Zenofobi
Zenofobi, yabancı korkusu-nefreti anlamına gelip kişinin kendisinden bir veya birçok açıdan farklı olan (din, mezhep, etnik köken başta olmak üzere) bireylerden korkması ve nefret etmesidir. Tanımı biraz da işlev yönünden kabaca özetleyecek olursak toplumu için için rendeleyen bulaşıcı bir hastalık diyebiliriz zenofobi için. Bir çeşit yabancılaştırma makinesi.
Peki nerede bu makine? Veya neremize nasıl yuva yapar bu virüs? Günümüzde iyice aşina olduğumuz “algı yönetimi” kavramı aslında insanın hiyerarşi içerisinde yaşamaya başladığı ilk andan beridir var. Gerçi primatlardan yola çıkarak “Hiyerarşi insan henüz evrilmeden önce de vardı” diyenler de var fakat bunun şimdilik konumuzla bir alakası yok. Politik anlamda ele alacağız derken konuyu mundar etmeyelim. Ne dedik? Makine dedik, rende dedik, virüs dedik. Debelendik durduk. Şimdi konuya gelelim.
Zenofobi, insanları, kapıya aşure getiren komşuyu geri çevirmeye, laz fıkraları türetmeye, Michael Jackson’u rengini açtırmaya hatta koskoca Heinrich Marx’ı protestan olmaya iten toplumsal bir hastalık. 7 yaşında bir Sünni çocuğun biricik arkadaşına Alevi olduğu için ramazanda “Oruç musun? Dilini göster bakalım kuru mu?” diye bir soru yöneltmesinin aşağılık sebebidir. Aynı Alevi çocuğun köyünü yüzlerce yıl önce dağların başına iten de zenofobidir.
İşin can alıcı kısmı da budur. Zenofobik kesimlerin bu durumdan pek bir kaybı olmaz. Olan, farklı ve hor görülen azınlığa olur. Hayatına, toplum tarafından gerçekleşen bir müdahale olmayan zenofobik çoğunluk, toplumdaki sarsılmaz yeri sebebiyle genellikle bunu sorgulama girişiminde bulunmaz. Azınlık ise genellikle zenofobiden daha uzak bir duruş sergilemeye çalışır. Çünkü azınlıktır. Hor görülmeye, ezilmeye daha müsaittir. Sola daha yakın olma eğilimindedir. Fakat çeşitli koşullar hor görülen, toplumdan dışlanan azınlık kesimin yaşam alanını kapalı bir kutuya dönüştürerek azınlığın çoğunluğa daha çekingen bir tavır veya dışavurumcu bir öfke ile yaklaşmasına, yani bahsettiğimiz öteki korkusunu edinmesine sebep olabilir. Ki azınlık da bir yere kadar düşmanına benzemeden durabilir. Zamanla azınlıklar da etnik, dini vb. değerlerine sarılarak zenofobinin saflarına tamamen katılırlar. Avrupa’da sol partiye oy verip Türkiye’de sağ partiye oy veren bir takım gurbetçilerimiz de aslında azınlık ve çoğunluk psikolojisinin insan üzerindeki etkilerini bizlere net bir şekilde gösterir.
İnsanoğlunun zenofobiye karşı tutumu da aslında bu hastalığın oluşması ve yayılması hususunda irdelenmesi gereken bir başka konu. Her insan az veya çok megalomanyaktır. Kimilerimiz bu yönünü törpüleyebilse de çoğunluk (Ah o çoğunluk) bu tip egoist eğilimlerden sıyrılamamıştır. İçindeki megalomanyağı ezememiş insana, ırkının veya kültürünün kıyasla diğerlerinden daha güçlü, zeki, ahlaklı vb. olduğunu, dininin yegane doğru din olduğunu söylerseniz bu kişinin epey hoşuna gidecek, ilgisini çekecektir. Onu, Ortadoğu standartlarında bir odanın sıcaklığında düzenli sulayın ve kıvamını almasını bekleyin. Nur topu gibi bir zenofobik bireyiniz oldu. Çeşitli küçük yönlendirmelerinizle kendisini ırkçı, yobaz veya başka bir meretin radikali haline getirebilirsiniz.
Ona küçük üstünlükler verin ve diğer kitleleri ölümüne hiçe sayın. Hoşuna gidecektir. Bunu dışavurabilir de vurmayabilir de. Fakat emin olun hoşuna gidecektir.
Bu hoşnutluğunu dışavurması konusunda da en önemli ölçek “ne derler” kaygısıdır. Çekincesi olan bireyler bu hastalıklarını kabul edilebilir düzeyde tutmak için farklı gördükleri kitleyi de kendi içerisinde ayrıştırma eğilimindedirler. Bunun tek sebebi ayıplanma korkusudur. Irkçı, faşist, yobaz vb. şeklinde adlandırılma kaygısı olmayan insanların ağzından “Alevinin kimisi iyi kimisi kötü. Kızılbaşlar falan” veya “Benim de Kürt arkadaşlarım var ama doğudakiler hep terörist” gibi nefretin pazarlığında olan ve yadırganmayacağını anladığı anda daha da çirkinleştirebileceği cümleler duymayız. Onlar direkt söylerler. Fobileriyle barışıktırlar. Ve buradaki asıl problem de bunun bir fobi, hastalık olduğunun farkında olmamalarıdır. Bu kini ve nefreti bir çeşit haklılık olarak görürler ve genellikle bunu bir takım yanlış değerlendirilmiş tarihi, siyasi bilgilere veya diğer zenofobik kitlelerin yaptırımlarına bağlamayı tercih ederler. Tabii ki insanların bu eğilimi bu kadar düz anlatmakla bitmez, bitemez. Sonuçta insan ve toplum sosyolojik çalışmalar, psikanalizler vb ile saç dökecek, kanser edecek, basiret bağlayacak bir çalışma alanı. Çalışmalı. Fakat çok abartmadan. Çünkü insan, arada halı saha da yapmalı.
Konunun politik-ekonomik yönüne değinecek ve kapitalizmin yazının başında bahsettiğimiz “yeteneklerinden” bahsedecek olursak, kapitalizm var olmak için bilinçsiz ve motivasyonsuz bir kitle ister. Burada motivasyondan kastım toplumdaki ve düzendeki yanlışlıkları düzeltme arzusunun bir çeşit dışavurumu. Bilince karşı olan savaşını halen sürdüren kapitalizm motivasyona daha farklı bir yaklaşım sergilemiş, onunla savaşmayıp onu yönlendirmeye ve lehine kullanmaya özen göstermiştir. Algı yönetimi tam da burada devreye girer. Toplumun politik motivasyonunu sınıf mücadelesinden uzak tutmak adına bambaşka, pek çılgın, fantastik, fabrikasyon mücadeleler üretmiştir kapitalizm. Bu mücadelelerin temelleri elbette sosyolojik olarak var olan unsurlar üzerinde yükselir fakat, bir ayrım, yabancılaşma sebebi noktasına gelişi tamamen belirli kesimlerin çıkarı uğrunadır. Kapitalizmin mezarını kazabilecek yegane kitle olan işçi sınıfının bir olmasını isteyecek bir burjuva ancak filmlerde olan “Bilmem kaç kişiye ekmek veriyoruz” kafasındaki koca yürekli hayali bir karakter olabilir.
Kapitalizm var olabilmek için işçi sınıfına muhtaçtır. Fakat bu sınıfın bilinçli birliğine müsaade edemez. Bu yüzden zenofobi kartını kullanır ve elinin altındaki sosyolojik etki enstürmanları ile bu sınıfı parçalar. İşçi sınıfı ve burjuvazi bırakmaz. Artık Alevi, Sünni, Kürt, Türk, Ermeni vardır. Bu şekilde insanların motivasyonunu aşikar olan iktisadi saçmalıklarından ve korkunç çelişkisinden çekmiş olur. Üstüne zenofobiye sahip kitleleri de antikapitalist kitlelerin karşısına diker. Mis! Bu sebeple zenofobi var oldukça kapitalizmin eli her zaman daha güçlü olacaktır. Ve toplumlardaki yaralar daha da derinleşecektir!
Giderek artan ayrım toplumu yeni düşmanlıklara ve ayrımlara daha açık hale getirecek ve yeni düşmanlıklar ve ayrımlar eksik olmayacaktır. Ve bu durum insanlara “Nesin sen?” sorusunu sorduğunuzda işçiyim, emekçiyim veya burjuvayım cevapları almanızı imkansız kılar.
Toplumu, Yılmaz Güney’in sürü filmindeki gibi “Sen hangi sınıftansın Şivan ağabey?” sorusuna “Adaletliyiz, Adalet Partiliyiz” diyecek kıvama getirir. Gayet açık bir örnek verecek olursak Latin Amerika’da, sosyalist faaliyetleri sermayenin rejimlerinden daha ileride veya onları tehdit edecek kadar güçlü kılan şey toplumların ayrıştırılması için kapitalizmin kullanabileceği yeterli argümanının olmamasıdır. Kendi içerisinde yapay kavgalara tutuşmamış olan bir toplum sınıf adı altında bir olduğunda, ayrılıktan kar sağlayan düzenin elinde ne kalır ki? Bu bağlamda zenofobi kanlarına karıştıktan sonra insanlar artık yabancılaştıkları kitlelere göre kendilerini tanımlamaya başlarlar. Burjuvazi de bundan geri kalmaz. Kendilerini, örnek verecek olursak, Türk (Kürt,İngiliz, Rus, Arap vb.) İş Adamı xyz olarak tanımlarlar ve birer vampir olduklarını bir deve kuşu ustalığıyla gizlerler. Aynı şekilde dini açıdan da bu tip tamlamalar ile minarelerine kılıf hazırlamaktansa sömürülerinin üstüne minare dikerek dikkatleri darmaduman ederler.
Yine aynı burjuvazi, zenofobinin getirdiği ayrımların çizdiği sınırlar içerisinde kendi tekelini korumaya almış olmanın sağladığı güvence ile sömürmeye devam etmektedir. Sermaye ne kadar büyük olursa olsun yutmadan önce bölmesi gerekir ki hazmı kolay olsun ve sermaye daha da büyüsün.
Şöyle bir bakınca, sermayenin giderek daha da vahşileşmesine ister istemez değinmişiz. Enerjiyi en negatifinden basmışız. Biraz da sistemin sonunu zenofobi üzerinden konuşalım.
Kapitalizm kendini restore etmek için kriz ve savaş ortamları oluşturmayı pek sever. Siz zenofobiyi ortadan kaldırdığınızda bu fobinin yerini dolduracak olan sınıf bilinci ile kriz ortamında kapitalist sistemi idare edenlerin günah keçisi ilan edebileceği pek bir düşman kalmıyor. Bir kesim burjuvazinin başka bir kesim burjuvaziyi suçlaması sınıf bilincine sahip bir proletaryanın sorunu olmamakla birlikte ancak yüzlerinde küçük bir tebessüme sebep olabilir. Savaşlara gelecek olursak, tarihte yer eden savaşların ezici çoğunluğu ekonomik amaçlar uğruna çıkartılmış, az önce bahsettiğimiz fabrikasyon davalar yardımıyla yürütülmüş kıyımlardır. Siz bir toplumdaki öteki korkusunu ve düşmanlığını yok ettiğinizde savaş için elinizde kalacak tek argüman yurdun savunulmasıdır. Çünkü insanların savaşa, düşmanının dişlerinden kolye yapacak kadar sıcak bakmasının sebebini yok etmiş olacaksınız ki bu fabrikasyon davalar dünya genelinde bittiğinde, savaş çıkartmak için bir gerekçe kalmayacak, yurdunuzu savunmak durumunda olduğunuz bir düşmanınız olmayacak ve dünya barışı tesis edilecektir.
Barış zor bir iş. Savaştan daha zor olduğu kesin. Fakat insanın içerisinde olduğu her düzen için barışın veya savaşın, alışılmış olan, haline gelmesi gerekir. Çünkü devletlerin belirli birer tarzı vardır. Savaş ortamından ve militarizmden beslenen bir devlet barışa yönelip barış yanlısı muhalif kesimin güçlenişini engelleyememe riskini göze alamazken, barış ile halkı yanında tutan bir yapı da savaşa yönelip de haklı karşısına alma riskini göze alamaz. Tabii ki burada, zenofobi bağlamında değineceğimiz, halkın bağlılığını savaş ile sağlayan devlet yapıları.
Devletler kendilerini ayakta tutacak insan ve kitle profillerine muhtaçtır. Devletler de bu amaç ile kendilerine işlevsel kitleler oluştururlar. İngiliz yazar Hobsbawm’ın Milletler ve Milliyetçilik kitabında dediği üzere “Milliyetçilik milletlerden önce gelir. Milletler devletleri ve milliyetçilikleri yaratmaz. Doğru olan tam tersidir.” Fakat devletler sadece kendilerini koruması amacıyla kitleler oluşturmazlar. Bazen bu kitlelerin kinine gerekçe verecek, yabancılaşmalarını hızlandıracak ve onları bileyecek farklı yapay kitleler gerekir. Bizim coğrafyamız da buna pek müsaittir. Ülkemizin içinde ve her sınırında bir ayrışma (geçmişte veya güncel) mevcuttur.
Pek çok açıdan ayrıştırılabilecek ve bazı açılardan çoktan ayrıştırılmış bir toplumuz. Maalesef azınlıkların bir kısmı da bu ayrışmaya ayıranlar ile aynı çerçeveden bakmış ve ulusal ya da dini kimliğine daha çok sarılmıştır. Az önce de bahsettiğimiz gibi bazen azınlığın çoğunluğa benzemeden durabilmesi bir çeşit beceridir. Fakat yapılması gereken olaylara, ayrımlara yapay davalardan uzak, sınıf bilinci ile bakabilmektir. Marks’ın “yabancılaşmanın bitmesi” olarak tanımladığı o dünya düzenini beynimizde ütopik kılan en güçlü şey yabancılaşmadır, öteki korkusudur, nefrettir. Tarihin Bilinçdışı isimli kitabında Bülent Somay “Kendimizdeki öteki korkusunu anlamadan, Auschwitz’i anlayamayız” demiştir. Zenofobiyi anladığımız ve onunla savaşmayı öğrendiğimiz taktirde, sınıf mücadelesine katılmayan milyonların önündeki görünmez engeli görmeye ve o hayali duvarı aşındırmaya başlarız. Ve başlangıçlar sonun habercisi ve yaratıcısıdır. Başlangıcın olduğu her yerin geleceğinde ister yarın, ister 1000 yıl sonra da olsa bir son mevcuttur.
Panzehir
Bolsevik.org