mitinglerinde farklı bir zihniyet mi vardı sanki?
Sol
15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL her ne kadar cemaatin kaynaklarını ve örgütsel yapısına yönelik operasyonları içerse de muhalif pek çok kişinin bu süreçte görevinden uzaklaştırıldığına, gözaltına alındığına tanıklık ettik. Bu, hali hazırda karamsar olan toplumsal muhalefetin endişelerini artırdı.
Gerçeklerle yüzleşmek zorundayız. RTE içeride önemli bir zafer daha kazandı. Ama dışarıda bir hayli zayıf. Bu da iktidar mekanizmasında gerilimlerin süreceği anlamına geliyor. Şu anda baş hedef açık ki cemaat ve ona bağlı unsurlar. Ama demokratik hakların iyice gerilemesi bizi asıl ilgilendiren. Bugün RTE’ye açıktan eleştiri yapmak cesaret isteyen bir iş haline dönüştü. Toplantı ve gösteri hakkının sınırlandığını görüyoruz. Açığa alınan kamu çalışanları arasında KESK üyesi birçok emekçinin olduğu bilgisi geliyor.
Diğer taraftan iktidarın darbe gecesi ve sonrasında sokakta toplamaya çalıştığı kesim, seferber edilen o kadar devlet imkanına, ücretsiz ulaşım ve yemeğe, RTE’nin cep telefonlarına attığı mesajlara, televizyondan yapılan çağrılara, selalara, camiden yapılan anonslara ve AKP’li belediyelerin katılımı mecburi kılmasına rağmen esasında cılız kaldı. Eminiz ki bunun moral bozukluğunu yaşıyorlardır. Oysa Gezi’de biz kafamıza gözümüze sıkılan plastik mermi ve biber gazı kapsüllerine rağmen sokaklarda daha büyük kalabalıkları toplayabiliyorduk. Milyonlarca insan ülkenin tek adam rejimine doğru kaymasına karşı oldukça öfkeli ve şiddetle bir şeylerin değişmesini istiyor. Bu milyonların çok küçük bir azınlığı bile örgütlü mücadelenin enerjik ve fedakâr çalışmasına çekilse AKP bir kenara fırlatılacağı gibi emekçiler de ayağa kalkacaktır.
Sistematik ve ısrarlı bir çalışma… Bunu hayata geçirmemiz lazım. Diğer bir noktaya daha parmak basmak istiyorum: Bakıldığında AKP’nin topladığı kalabalıkların büyük çoğunluğu kenar semtlerin emekçi halkından oluşuyor. Ülkedeki kimlikler ve kültürler kutuplaşmasının esiri olarak o insanlar alandalar. Oysa bu insanlara sömürüden bahsettiğinizde sizi dinliyorlar ve size sempati duyuyorlar. Ama bu maalesef o kadar az yapılıyor ki… Emekçilerle birebir temas ve onları kazanma çabası toplam içerisinde yok denecek kadar az. Bizim asıl başarmamız gereken konu bu.