Yeni Ortadoğu’nun Kazananları – V. U. Arslan
Büyük savaşlar büyük sonuçlar doğurur. 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde gerçekleşen saldırıların ardından başlayan büyük hesaplaşmanın neticesi bütün dengeleri alt-üst etti. Şu saatlerde Yemen’e yönelik büyük bir bombardıman devam ederken Netanyahu kibirli özgüveniyle Husi liderleri tek tek avlayacaklarını ilan ediyor. Ortadoğu tarihin en büyük değişim süreçlerinden biri gözlerimizin önünde yaşanmakta. ABD-İsrail bloğu yeni zaferler peşinde koşarken İran-Rusya bloğu büyük hezimet yaşadı. Rusya adeta Ortadoğu ve Akdeniz’den kovuldu. İran çok daha zor duruma düştü. Bir diğer NATO gücü Türkiye, Suriye’deki rejim değişikliğinde ABD-İsrail ortaklığının parçası oldu, adını kazananlar hanesine yazdırdı. Diğer taraftan bütün bu denklemler içerisinde farklı etnik köken ve mezhepten emekçileri emperyalist-kapitalist sisteme karşı birleştirecek güçler bulunmuyor. Ama bu, gelecekte de böyle olacak anlamına gelmez. Durumu aktörler üzerinden ele alalım.
İsrail Büyük Kazandı!
Her daim emperyalizmin tam desteğini arkasında bulan İsrail, savaşlardan beslenmiş, güçlenmiş, genişlemiş bir devlet. Bu son savaşta da düşmanlarına karşı ezici bir üstünlük sağladı. ABD-İsrail ittifakı İran’ın “Direniş Ekseni” dediği ittifakın kolunu kanadını kırdı. Gazze’de daha önce tahayyül edilemeyecek bir yıkım gerçekleştirdi. Hamas ve diğer Filistinli güçler yok edilemese de stratejik şekilde zayıflatıldı. Batı Şeria’da Filistinlilerin fanatik yerleşimciler tarafından boğulması süreci çok basit bir meseleye dönüştü. Filistin’e gelen dış yardımların bundan sonra da azalacak olması, Filistin direnişinin gelecekteki askeri kapasitesini büyük ölçüde kırdı.
Hizbullah, İran’ın bölgedeki en güçlü vekil gücüydü. Lübnan’daki Hizbullah’ın büyük güç kaybı, İsrail’in kuzey sınırındaki en büyük tehditlerden birine ağır darbe vurulması anlamına geldi. Hizbullah’ın finansal ve askeri desteği büyük ölçüde İran’a bağlıydı, bu nedenle İran’ın bölgedeki etkisinin azalması, tüm yönetici organlarını ve binlerce kadrosunu kaybeden Hizbullah’ın kapasitesini büyük oranda zayıflattı.
Esad/Baas rejiminin yıkılması İsrail’in 80 yıllık düşmanını alt etmesi anlamına geldi. Arap milliyetçiliğinin doğum yeri ve hatta kalbi diyeceğimiz Suriye’nin düşmesi İsrail için tarihsel bir olaydır. Nitekim İsrail derhal stratejik Golan Tepelerini ve Şam’a bakan Hermon Dağı’nın kontrolünü ele geçirdi. Buralarda kalıcı olmak istediklerini hatta bu bölgelere askeri üs kurmak istediklerini saklamıyorlar.
İsrail, bölgedeki diğer Arap ülkeleriyle (özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerle) ilişkilerde artık çok daha güçlü bir konumda. Bu monarklar zaten işbirlikçi idiler ama korku müttefikleri elde tutmanın bazen en önemli aracıdır. ABD-İsrail ortaklığı bu gücü ve korkuyu bu süreçte fazlasıyla hissettirdi. İran ve müttefiklerinin zayıflaması, İsrail’e bölgesel hegemonya kurma fırsatları tanıdı.
Bu son savaş ABD-İsrail ortaklığını pekiştirdi. Özellikle İsrail’in “sürekli savaş” stratejisinin sonuç vermesi ABD için önemliydi. Gazze’deki sivil katliamının unutulması, Washington için iyi oldu. Trump’ın seçilmesi de İsrail-ABD ortaklığını daha da güçlendirecek.
İsrail için sırada Yemen var. Irak’taki İran etkisinin kırılması ise bir sonraki proje. Nihai hedefin İran olduğu kimse için sır değil. İran’ı zor günler bekliyor. Halihazırda büyük bir enerji krizinin içerisinde olan, halk desteğini tümden kaybetmiş, barut fıçısını idare etmeye çalışan Molla rejiminin zayıf noktaları o kadar çok ki emperyalist güçlerin saldırı için uygun anı beklediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
AKP Zafer Sarhoşluğu İçerisinde
Teslim etmek gerekir ki İdlib’deki cihatçıları korumak için adeta kendisini siper eden, karada Suriye havada Rusya ordusuna karşı durarak cihatçılara kalkan olan AKP, Suriye’nin bugünlerini hazırlayan ana aktör olmuştur. Aksi takdirde 2020’deki taarruzda Esad ve müttefikleri, İdlib’de sıkışan cihatçıları bitirecek ve iç savaşı sona erdirecekti. Ama Türkiye’nin desteğiyle ayakta kalan cihatçılar, İdlib’de AKP desteğiyle butik bir devlet oluşturdular. Bu yakın geçmişin getirdiği minnettarlık, doğal olarak HTŞ üzerinde ciddi bir Türkiye etkisi yaratıyor. Ama böyle bir devletin kurulup kurulamayacağı henüz netleşmedi. ABD, yıllardır ve bugün de IŞİD ve Hurras El Din gibi sıçrama yapabilecek, HTŞ’yi de bölebilecek potansiyelli radikal grupları sürekli elimine ederek HTŞ’yi rakipsiz hale getiriyor. Bunun dışında HTŞ’ye NATO bloğu ile uyumlu, ılımlı ve istikrarlı bir Suriye’yi bir arada tutabilecek bir oyun kurucu rolü veriliyor. HTŞ lideri Colani bu göreve dünden razı, hiçbir hukuki vasfı yokken müstakbel Suriye devlet başkanı olarak herkese boncuk dağıtıyor. Suriye topraklarını işgal eden İsrail’e ses çıkarmıyor, ABD ile arasını iyi tutmaya çalışıyor, Türkiye ile sıkı fıkı görüntü çiziyor. Bu noktada ABD ve Türkiye’nin çıkarlarının örtüşmesi söz konusu.
Suriye’de yeni bir iç savaş tehlikesi elbette bitmiş değil, ama İslamcı bir diktatörlüğün kurulmasından korkan azınlıkların içerisinden askeri bir direniş gelişmesi mümkün görünmüyor. İran “Suriye direnişi”nden bahsetse de artık Suriye sahasında böyle bir güce sahip değil. Ama İslamcı cephenin farklı aktörleri arasında yaşanması kaçınılmaz güç mücadelesinin kırılma yaratıp yaratmayacağını göreceğiz.
Diğer taraftan Suriye’nin Türkiye’nin bir çeşit arka bahçesini olacağını düşünenler ya da fetih havasına kapılanlar hayal satıp hamaset peşinde koşuyorlar. Unutmamak gerekir ki sahadaki dominant güç ABD’dir. ABD’nin Suriye’de ve çevre ülkelerde üsleri ve çevre denizlerde uçak gemileri var. Özellikle Türkiye’nin en çok ilgilendiği Fırat’ın doğusunun patronu ABD’dir. Bu yüzdendir ki Türkiye’nin tam güdümünde olan Suriye Milli Ordusu (SMO) Menbiç’ten sonra Kobane’ye taarruz yapamamış, ABD’den gelen uyarılarla AKP de frene basmak durumunda kalmıştır. SDG’nin bir şekilde bertaraf edilmesi işi yeni Suriye devletine yani HTŞ’ye ve ABD ile müzakerelere devredilmiştir. HTŞ de elini iyice güçlendirdikten sonra SDG ile müzakereler yoluyla savaşmadan istediğini almak istemektedir.
Bunun dışında Suriye’de ABD’nin dışında İsrail’den AB’ye Körfez krallıklarından Mısır’a kadar başka bir sürü devlet de at oynatacaktır. Özellikle Suriye’de eğer yeni bir devlet kurulacaksa bu iş para olmaksızın olmayacak. Düşünün halihazırda Suriye’de kentlere elektrik verilemiyor. Herkes yeni bir ordunun kimler tarafından nasıl kurulacağını konuşuyor ama büyük kaynakları yutacak olan böyle bir hazır yiyicinin nasıl finanse edileceğini kimse bilmiyor. Kendisi ekonomik kriz içerisinde zar zor idare eden Türkiye’nin Suriye’yi tek başına ayağa kaldıracak bir ekonomik kapasitesi yok. Suriye’nin petrolleri ancak kendisine yetecek düzeydedir. Suriye’nin parası olmadığı için Türkiyeli müteahhitlerin ağzının suyunu akıtan “Suriye’nin yeniden imarı” ihaleleri de sınırlı olacaktır. Haliyle parası bol olan Katar, BAE ve Suudi Arabistan gibi güçlerin HTŞ devleti üzerinde söz sahibi olmaları kaçınılmaz görünüyor. Yani AKP trol medyasının “Suriye’de artık bizim borumuz ötecek” iddiaları hayalden öte bir anlam taşımıyor.
Gelgelelim Emevi Camii’nde namaz kılma hayalini gerçekleştiren AKP için Suriye’deki “fetih” iç politika için muazzam bir malzeme. Nitekim anketler AKP’nin Suriye hikayesini skora yansıttığını gösteriyor. Ama asgari ücretin ancak 22 bin TL olabildiği Türkiye’de Suriye’nin çok geçmeden unutulacağını da pekala düşünebiliriz. Yine de AKP’nin elinde bir zafer kartı daha var: SDG’nin Tasfiyesi. Buradan da bir “fetih” çıkarıp ilerlemek derdindeler.
SDG’yi Zor Günler Bekliyor
SDG’yi zor günler bekliyor çünkü güçler dengesi keskin bir şekilde SDG aleyhine değişti. İlk olarak Şam’da yeni bir devlet örgütleniyor. Eğer keskin bir kriz yeni bir iç savaşı tetiklemezse bu yeni devlet özerk, otonom, federal vb oluşumlara karşı merkeziliği dayatacak. ABD ve Türkiye bu yeni devlet oluşumunun istikrarı için çaba sarf ediyor. Trump ve diğer ABD’li yetkililerin sık sık Türkiye ve Erdoğan güzellemesi yapmaları bu menfaat örtüşmesinden kaynaklı. Colani liderliğinde Batı dünyası ve değerleriyle uyumlu ve tabi ki İsrail’in güvenliğine tehlike oluşturmayacak yeni bir Suriye rejimi inşa ediliyor. Bu durumda SDG’nin ABD için önemi, büyük oranda azalmış olacak, hatta SDG ABD için bir ayak bağına bile dönüşebilir. Suriye’de Erdoğan ile iş tutmak varken SDG’nin varlığı işleri ABD için zora sokabilir. Almanya’nın Yeşiller Partili Dışişleri Bakanı Boerbock’un Türkiye’nin güvenlik kaygılarına hak vererek SDG’nin silahsızlanmasını istemesi bundan sonrasına yönelik NATO politikaları için önemli bir işarettir. Nitekim HTŞ cephesinden fedaralizme izin vermeyeceğiz açıklamaları gelirken SDG’den gelen müzakere ve uzlaşma çağrıları da şu ana kadar yanıtsız bırakıldı. Dengeleri keskin bir şekilde değiştiren gelişmeler yaşanmadıkça Ankara’nın baskılarına Şam’ın baskıları eklenecek ve ABD’nin de yönlendirmesi ile SDG’nin silahsızlanması gündeme gelecek gibi görünüyor. HTŞ cephesinden Kürtlere verilen tek teminat ise azınlıklara hoşgörü gösterecekleri ve ayrımcılık yapılmayacağına dair verilen sözler. Serbest seçimlere ve demokratik işleyişe dayalı yeni yönetimin pek de vaatkar olmadığı görülüyor. Şam’ın sünni Arap çoğunluğuna dayalı bir çeşit İslam devleti kurması tüm azınlıkların kabusu olduğu gibi Kürtlerin de kabusu. Kürtler için bu kabus Esad’ın düşmesi ile hızlı bir şekilde geldi. Bu şartlar altında SDG silah bırakmak istemeyecek ama ABD’den gelen taleplere direnmesi mümkün olmayacaktır. Bu yüzden de şartları konuşmak için HTŞ ile müzakerelere başlamaları gerekebilir. Üstelik Trump’ın görevi devralmasından sonra ABD askerlerini Suriye’den çekme zamanı geldi demesi ihtimali de bir hayli güçlü. Başta dediğimiz gibi SDG’yi zor günler bekliyor.
Ve maalesef bütün bu denklemler içerisinde emperyalist güçlerden bağımsız, emekçileri birleştirmeye ve toplumsal eşitlik mücadelesine katılmaya istekli güçler henüz embriyon halinde. Ama bu, gelecekte de böyle olacak anlamına gelmez. Şartların değişmesi, Ortadoğu’nun şu ya da bu noktasında yeni sosyal ve siyasal güçlerin gelişmesini gündeme getirebilir.