Yılana Sarılmadan Bir Düşünsek!
Erdoğan geçtiğimiz günlerde yaptığı 5 günlük ABD ziyareti, zaten bir süredir dalgalı sularda ilerleyen Türkiye – ABD arası ilişkilerdeki gerilimleri herkesin malumu haline getirdi. Aslında ilişkilerdeki bozulma 2013’ten beri hafif düzeylerde artarak devam ediyordu; belki de en zirve noktasına gelindi. Erdoğan ABD açısından istenmeyen kişi haline gelse de Türkiye gibi stratejik bir ülke ve orada tek başına iktidarı elinde toplamış Erdoğan’ı tamamen silip atmak yerine geçecek yenisi tam şekillenmeden mümkün değil.
Yılana Sarılmadan Bir Düşünsek!
Hatırlarsınız Erdoğan, daha AKP iktidara gelmeden, kendisi başbakan koltuğuna oturmadan ilk yurtdışı gezisini ABD’ye yapıyor, o dönem Ortadoğu’ya yönelik Amerikan dış siyasetinin köşe taşı “Büyük Ortadoğu Projesi”nin eşbaşkanı olduğunu açıklıyordu. ABD cephesinden AKP ve Erdoğan’a verilen destek Bush yönetimi dönemi ile de sınırlı değildi; Obama döneminde dış siyaset yönelimleri farklılaşsa da uzunca bir dönem AKP’ye yakın destek sürdü. 2008’de iktidara gelen Obama’nın ilk yurtdışı istikameti Türkiye olacak, 2012 yılında Time dergisinde en yakın beş lideri sayarken Erdoğan’ı da listeye ekleyecekti. Şimdi ise durum; geçtiğimiz haftalarda Atlantic dergisinde çıkan bir röportajında Erdoğan’ı “fiyasko” olarak tanımlaması noktasına kadar geldi. Erdoğan, bu son ziyaretinde ABD’ye ayak basarken de giderken de Obama yönetiminin hiçbir üst düzey yetkilisi tarafından karşılanmadı-uğurlanmadı. ABD’ye geldiği ilk anda sadece kendi kurmaylarını karşısında gören Erdoğan, ülke kamuoyunda durumu toparlamak için, yoğun ısrarları sonucu Obama ile görüşmeyi başarabildi; başardı da ne oldu. Öncesinde Joe Biden “anayasaya uyun” diye kulak çekmişti; Obama da gazetecilerin sorduğu soru üzerine AKP’nin demokrasi vaadiyle iktidara geldiğini ama yanlış yolda olduğunu bütün kamuoyu önünde açıkladı. Zaten Erdoğan, ABD’de konuşma yapacak ciddi bir düşünce kuruluşu bulmakta çok zorlanmış, ancak Türkiye sermayesinin araya girmesiyle (kimileri -Doğan grubu olduğu söyleniyor- Brookings konuşmasını ayarlarken, kimileri -Ali Koç- Erdoğan ABD’de iken Türkiye sermayesinin önünü nasıl açtığı dile getirip destek çıkıyordu) bu imkanı yakalamıştı. Ki o şans da az kalsın elinden gidiyordu; Brookings Enstitüsü önünde Erdoğan’ın korumalarının basın çalışanlarına yönelik terörü nedeniyle neredeyse iptal olacaktı. Çok övündüğü camisini de kendi başına açmak durumunda kalan Erdoğan’ın prestijini ABD başkentinin sokaklarında propagandasını yapan kamyon turları da kurtarmaya yetmedi(!).
Ancak ABD’de Erdoğan’ın karşılaştığı manzara şaşırtıcı değildi. Birkaç ay önce Obama ile Erdoğan arasında geçen bir telefon görüşmesi sonrası Türkiye devletinin yaptığı açıklamadaki ifadeler ustalıkla yalanlanmıştı. ABD eski büyükelçileri Mort Abramowitz ve Eric Edelman, kısa süre önce Washington Post gazetesinden “Türkiye, Erdoğan yönetiminde hiç durmadan otoriterleşip istikrarsızlaşıyor” diyerek Erdoğan’a “ya reform yap, ya istifa et” çağrısında bulunmuşlardı. Hatta neo-con düşünce kuruluşlarının Türkiye’de darbe olsa kimse (Batı yönetici sınıflarından bahsediliyor) karşı çıkmaz yönlü deklerasyonları da oldukça ses getirmişti.
Peki bu noktaya nasıl gelindi?
2013’ten beri ilerleyen ilişkilerin gerilemesinin temelinde Erdoğan’ın Gezi isyanı, 17-25 Aralık operasyonları, artan otoriterlik temelinde ülke içinde yıpranmış bir lidere dönüşmesinden daha çok Erdoğan’ın Ortadoğu’da etkin bir aktör olmak adına ABD çıkarlarına ters düşen bölgedeki hamleleri etkili oldu. Erdoğan, Mısır ve Suriye’de ABD ile yer yer ters düşen politikalara girişti. Mısır’da Arap baharı, AKP’nin ideolojik ikizi Müslüman Kardeşler’i de yerinden ederken ordu Sisi eliyle iktidarı alarak kitlelerin ilerleyişine dur demişti. Erdoğan, ABD tarafından desteklenen Sisi aleyhine çalışmayı, Müslüman Kardeşler’e arka çıkmayı sürdürdü.
Zurnanın zırt dediği yer ise Suriye oldu. Dünya Esad’lı çözümü kanıksamışken Erdoğan Esad’ın ve YPG’nin gerilemesi-yok olması üzerine bütün ağırlığını koymuş durumda; bütün Suriye dinamiklerini de bozacak şekilde böyle bir çaba içinde. Kürt hareketiyle müzakere masasını devirdikten sonra YPG’yi düşman kategorisine yerleştiren AKP ve Erdoğan, Kobane direnişi sürecinde Kürt direnişini karşısında IŞİD’a alttan alta destek vermişti; hala da çeşitli şekilde ilişkilerin devam ettiği dünya kamuoyunca biliniyor. ABD’nin bu savaş bölgesindeki müttefiki PYD’ye yönelik düşmanlık ve onun mücadelesinin altını oyulması çabası (hatta bu çaba Cenevre konferansını tıkama noktasına kadar geldi) karşısında ABD her fırsatta PYD ile müttefik olduğunu kör gözlere soktu (Obama’nın IŞİD ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk Kobani’yi ziyareti edip PYD’den yetkililerle de görüştü). AKP’nin Kürt sorunundaki savaş yönelimi, ABD ile ilişkilerinin de gerginleşmesine tuğla koyuyor.
Fuat Keyman ABD- Türkiye arasındaki ayrışma için üç başlık çıkarmış, dediklerimizi özet şekilde dile getiriyor: “(i) Türkiye aktif dış politikasının, bölgesel kilit aktör/ güç olmasının ötesinde bölgesel hegemon olma isteği; (ii) özellikle Ortadoğu ve ‘Arap Baharı’na yaklaşımda iki ülke arasındaki stratejik ve ideolojik farklı duruşlar; (iii) Türkiye’de son dönemde yaşanan demokrasiden sapma eğilimlerinin temel nedeninin Erdoğan’ın başkanlık sistemi arayışı temelinde görülmesi ve bu başkanlık arayışının bölgede Müslüman Kardeşler hegemonyası kurma isteği ve mezhepçilik temelinde algılanması.”
Yanlış Umutlar Hüsran Getirir!
Bu Bu coğrafyada bir söz vardır: “Denize düşen yılana sarılır” Çaresizliğin olmadık unsurdan medet ummaya nasıl yol olabileceğini güzel anlatır. Bugünlerde yaşananlara da cuk diye oturuyor. ABD-Erdoğan geriliminin arttığı bu koşullarda Türkiye’deki muhalif kamuoyu da AKP’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın geriletilmesi noktasında derin çaresizlik içinde umudu neredeyse Erdoğan’ın üzerinin ABD tarafından çizilmesine bağlamış durumda. Bu beklenti, dünya siyasetinin yanlış okunmasından beslenen bir yanılgıdan, şu sıklıkla karşılaştığımız ABD’nin her şeye kadir olduğu fikrinden, kaynaklanıyor.
Öyle ya AKP’yi ABD getirdi, o götürecek! Gerçekten öyle mi? Öncelikle AKP’nin gelişiyle ilgili konuşursak… AKP, birçok siyasal denklemin kesişiminde (çözülen merkez sağ, kriz ortamında alternatifsizlik, egemen sınıflar açısından 90’lar boyunca çözülemeyen neoliberal kriz) bir güç olarak yükseldi. AKP; ciddi bir tabana sahip İslamcıların varisi olmanın yanında dağılan merkez sağın kitlesinin desteğini peşine takabilmesiyle, ulusal ve uluslararası sermaye çevrelerinin belirleyici desteğini kazandı. Ama bu destek AKP’yi yaratmadı; AKP, bu güçlerin çıkarlarına uygun güçlü bir alternatif olarak ortaya çıktığı için bu desteğin yardımıyla “yürü ya kulum” noktasına geldiler. Bugün de daha sonuna gelmemiş durumda bu destek.
AB, göçmen meselesi üzerinden bağlanmış durumda. ABD ise Erdoğan’dan hoşnut olmasa da ipleri tamamen koparmış değil. Elbette AB ve/veya ABD, Erdoğan işe yaramaz hale geldiğinde başka bir alternatife yönelmeyi tercih ederler. Ancak unutmayalım Erdoğan da bir dönemler birilerinin “ılımlı” alternatifiydi. Bugün Erdoğan gitsin diye ABD’den medet umma noktasına gelenler, o zamanlar da, Erbakan gidiyor diye seviniyor; Erdoğan’ın gelmesini tercih ediyordu. Kısacası “Erbakan gitsin ılımlısı gelsin, Erdoğan gitsin ılımlısı gelsin; bu işi de birileri bizim adımıza yapsın, elimiz kirlenmesin” diyerek olmaz. İslamcılık belasından toptan kurtulması gerek bu memleketin; yoksa bombaların gölgesi altında, cihatçı tehdidiyle yaşamaya devam ederiz.
Bunu da ancak biz başarabiliriz.
Başka çıkış yok!